Bu başlığı atarken acaba çok mu insafsız davranıyorum diye epey düşündüm. Hatta bu yazıyı yazıp yazmamayı da düşündüm. Üstelik yayınlanmasından bu yana da epey zaman geçmiş. Ancak yazmak yanı ağır bastı, çünkü işin içinde tarih var, bir sonraki kuşaklara karşı sorumluluk var. Geçtiğimiz günlerde, kitapçıda kızım için bir roman ararken tesadüfen rafta tek başına kalmış, […]
Bu başlığı atarken acaba çok mu insafsız davranıyorum diye epey düşündüm. Hatta bu yazıyı yazıp yazmamayı da düşündüm. Üstelik yayınlanmasından bu yana da epey zaman geçmiş.
Ancak yazmak yanı ağır bastı, çünkü işin içinde tarih var, bir sonraki kuşaklara karşı sorumluluk var.
Geçtiğimiz günlerde, kitapçıda kızım için bir roman ararken tesadüfen rafta tek başına kalmış, büyükçe bir kitap ilgimi çekti. Nasıl çekmesin kırmızı bir zemin üzerinde beyaz harflerle “1 Mayıs İlk Dileğimiz” başlığı atılmış.
Yaklaşınca, hemen altında bir başka ibare tümüyle bizi kitaba yönlendirdi; “1920’lerde, 1970’lerde ve 1990’lardan günümüze 1 Mayıs Afişleri, TÜSTAV DİSK ARŞİVİ”
İşte bizi fiyatına bile bakmadan kitabı aldıran da bu kısmı oldu. Fiyat kısmını kasada öğrendik, içimiz yandı ama değer doğrusu dedik.
Sakın kimse bundan hak etmediği bir etiket yapıştırıldığı düşüncesine kapılmasın, bu türden albümlerin ne kadar maliyetli olduğunu bilecek kadar kitap konusunda bilgim var.
Kitabı heyecanla evde açıp, incelemeye başladıktan bir süre sonra giderek beni bir hayal kırıklığı sarmaladı.
1 Mayıs afişlerinden bir albüm yapmak, gerçekten çok güzel ve anlamlıydı. Tam da albümün hedef aldığı gibi “Türkiye’de 1 Mayıs’ın ilk yığınsal kutlanmasının 85. ve yıllar sonra yeniden yığınsal kutlanmasının 30. yılında” işçi sınıfının mücadelesine değerli bir katkı olmalıydı.
Ancak daha işin giriş yazılarından başlayarak, bir sürü noktasında bu katkının değerinde ciddi kayıpların olduğunu görmek gerçekten üzüntü verici oldu.
Kitap üç bölüm olarak tasarlanmış, birinci bölüm “(1919-1929) Amele Bayramları” başlığını taşıyor. Bu bölümde dönemin gazete ve dergilerinin 1 Mayıs ile ilgili bölümleri, Türkçe çevirileriyle yer almış. Tarihin bu dönemindeki işçi sınıfı ve sol hareketi konusunda hiç bilgisi olmayanlar için ilginç gelebilecek bir bölüm olmuş.
İkinci bölüm “(1973-80) ‘Yarın Sabaha Afiş Gerek!'” başlığı altında düzenlenmiş. Burada ilk dikkatimize takılan dönemlendirme sırasında tercih edilen tarih yazım biçimi oldu. Birinci bölümde 1919-1929, ikinci bölümde 1973-80 gibi bir yazım kullanılmış. Diğer bir ilgi çeken nokta ise neden 1973 yılının başlangıç olarak seçildiği. Kitlesel kelimesinin tam karşılığı olabilecek ilk 1 Mayıs, 1976 yılında yapıldı. 1973 yılının bu dönemin başlangıcı olarak alınmasının bir açıklaması konulmamış.
Üçüncü bölümün başlığı ise; “(1993-2006) Yeniden Meydanlara”. Elbette bu başlıkla dönemin başlangıç tarihi de çelişiyor. 1980 sonrasında alanlarda yapılan ilk 1 Mayıs mitinginin tarihi 1992, yeri Gaziosmanpaşa, İstanbul. Bu resmi izin alınarak yapılmış bir 1 Mayıs mitingi. Elbette ondan önce 1989, 1990, 1991 yıllarında yapılan kitlesel 1 Mayıs eylemleri var. Yaşamını yitiren, ağır yaralanıp sakat kalan insanlar var.
Bu bir belge kitabı, yayınlayan ise bir tarih vakfı. Diğer bir deyişle belge ile bilgiyi birleştirmesi gereken tarihe vakıf bir kurum olmalı. İnsan böyle düşünüyor, bunu bekliyor.
Gelin görün ki, 2. bölümde yayınlanan afişlerin yarıya yakının kim tarafından yapıldığını bilinmiyor. Hadi 80 öncesiydi, herkesin hafızasının bir bölümü silindi diyeceksiniz. Peki 1990’lı, 2000’li yıllara ne demeli. Bu dönemin afişlerinden kimler tarafından yapıldığı bilinen topu topu 4 tane var. Bunların ikisi de kitabın tasarımcısı tarafından yapılmış. Diğer bir deyişle bu bölümde deseni, tasarımı bilinen afişler yayınlananların yüzde 10’u kadar.
Bunca iddialı bir yayın hazırlayacaksınız ve bu kadar bilinmeyeni olan bir eser ortaya çıkaracaksınız. Doğrusu bunu ilgi alanı tarih, özellikle siyasi, daha da özellikle sosyalist tarih, işçi sınıfı tarihi olan bir kuruluşun yapmasını anlamak mümkün değil.
TÜSTAV, bir siyasi birikimin, Türkiye’deki en eski siyasi partilerden birinin mirası üzerine oturan, dolayısıyla bu tarihe karşı sorumlulukları olan bu kurum olmalı. Yayınladığı her belgenin, koyduğu her bilginin gelecek kuşaklar açısından önemi büyük. Bunların bir daha yayınlanma şansı da olmayabilir. Yani düzeltilme şansı olmadığı için tarihe eksik ve yanlış biçimde iz bırakılmamalı. Vakfın bu sorumluluk içinde hareket etmesi gerekir.
Ne yazık ki kitapta bu sorumluluğun izlerini bulmak zor. Kitabın girişinde Erdem Akbulut “Bu albümde yer alan afişlerin yayınlandığı tarihler, çoğu zaman afişin temelini oluşturan desenlerin çizerleri ve afişlerin tasarımcıları, bilinebildiği kadarıyla her afişin altına yazıldı” diyor. Bir aile albümü yapmıyorsunuz, onda bile insan sağa sola sorar, şu kimdi, bu hangi yıldı diye. “Bilinebildiği kadarıyla” ne demek oluyor. Bilebildiği bu kadar sınırlı bir tarih vakfı olabilir mi? Tarihi bilmiyorsan, sormayı da mı bilmiyorsun diye sormazlar mı?
“Albümdeki çizeri ya da tasarımcısı bilinmeyen eserlerle ilgili eksik bilgileri tamamlamak ve bize iletmek okurlarımıza kaldı” diyen bir yaklaşım her hangi bir yayınevinin kitabında görülebilir, bir tarih kurumunda ise şüpheyle karşılanır.
Bilinemiyor denilen afişlerin hemen hepsinin deseni kim tarafından yapılmış, kim tarafından tasarlanmış, hangi yıl ve hangi matbaada basılmış, daha da ötesi kaç adet basılmış bunu bile bulabilmek mümkün. Bir haftanızı bu işe ayırırsanız, bilinemiyor diye işaretlediğiniz afiş sayısı yüzde 10’u bile bulmaz.
Onlarca insandan da söz etmiyorum. Hemen yanı başınızda bir dönem yönetim kurulunuzda yer alan Fahri Aral’a sorsaydınız, o bile tek tek size hangi afiş kim tarafından yapılmış, hangi yıl yapılmış söylerdi. Ya da en azından kimlerden en doğru bilgiyi alabileceğinizi söylerdi.
1992 yılından sonra yapılmış tüm 1 Mayıs afişlerinin dökümünü çıkarmak ise çok basit. Soracağınız üç, dört adres var, daha fazlası değil.
Beni üzen yanlardan birisi işin içine DİSK arşivinin de dahil edilmesi. Bu arşivin şimdi ne durumda olduğunu bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, bir dönemin çok önemli bilgi ve belgelerinin gün ışığı göremeden çürüyüp gidiyor olması. Bunca belgenin bir araya toplanmasında en büyük pay Fahri Aral’ın, ilk derlenmesinde günlerce uğraş veren Feza Kürkçüoğlu’nun. Bana düşen pay ise, başına gelen onca kazaya rağmen onları olabildiğince korumaktı. İlk envanterini Selma Sürücü ile birlikte çıkardık, kitabına uygun biçimde dosyaladık, kutuladık. TÜSTAV’a teslim edildiğini duyduğumda önce sevinmiştim, sonrada içimde derin bir burukluk oluştu. Kendimi çocuğunu kaybetmiş gibi hissettim, büyüdüğünü göremeden yitirdiğim bir çocuk gibi.
Bunları neden yazıyorum, kitabın bir bölümünde “DİSK arşivi teslim alınırken, ….. yoğun çalışmaları boyunca afişleri ayrı koliler halinde sınıflandırdılar” deniliyor. Afişler zaten ayrı koliler halindeydi, bir sınıflandırma yapılmış ise bunun bilinmeyen bilgilerinin tamamlanarak yapılması gerektiğini hatırlamak istedim. Arşivcilik istifçilikle karıştırılmamalı, bilgi ile doğru yere konulmalı.
Bir diğer konu ise kitabın tasarım sorumluluğunu üstlenen Rauf Kösemen’in söyledikleri. Kösemen’in hiç tanımıyorum, uzaktan bildiğim, bir tarih vakfının yayınladığı tarih dergisinin yayınında sorumluluk üstlendiği. Yani tarih yayıncılığı konusunda bilgisinin, en azından deneyimli bir kişi olan Ersin Salman’la çalışmış olmanın getirdiği bir birikiminin olabileceğini düşündüğüm bir kişi. Ama onca bilinmeyenli bir belge kitabının tasarımınd
a bile olsa sorumluluk üstlenmek hiç mi kendisini rahatsız etmedi diye sormadan edemiyorum.
Bir grafiker değilim, hiç iddiam olmadı. Ama 1980’lerin ortalarından beri, mecburiyetten bir sürü çok bilinen ama bilinmeyen afiş, kapak, kitap, dergi vs. gibi çalışmaya katkı yapmış biriyim. Dediğim gibi bir grafik sanatçısı, daha da kısaltırsak sanatçı değilim. Yine de 1990’ların ikinci yarısındaki 1 Mayıs afişleriyle ilgili eleştirisine itiraz edemeden duramayacağım.
Kösemen kitaptaki afiş tasarımlarıyla ilgili yazısında; “bu on yılın ikinci yarısından itibaren afiş tasarımlarına bir tür ‘tasarlanmamışlık’ ve karışıklık hakim. Bilgisayar grafiğinin olanakları çoğunlukla estetik olmayan tasarımların üretiminde sonuna kadar kullanılmış” diyor. Konusuna hakim ve oldukça yalın bu anlatımın yer aldığı kitabın kapağı bu eleştirinin yalın bir örneği olarak karşımıza çıkıveriyor.
Dönemin afişlerine yönelik eleştirilerini şu şekilde sürdürüyor Kösemen; “70’lerin afişlerini taşıyan güçlü desenlerin yerini, büyük ve kontrolsüz puntolarla yazılan yazılar almış. Lekeler, fotoğraflar ve yazılar çoğunlukla bir denge oluşturmak yerine üst üste yığılmış.”
Kendi içinde doğrular barındırıyor. 1970’lerin afişlerini tasarlayanlar ile 1990’ların afişlerini tasarlayanlar çok farklı konumdalar. O dönemde işçi sınıfı diye derdi olan sanatçılar vardı, bugün ise yok.
Afiş vs. işleri sendikaların basın dairelerinde çalışan yarı amatörlere kalıyor. Gönlünde hala işçi sınıfına, sosyalizme sıcaklık hisseden birkaç sanatçı dostun ayırabildikleri kısa zamanlarda ürettiklerinin dışında kalanlar bu türden afişler. Bunların bir bölümü ise birkaç saatte yapılmış işler. Sanatsal bir kaygı, bir estetik yaklaşım taşımıyor; bir eksikliği gidermeyi, verilmek istenilen mesajı yazılı olarak iletmeyi hedefliyor. Kösemen’in bu eleştirisine katılmakla birlikte kendisinin tasarlamış olduğu ve kitapta yer alan afişlerini de kaba bir biçimde aynı eleştirinin içine sokarsak sanırım çok fazla alınmaz.
1 Mayıs 2005 yılındaki afişlerin yalnızca grafik değil, içerik olarak da sorunu olduğunu hatırlatmakta yarar var. Sevgi güzel bir duygu, ama işçi sınıfının yaşamını en kötü koşullarda tüketen işyerini, hergün en yozlaşmış biçimde sömürmekten keyif alan sermaye sahiplerini sevmeyi hedef alan bir kampanya en hafif deyimle umutsuz, platonik bir sevginin anlatımı olur.
Bu kampanya epey tartışıldı, reklam sektörü açısından başarılıydı, sermayenin hemen tüm gazetelerinde kendine geniş yer buldu. Ama o sloganların bulunduğu bir çok dövizi işçiler ellerine almadılar, yüzlerce döviz yol kenarında sahipsiz kaldı. Kamyonla toplandı.
O sabah, kamyondan dövizleri indirdiğimizde, gazetelerden kampanya ile ilgili haberleri okuyan işçilerin hepsi oldukça seçiciydiler. Her zaman yaptıkları gibi önlerine geleni almadılar, okudular, istediklerini sevdiklerini aldılar. Boş sevdalara yüz vermediler.
Nereden nereye geldik. Bu yazı benim için bir tür iç dökme halini aldı. Artık kesmenin zamanı geldi ve geçti.
Son olarak belirtmek istediğim bir iki konu var; DİSK’in arşivi için şimdi daha fazla endişe ediyorum. Arşivciliği ciddiye alarak yaptıkları konusunda şüphelerim artıyor.
Sendikalardaki yöneticilerde büyük değişimler var, bu değişimlerin olumlu olduğunu söylemek zor. Bu nedenle DİSK’in tarihine sahip çıkmak isteyecek kaç kişi bulunur, bundan ne yazık ki emin olamıyorum. Çünkü bunlar çöp diye dolaplarıyla tüm belgeleri attıran sendikacılar hatırlıyorum.
DİSK’in belgelerinin DİSK arşivi haline getirilmesini yine DİSK üstlenmeliydi. Buna kaynak ayrılamadı, kaynak bulunduğu halde ilgi gösterilmedi. Şimdi, kira ödenmemesi için TÜSTAV’a teslim edildi. Çeşitli kaynaklardan aldığım bilgilere göre TÜSTAV’in bu arşivi toparlayabilecek uzmana vereceği parası olmadığından her şey olduğu gibi bırakıldı. Zaten ilk kez bu arşiv için geldiklerinde kaynağın DİSK tarafından bulunmasını istemişlerdi.
Bu ayıp değil, benzeri tüm kurumlar gibi TÜSTAV da birilerinin gönlünden kopanla yürüyen bir kuruluş. Kaynak bulabildikleri oranda işlerini yapabilecekler. Sorun, somut bir biçime dönüştürülmemiş bir projeye bu tarihin teslim edilmesinde.
Bilinmesini istiyorum, bu arşivin 4 önemli özelliği var; birincisi DİSK ve üye sendikalarıyla ilgili belgelerin, yayınların, ses ve görüntü kayıtlarının; ikincisi 1970’lerin sol yayınlarının kitap, dergi vb.nin; üçüncüsü 1980 sonrasının cezaevi yaşamıyla ilgili bir müze oluşturacak nitelikte malzemelerin; dördüncüsü ise bir dönemin çok ciddi nitelikli kayıtlarının yer almasıdır.
Belgelerin yanı sıra yine bir müze oluşturmak amacıyla toparlanmış çok sayıda malzeme yer almaktadır. Pankartlar, duvar gazeteleri, o dönemde sendikalarda kullanılan çeşitli cihazlar bunlar arasında sayılabilir. Fahri Aral’ın en büyük düşlerinden birini; DİSK Emek Müzesi’ni kurmak için derlenen onlarca malzemeden sözediyorum.
Arşiv teslim edilirken bir envanter çıkarıldı mı bilmiyorum. Bu arşivlerin hangi koşullarda ve hangi şartlar altında sergileneceği, yayınlanacağı konusu bir protokole bağlandı mı onu da bilmiyorum.
Umuyorum ki, uzun yıllar silinmek, yok edilmek istenilen ve bugün hala karanlıkta kalan bir dönemin belgeleri yok olmasın, hayata kavuşsun.
TÜSTAV için not lütfen daha duyarlı olun. Elinizde tuttuklarınız birer kağıttan, bezden ibaret değil. Emeğe saygı duyulmasını, emeğe değer verilmesini beklemek hakkımız.
Bunca laftan sonra neden afişleri tasarlayan kişilerin isimlerini sıralamadığımı öğrenmek isteyenler olabilir. Bu işini ciddiye almayanların işini kolaylaştırmaktan başka ne işe yarayacak.
Ama vakıftaki arkadaşlar merak ediyorlarsa adresimi bulmaları zor değil. DİSK ve ortak imzalı afişlerin arkasında yer alan bir ismi özellikle belirtmek istiyorum; Yılmaz Aysan. Kişisel olarak katkılarından dolayı bir kez daha teşekkür ediyorum. Yazımın dağınıklığı için de okuyanlardan beni bağışlamalarını diliyorum.