Sayın YAVUZ BATUR… Dünya Gazetesinde yayınlanan yazı üzerine, Yavuz Dizdar’ın şahsında ülkemizdeki tüm küçük çiftçilere/köylülere ve Türkiye halkına yönelik saldırı yazınızı okudum. Şaşırmadım ama, bu yasayı eleştiren bilim insanlarına ve Ziraat Mühendislerine tepkinizin niye bu kadar büyük olduğunu da anlayamadım, doğrusu. Dünya gıda zincirinin tohumundan başlayarak pazarlamasına kadar bütün bir sürecinin halkalarını ve bütününü denetlemek […]
Sayın YAVUZ BATUR…
Dünya Gazetesinde yayınlanan yazı üzerine, Yavuz Dizdar’ın şahsında ülkemizdeki tüm küçük çiftçilere/köylülere ve Türkiye halkına yönelik saldırı yazınızı okudum. Şaşırmadım ama, bu yasayı eleştiren bilim insanlarına ve Ziraat Mühendislerine tepkinizin niye bu kadar büyük olduğunu da anlayamadım, doğrusu. Dünya gıda zincirinin tohumundan başlayarak pazarlamasına kadar bütün bir sürecinin halkalarını ve bütününü denetlemek ve kontrolleri altına almak isteyen çok uluslu dev tarım ve gıda şirketlerinin de isteğiydi, bu yasa. Bu kadar güçlü bir desteğe sahip olan bu yasanın karşısında – zaten olaydan bugüne kadar haklarında alınan kararlarda olduğu gibi bilgileri olmayan, düşünceleri sorulmayan ve danışılmayan çiftçiler de hesaba katılırsa – bu tepki, bu huzursuzluk niye.
Aslında bu tepkiyi gösterenler de biliyorlar ki; tohum bir çiftçi ve köylü için sadece bitkisel üretimin başlangıcından çok daha öte bir şeydir. Vandana Shiva’nın deyişiyle; “Kültür ve tarih tohum içinde saklıdır”. Köylüler ve çiftçiler atalarından kalan yerel tohumları birbirleriyle değiş tokuş yaptıklarında, genetik çeşitliliği korudukları gibi, tohumun nasıl işleneceğinin bilgisini de birbirlerine aktarırlar. Bu bilgi nineleri ve dedelerinden kalan kültürel bir mirastır ve bilgeliğe dayanır. Tohumu kaybetmek, Güney Afrikalı çiftçilerin dediği gibi bir çiftçi ve köylü için potansiyel göçmen haline gelmektir.
Tarımsal üretimde bulunan, tarımın girdilerini yani kimyasal ilaç ve gübreleri, tohumları, GDO’lu tohumları, antibiyotikleri ve hormonları üreten ve aynı zamanda tarımın çıktılarını, yani tarımsal ürünleri işleyen, nakleden ve tüketicilerin kullanacağı metalar haline dönüştüren şirketler dünya besin zincirinin bütününü veya halkalarını kendi denetimleri/kontrolleri altına almak istiyorlar . Besin zinciri içersindeki katma değerin sadece % 10’luk bölümü çiftçinin üretiminden doğar. Doğaldır ki, girdileri sağlayan ve tarımsal çıktıları pazarlayan dev tarım ve gıda şirketleri, yaratılan tarımsal katma değerin büyük bir bölümüne el koydukları gibi, dünya besin zincirinin giderek daha büyük bir bölümünü kontrolleri altına almaktadırlar.
İşte bu nedenle bu şirketler IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kurumlar üzerinde telkinde bulunarak, ulusal devletlere baskı uygulamaktadırlar. Ülkelerin tarımsal yapısının dağıtılmasını, çiftçilerine verilen desteklerin kaldırılmasını ve tarımın şirketleştirilmesini hedeflemektedirler. Devletin aradan çekildiği/çektirildiği böylesi bir durumda çiftçilerle birebir ilişki kurmak istemektedirler. Bu yeni ilişkinin adı sözleşmeli üreticiliktir. Devletin aradan çekilmesiyle birlikte, ürününü pazarlamakta zorlanan çiftçi sözleşmeli üreticiliği kabul etmek zorunda kalmaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse tohumunu, kimyasallarını aldığı şirkete ürettiği ürününü teslim eden çiftçi ; artık çiftçi değildir. Çünkü, tarlasına hangi ürünü veya ürünün çeşidini ekeceğine kendisi karar veremez, üretim süreci içersinde inisiyatif alamaz ve hatta ürettiği ürünleri pazarlayamaz. Bu, bir çiftçinin çiftçi olma özelliğini kaybetmesi demektir. O artık tarlası ve üretim araçları olmasına rağmen şirketlerin denetiminde çalışan, yaptığı işe ve ürettiği ürüne yabancılaşan, kendi toprağında marabalaşan, ırgatlaşan, işçileşen çiftçidir.
Türkiye tarımında yaşananlar tam da bunlardır. Çünkü Türkiye’nin önüne çağdaş bir tarımsal yapıya kavuşması için konulan plan; talep çıkışlı, sanayi odaklı sözleşmeli üretim modelidir. Bu modelde çiftçilerin, köylülerin kendi yerel tohumlarıyla ve geleneksel yöntemleriyle ürettikleri ürünlere yer yoktur. Tarım şirketleşmektedir, şirketlerin denetimine girmektedir. Bütün dünyada olduğu gibi çiftçinin kendi yerel tohumları üzerinden ürettiği ürünlerin pazarlanmasını engellemek için tarımsal ürünler standartlaştırılmaktır ve ayrıca sertifikalı üretime geçilmektedir.
Çiftçilerin bütün bunlara rağmen kendi seçenekleri, elbette vardır. Onlar bütün bu baskılar karşısında kendi tohumlarını kendileri üretebilirler. Ürettikleri bu tohumlarla , tarımın içersinden bizzat girdilerini kendileri sağlayabilirler, hatta çekici gücü bile bulabilirler. Şirketler için işte bütün problem, çiftçileri kendi seçeneklerinden koparmaktır. Şirketlerin, tohuma göz dikme nedeni de budur. Kendi denetimleri dışındaki bütün tohumları yasaklamak ve dünyanın bütün tohumlarını kendi denetimlerine almak, onların bütün hayalidir. Ekolojik tarım sosyeteyi ilgilendiren bir konu diye tabir ederek alay ettiğiniz, aslında dünyanın kadın ve erkek çiftçilerinin doğal kaynakları ve yerel tohumları kullanarak yürüttükleri tarımdır. Sosyeteyi ilgilendiren ise yine bu şirketlerin denetiminde onların sertifikalarıyla yapılan farklı bir pazar ilişkisidir. Burada çiftçiler belki de endüstriyel tarımın bugün getirdiği sözleşmeli üreticiliğin daha da ağırını yaşamaktadırlar.
Size sadece bütün bunların üzerinden şunları söylemek istiyorum. Bugün Türkiye’de dört kişilik bir aile için açlık sınırı 600 YTL olarak açıklanıyor. Bir küçük çiftçi ailesi bu parayı kazanamasa dahi, kendi ürettikleri üzerinden yaşamını sürdürmektedir. Üstelik kentlerin varoşlarına gitmiş olan geçmişin üreticisi , bugünün tüketicisi haline gelen , belki de işsiz ve çaresiz yakınlarına bu ürettiklerini göndermektedir. Köylerle şehirler arasındaki ilişki akrabalık ilişkilerini de aşan dayanışma ilişkisidir. Bugün, Türkiye’de 2000-2006 yılları arasında 2,6 milyon çiftçi, uygulanan politikalarla topraklarından koparılarak kentlerin varoşlarına gönderilmiştir. Kentlerde büyük bir işsizlik yaşandığı bilinen bir gerçektir. Savunduğunuz “Tohumculuk Yasası” bu süreci hızlandıran , Türkiye sosyal yapısını altüst edecek bir yasadır. Yok edilen sadece çiftçiler değildir. Çiftçilerle beraber bütün canlılar, yer altı suları, çevre, genetik çeşitlilik her şey ama her şey tehdit altına girmiştir.
Sizlerin ne düşündüğü açıktır ve bunları ifade etmekten çekinmiyorsunuz. Türkiye tarımını şirketlere teslim etmek istiyorsunuz ve üstelik bunu Türkiye ve dünyadaki açlığı kaldırmak gibi gerekçeleri öne sürerek yapıyorsunuz. Ama şunu bilin; örnek gösterdiğiniz Fransa bugün dünyadaki çiftçi hareketlerinin en güçlü olduğu ülkelerden biridir. Ve bugün “dünyada 1 milyar 300 milyon olan aktif tarım çalışanının sadece birkaç on milyonuna tekabül eden bölümü traktör kullanırken, yaklaşık olarak %25 ine tekabül eden 350 milyonu hayvan çekimi suretiyle ve geriye kalan 1 milyarlık kesimi ise yalnız kol gücüyle tarımcılık yapmayı sürdürmektedir.” Şimdi açıkça sormak istiyorum. Kendi geleneksel yöntemleriyle kendinin ve çevresinin yaşamını sürdüren, alay ettiğiniz o sağlıklı gıdaları üreten bu insanları tarımdan kovduğunuzda onların tarımlarını çökerttiğinizde bulabileceğiniz bir iş var mı? Rekabet dediğiniz şey tarım gibi insanların yaşamaları için temel ihtiyacı olan besin ürünlerine uygulanması sizce doğru mu?
Bu söylemler tam da militanca söylemler diye düşüneceğinizi tahmin ediyorum, Hani, Yavuz Dizdar’a söylediğiniz gibi . Siz de biliyorsunuz ki; ABD’nin Irak’ı işgal etmesi için bütün gerekçeleri boşa çıktı. ABD, zaten bir bölümü çok uluslu şirketlere ait olan Irak petrolünün tümünü çok uluslu şirketlere teslim etti. Ama daha da önemlisi, Irak’ın tohumları Monsanto’ya teslim edildi. Tohumculuk, binle
rce insanın kafasına, evine bomba yağdıran haydutlar tarafından çok uluslu şirketlerin eline verildi. Ya bizim tohumlarımız.
Son söz olarak şunları söylemek istiyorum. Türkiye tarımı şirketleştiriliyor. Devlet aradan çıkartılıyor. Bu süreç, Türkiye çiftçilerini de değiştiriyor. Yoksullaşmayla beraber biz küçük çiftçiler bilinçleniyor, olayları daha iyi kavrıyor ve örgütleniyoruz. Onun için, artık kimlerin bizlere dost, kimlerin şirketlerden yana olduğunu daha net görüyoruz. Sizin saldırdığınız Yavuz Dizdar bizlerin dostudur. Yine saldırdığınız Gökhan Günaydın binlerce Ziraat Mühendisinin temsilcisidir. Ve o Ziraat Mühendisleri bugün Türkiye tarımının yanında, Türkiye çiftçisinin/köylüsünün yanında, Türkiye’nin genetik çeşitliliğinin korunmasının yanında tarihi görevlerini yerine getirmektedir. Biz çiftçiler bunun bilincindeyiz. Böyle dostlarımızın olması, bizleri mutlu kıldığı gibi şirketler karşısında güçlendirmektedir de. Onlara yapılan her saldırı yok edilmek istenen biz küçük çiftçilere yapılmış demektir.
* Nijer’li bir çiftçi
Ali Bülent Erdem-Tütün Üreticileri Sendikası Genel Başkanı
İlgili yazılar:
Bu mektuba konu olan Yavuz Batur imzalı yazılar:
Sayın Yavuz DiZDAR,
« Ey sevgili okurum – Tohumuna Sahip Çık » çarpıcı başlığı altında, yeni tohumculuk yasası ile ilgili olarak yazmış olduğunuz makaleyi üzülerek okudum. Üzüldüm çünkü « boyalı basın » alerjisi olan ve sürekli DÜNYA gazetesi okuyarak çeşitli konularda kendini geliştirmeye çalışan bir vatandaş olarak sizin gibi akademik kariyer sahibi bir kişinin eline geçirmiş olduğu köşesinden bu kadar konudan uzak, yalan yanlış, kulaktan dolma, toplama bilgilerle kamu oyunu yönlendirmeye çalışmasına isyan etmemek elde değil !
Nasıl bu kadar sorumsuz davranabiliyor ve ülkenin en ciddi gazetelerinden biri aracılığı ile bilgi kirliliği yaratabiliyorsunuz?
Kendi uzmanlık konunuzda da bu şekilde davranıyorsanız, vay geldi elinize düşen hastalara!
Sayın Başbakanı da son cümlenizde tenkid ettiğinize göre sanıyorum
moda söylemle « din tacirlerine » karşısınız ; ancak inanın sizin gibi modern üflemeciler halkımıza klasik üfürükçü hocalardan daha fazla zarar vermektedirler.
Gelelim yanlışlarınıza :
1. Öncelikle « Günaydın » diyeyim çünkü bahsettiğiniz yasa yazınızda belirttiğiniz gibi artık « yürürlüğe konulmayı » beklemiyor çünkü tam bir ay (30 gün) önce TBMM tarafınan onaylanarak yürürlüğe girdi,
2. Yeni yasada çeşit tarifi yapılırken arzuladığınız gibi « biyoteknolojik yöntemler ile » ibaresi kaldırılmış ve sizin gibi türk bilim insanlarının dünya uygarlığına bir hatırası olarak günümüzde büyüğünden küçüğüne tüm ıslahçı kişi ve kuruluşların kullanmakta olduğu bilimsel biyoteknolojik ıslah yardımcısı yöntemler yok sayılmıştır ! Sanıyorum burada « madem biz teknoloji geliştiremiyoruz, gelişmişine de para yetiştiremiyoruz, en iyisi bunları yok sayalım ve kendi mağaramızda sessiz sakin yaşayalım » mantığı ile hareket etmek arzusundasınız ; öyle ise bugünden tezi yok eğer yapabiliyorsanız TIP alanında da kullanılan tüm biyoteknolojik yöntemleri hatta bunlardan biri olan transgenik teknolojisini de görmezden gelin !
Sayın Dizdar, el insaf bari siz bir hekim olarak bu yanlışı yapıp yarı cahil militanlar gibi biyoteknolojik yöntemlerin sadece bir tanesi olan transgeniklere karşı olarak biyoteknoloji kelimesini metinlerden çıkartmaya kalkmayın !
3. Tohumların fahiş fiyatları, Bakanlığın tohum geliştirilmesinde, üretilmesinde ve dağıtımında ki rolü, yeni yasanın tekelleşme getireceği, vb. konularında yapmış olduğunuz tenkidlere aşağıda Ziraat Müh. Odası Başkanı genç politikacı adayı, iple samanı birbirine karıştırma uzmanı Sn. Günaydın’a vermiş olduğum cevap metninde bulacaksınız ; lütfen bu konuları kaşımadan eğer gerçekten ilginiz var ise önce militanlar ile değil gerçek konunun tarafları yani üretenler (tohumcu – yetiştirici) ile görüşünüz.
4. Ülkemizde GDO lı tohumların girişi, dağıtımı, ekilişi tamamen yasaktır. Burada da – umarım bilinçli değildir – büyük bir yanlış yaparak işlenmek üzere ülkemize ithal edilen ABD ve Brezilya kaynaklı mısır, soja daneleri ile tohumluğu karıştırmaktasınız. Yurt dışında 50.-USD bedelle satılan aygıtlar ile bir danenin transgenik olup olmadığı kolayca anlaşılabilmektedir ; size önerim madem ki bu konuya ilgi duyuyorsunuz bunlardan bir tane edinip, yaz aylarında tarlalarda inceleme yapmanızdır.
5. Ülkemizin 40 yıl önceki durumunu « karnı tok – sırtı pek » bir vatandaş olarak nostaljik olarak yad ediyorsunuz ancak günümüzde hala dış dünyaya kapalı, Enver Hoca’cı bir rejimin olamayacağını (sadece Kuzey Kore var onlar da yakında açlıktan birbirlerini yiyecekler) nasıl inkar edersiniz. Ekolojik tarım vb. zengin safsataları kitlelerin karınlarını doyurmuyor ! bunlar ancak Nişantaşı, Bağdat Caddesi « cafe » lerinde 10.-YTL ye bir adet sandöviç yiyebilecek mutlu azınlığın hezeyanları olarak kalmaya mahkumdur.
Devletimizin öncelikleri :
a. halkının güvenliğini sağlamak (bu nedenle kendimiz yapamadığımız için milyar dolarlara savaş uçağı almak zorundayız),
b. halkının sağlıklı yaşamasını sağlamak (bu nedenle kendimiz yapamadığımız için milyar dolarlara tıbbi alet,ilaç, vs. almak zorundayız),
c. halkının karnını doyurmak (bu nedenle kendimiz yapamadığımız için bedeli ne olursa olsun yeni teknolojileri almak zorundayız),
d. halkını eğitmek ve bağımsızlığımızı korumaktır (bu nedenle yeni teknolojileri kovalamak, uygulamak ve geliştirmek zorundayız).
6. Yeni tohumculuk yasasının bir « ihanet » yasası olduğunu iddia edenler bilmelidirler ki benzer yasalar Fransa’da 1940 larda, Hollanda’da 1950 lerde kabul edilmiş ve bu ülkeler bugün tohumculuk sektöründe dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasına girmişlerdir.
Yapılması gereken yalan yanlış, bilgisizce tenkidler değil, yapıcı önerilerdir ; 1950 lerin hayali geleceğimizi aydınlatmaya yetmez !
1950 – 60 – 70 lerde « neleri yanlış yaptık ki bugün nal toplamaktayız ? » bunun analizi yapılmalı ve gelecek buna göre kurgulanmalıdır.
Bundan sonra uzmanlık alanınız dışında ki konularda yazarken daha dikkatli, ölçülü, araştırmacı ve sorumlu davranmanızı dilerim.
Saygılarımla,
Yavuz BATUR
Bir önceki T-TED (Tohum Endüstrisi Derneği) yönetim kurulu başkanı,
(Çoğunluğu yerli sermayeli) Tohum şirketi yöneticisi
Anadolu Tohum AS – istanbul / Turkiye
tel. + 90 216 392 36 04
fax + 90 216 493 51 81
TÜRKTED YÖNETİM KURULU ÖNCEKİ BAŞKANI SAYIN YAVUZ BATUR’UN ZİRAAT MÜH. ODASI ‘NIN BASIN BÜLTENİNE CEVABI
İstanbul, 30.09.2006
TOHUMCULUK PİYASA KOŞULLARINA TERK EDİLMİYOR
TERSİNE ATILIM YAPABİLMEK İÇİN YENİDEN YAPILANIYOR!
1963 tarihli Tohumlukların Tescil, Kontrol ve Sertifikasyonu Hakındaki 308 sayılı yasanın günümüzün ihtiyaçlarına cevap veremediği için değiştirilmesi elzem olmuştur. Şöyle ki, 1960’lı yıllarda tohumculukta atılım yapmak için gerekli olan,kamu sektörünün araştırma yaptığı, tohumluk üretip, sattığı yapının dünya ekonomisinin son 50 senede geçirmiş olduğu devinimi hiçe sayarak günümüzde değiştirilmeden sürdürülmesini savunmak ne kadar akılcıdır ?
Dünya büyük bir hızla değişirken hala 1960 ların düzeni
ni savunmak sol düşünce açısından dahi diyalektiğin inkarı değil midir ? Üstelik te bu düşüncenin Mühendislik mesleğini seçmiş, dolayısı ile aldıkları bilimsel eğitim sonunda dünyayı değiştirmeye soyunmuş ve tüm bir meslek grubu adına konuşma yetkisini elde etmiş kişiler tarafından dillendirilmesi ülkemiz adına ne kadar hazin!
Tohumculuk Yasa Taslağının hazırlanması için görevde ki hükümetten çok önce, 1999 yılında Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından bir Komisyon kurulmuş ve bu komisyon TTED’in de aktif katılımı ile Bakanlık, Üniversite, Özel Sektör ve çiftçi kuruluşlarının temsilcileri ile tam 5 yıl boyunca “ülkemizde tohumculuk sanayinin geliştirilmesi ve tohumculuğun ileri olduğu gelişmiş ülkelerdeki yapılara benzer yapılanmaların oluşturulabilmesi” amacıyla uzun süren çalışmalar yapmış ve sonunda 2004 yılında yeni yasa taslağını hazırlamışdır. Yasa taslağı eleştirisinde ülkemiz tohum pazarının son 20 yıldır tamamen yabancı firmaların denetimine girdiği ve bu tasarı yasalaşırsa daha da fazla gireceği tamamen politik, yanlı ve yanlış bir değerlendirmedir.
Çünkü :
Ø Tohum sektörümüzün libere edildiği 1984 – 1986 yılları öncesi ülkemizde kamu sektörü dışında bir iki firma hariç daha çok aktarlık yapan ve sayıları onu bulmayan
özel sektör tohum kuruluşu olmasına karşın, günümüzde % 95 i yerli sermayeli olan 120 nin üzerinde özel sektör firması faaliyet göstermektedir,
Ø 1980 öncesi melez sebze tohumlarının tamamı ülkemize kaçak girip, karaborsada fahiş fiyatlardan ve garantisiz olarak elden ele satılırken, günümüzde ülkemizin
her yerinde yetiştiricilerimiz her istedikleri tohumu ekimden 15 gün önce garantili olarak bulma şansına sahiptirler,
Ø 1980 öncesi sadece iç pazarda satılan 2 veya 3 adet yerli markalı tohum firması varken bugün tam bir rekabet ortamında iç ve dış pazarlarda satılan 70 ila 80 yerli
tohum markası bulunmaktadır,
Ø 1980 öncesi ülkemizde kamunun dışında araştırma yapan hiçbir yerli Tohum firması yok iken bugün sayıları 50 yi bulan ve Tarım Bakanlığı tarafından onaylanmış özel sektör araştırma kuruluşu her geçen gün alt yapılarını geliştirerek faaliyet göstermektedir,
Ø 1980 öncesi araştırma merkezlerinde istihdam edilen personelin çoğunluğu eğitim ve staj için yurt dışına gönderilmekte iken, bugün yerli ve yabancı sermayeli bir çok kuruluş çok sayıda eleman istihdam etmekte ve gelecek yıllar için önemli sayıda işinin ehli uzman yetiştirmektedir,
Ø Tohumculuk sektöründe istihdam edilen ve sayıları 3.000 i geçen ziraat mühendisleri ise ülkemizin en elit ve etkin ziraat mühendisleri olarak mesai kaygısı olmadan 365 gün 15 saat çalışıp türk yetiştiricilerine son 20 yılda sulama, gübreleme, ilaçlama ve yetiştirme teknikleri ile ilgili mükemmel atılımlar yaptırmışlardır. Bu konularda ki gerçekleri saptamak için mikrofon başından sağa sola çamur atmak yerine, tarlaya inip her hangi bir türk yetiştiricisi ile tohum firmalarının katkılarını konuşmak yeterli olacaktır,
Ø Son olarak üzerinde bu kadar söz söylenen tohum sektörümüzün yurt dışı bağımlılığını rakamlarla açıklamaya çalışayım : son yıllarda ortalama tohum dış alımımız 60 ila 70 milyon USD, dış satımımız ise 25 ila 30 milyon USD’dir. Bu bağımlılığın 70 milyar USD lik ithalat içinde nasıl bir kara delik olduğunun takdiri sizlerindir.
Bu liste uzar gider, gerçekler ortada iken yapılan bu yıkıcı ve mesnetsiz tenkidler ise zaten zor günler geçiren türk tarımını hiç bir yere vardırmaz ! unutmayalım “güneş balçıkla sıvanmaz !”
Ziraat Mühendisleri Odası Başkanının Basın açıklamalarında yer alan ve tohum sektörünün yetiştiricilere faydadan çok ekonomik zarar verdiğini savlayan iddialarına gelirsek sözcülerin gene büyük bir bilgisizlik ve yanılgı içerisinde oldukları görülecektir; şöyle ki: Domates tohumu fiyatlarının fahiş olduğundan bahsedilmekte ise de örtü altı yetiştiriciliğinde temel girdi olan tohum bedelinin toplam hasılat içerisinde sadece % 1 lik bir pay aldığını söylersem, bu orana çok yüksek diyebilir misiniz ? Şöyle ki, 1 kg tohumda yaklaşık 400.000 çekirdek bulunduğu ve 1 dekara 2.500 bitki dikildiği hesabıyla, dekar başına sizlerin verdiğiniz 30.000 USD fiyatını dahi temel alsak ki (gerçekte 10.000 USD ye de satılan tohum var), dekara tohum maliyeti 280 YTL, bunlardan üretilen ürün ise 30 ton olup kış sezonunda yaklaşık ederi 30.000 YTL olacaktır. Bu orantılar ile pahalı tohumdan bahsetmek ne kadar doğrudur? önemli olan üreticinin ne kadar verip, karşılığında ne aldığıdır ?
Ayrıca 1980 yılında seralarda m2 den 10 kg altında verim alınırken bugün kullanılan tohumlar sayesinde m2 den 30 kg verim alındığını, gene bu tohumlardan yetiştirilen bitkilerin hastalıklara dirençleri sayesinde zehirli ilaçlardan da tasarruf edilip, çevrenin daha az kirletildiğini, ayrıca eskiden aşina olduğumuz ürünün 1/3 ünün tarlada çürüyüp kalması, 1/3 ünün çöpe atılması ve sadece 1/3 ünün sofraya ulaşabildiği günlerin artık bittiğini söylesem hala bu savı destekler misiniz?
Ülkemizin yaş sebze dışsatımı son yıllarda sürekli artarak yıllık yaklaşık 250 milyon dolar, işlenmişler ile beraber 450 milyon dolar seviyesine erişmiş olup, önümüzde ki yıllar için hedeflerimiz çok daha fazlasıdır; acaba yerli ama köy popülasyonları ile bu miktar dışsatım yapılabilir miydi ?
Diğer yandan tohumculuk faaliyetinin özelleştirilmesi sonucu yerli çeşitlerin yok olduğu savına katılmak da işi bilenler açısından olası değildir; uzmanına “bugün eski Çengelköy hıyarını yetiştirebilirmiyiz?” diye sorsak alacağımız cevap “günümüzde var olan hiçbir hastalığa direnci olmadığından imkansızdır” olacaktır.
Ancak bugün yediğimiz “badem tipi” kısa hıyarların ve çarliston biberlerin % 100 ünün türk özel sektör ıslahçıları tarafından ülkemizde geliştirilmiş ve ülkemizde üretilmiş olduklarını söylesem acaba ekonomik değeri olan yerli çeşitlerimizin de geliştirilerek yaşadıklarına inanırmısınız ?
Pekala uzun senelerdir çok güçlü alt yapılar ile araştırma yapan kamu kuruluşlarının şu anda piyasada istenen, satılan hiç bir hibrid çeşidi var mı?
Maalesef yoktur. Nedenine gelirsek, yeni bir çeşit geliştirmenin 10 ila 15 yıl sürdüğü ve tamamen bir kişinin beynine bağlı olduğu bir konuda siz uzmanlarınıza 3 ila 5 senede bir yer değiştirtirseniz bu sonucu kader gibi kabullenirsiniz ! Her türk vatandaşının bildiği gibi maalesef kamu sektörünün istihdam, ücret, çalışanı ödüllendirme, kalifiye uzman kullanımı, yatırım, liyakat, vb… konularda özellikle yaklaşık 100.000 kişi istihdam eden Tarım Bakanlığının yazınızda belirttiğiniz TAGEM – TİGEM benzeri uygulama merkezlerini yönetmesi ve başarıya ulaştırması olanaksızdır. Buralara harcanan kaynakların 1/10 ile özel sektör mucizeler yapabilir ve yapmaktadır; örneğin TAGEM’e 2003 yılında verilen 6,5 milyon YTL lik kaynak (tahmin edeceğiniz gibi bu 70 milyon vatandaşımızın borcu) ile yapılan “f1 hibrid geliştirme projesi” ile son 3 yılda 30.000 YTL lik değer yaratılamadan toplam paranın 3/5 harcanmıştır.
Tohum firmalarının sadece karlı olan melez tohumların üretimi ve satışı ile uğraştığı buna karşın karsız bulduğu kendine döllenen türler ile ilgilenmediği savı da tamamen yanlıştır ve bilgisizlik örneğidir. Neden mi?
Öncelikle bir saptama: hiç bir özel şirket kamu sektörü ile rekabet yapacak kadar zengin ve budala olamaz, olsa da yaşayamaz !
TTED olarak son 15 senedir
her platformda kendine döllenen çeşitler ile ilgili öncelikle yeni çeşitlerin devreye sokulabilmesi için “çeşit koruma yasa”sının çıkartılmasını, “sertifikalı tohumluk kullanımının teşvik edilmesini” ve sonrasında da “kamunun dağıtımdan tamamen çekilmesini” istedik. Bu taleplerimizden ilki 2004 yılında, ikincisi ise son 3 senedir gerçekleşti. Sonuç olarak 2001 yılında kamunun buğday fiyatına sattığı tohumluklardan ancak 56.000 ton dağıtılabilinirken (ülke ihtiyacımız 626.000 ton/yıl) günümüzde hem yeni çeşitler konusunda, hem de dağıtım konusunda özel sektörün her geçen gün daha fazla pay almaya başlamasıyla beraber 2006 da tahminen 200.000 ton dağıtılmadı ancak tam tersine satıldı ! Bu şekilde kullanılan tohumluğun kalitesi arttırılırsa gelecek 5 sene içerisinde ülkemiz net hububat dışsatımcısı olacağı gibi, dağıtımın tamamını da özel sektör eliyle aksamadan gerçekleştirecektir,
Tasarı ile sektörün “çokuluslu tekellerin eline geçeceği” savının doğruluğunu sınamanız için size 2006 da ülkemizde 128 tohum şirketi, 50 ye yakın fide üretim tesisi ile 2.500 ün üzerinde perakendeci bayinin sektörde faaliyette olduğunu söylemekle yetineceğim. Tohum şirketleri arasında tamamı derneğimizin üyesi olan çok uluslu firmalar da bulunmakta ve kendilerinin ülkemiz tohumculuğuna teknoloji transferi yanında uzman teknik eleman ve de yönetici yetiştirilmesinde büyük hizmetlerinin olduğunu söyleyebilirim (yerli firmalarımızın çoğunun insan kaynakları bu firmalardan sağlanmıştır). Ayrıca bugün çok revaçta olan ve ülkemizde kullanılan melez tohumların firesini yaklaşak % 20 civarında azaltan fidecilerin de ilki yabancı sermayeli bir şirket olup, oradan yetişen elemanlar sayesinde bugünkü altyapı oluşturulmuştur.
Diğer bir tenkid ile Hakem Kurullarının çiftçi – şirket anlaşmazlıklarında şirket lehine karar vereceği iddia edilmekte ve bu tesbitin de gene konunun dışındaki kişilerin yazmış olduğu, gerçekle örtüşmeyen hayali senaryolara dayandığını düşünmekteyim.
Hakem Kurulları gönüllülük esası ile çalışan, ulusal ve uluslararası ticarette şirketler arasındaki anlaşmazlıkların, hızlı ve ekonomik olarak yani uzlaşma yoluyla çözülebilmesi için kurulan tarafsız kurullar olup, üreticiler ile hiçbir ilgisi yoktur. Kaldı ki bu Kurulların cezai yaptırımları da olmayıp Uluslararası Tohum Federasyonu (ISF) üyeleri arasında da hakemlik yapacaklardır. Herkesin bildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde mahkemelerin üzerinde hiçbir karar organı olamayacağı gibi uzlaşma ve hakem kurulu raporlarından memnun olmayan tarafların mahkemeye gitme hakları her zaman saklı kalacaktır.
Sonuç olarak kamunun esas görevinin sektörü aksamadan işletecek yasal düzenlemeleri hızla yapmak ve adilane çalıştırmak olduğuna inanıyor ve bunun dışında ülkemizin bu konuda gelmiş olduğu yer göz önüne alındığında tohumculuk faaliyetinin tamamen özel sektör eliyle gerçekleşmesinin tartışma konusu edilmesinin dahi abesle iştigal olduğunu düşünüyorum.
Gerek ülkemizin doğal zenginliği ve bulunduğu özel coğrafya, gerekse dinamik tohum sektörünün varlığı sonucu TTED ve Tarım Bakanlığımızın tohumculukla ilgili birimleri sektörümüz için beraberce aşağıda ki hedefleri saptamışlardır :
1. Türk Tohumculuğunun dünyada “araştırma yapan, üreten ve pazarlayan” ülkeler grubunda bulunduğunun diğer ülkelere anlatılması,
2. Özellikle tarla bitkilerinde çiftçilerimize büyük ekonomik artı değer sağlayacak, bulunduğumuz boylamda “seçilmiş üretim bölgesi” olmasının tohum ürettirici firmalara tanıtılması ,
3. ve de en önemlisi “orta ve batı asya – orta doğu ve kuzey afrika bölgesinde ülkemizin tohumculukta bölge lideri” olmasının sağlanması.
Hedefleri koymak kolay ve güzel ancak gerçekleştirmek için sektörde değişik kademelerde devreye giren tüm çıkar gruplarının beklentilerine cevap veren, dengeleri gözeten bir alt yapı kurmadan bu münkün mü?
Ülkemiz yıllar yılı konserve fabrikaları ile yetiştiricilerin kısır çekişmelerini yaşadı; bir yanda önceleri üreticilere her türlü teknik ve mali yardımı yapan firmalar, diğer yanda sözleşme fiyatından biraz fazla fiyatı bulduğunda gece ürün hasat edip gizlice satan üretici kesimi, daha sonraları ise gittikçe daha az sözleşme yaparak üretici sıkıştıkça ürünü ucuza kapatmaya çalışan sanayiciler, sonuçta son 10 yılda yıllık 500.000 tonluk üretimden 100.000 tona düşen salça sanayimiz !
Biz tohumcular bu tür ilkel pazar davranışlarını engellemek, uzun vadeli ve kalıcı bir Tohum Sanayimizin kurulabilmesi için yola çıktık ve Türkiye Tohumcular Birliği organizasyon şemasının, Bakanlığımızın ilgili birimleri ile beraberce çalışarak uzun tartışmalardan sonra yasada yer almasını sağladık.
Birlik organizasyon şeması hazırlanırken AB’nin tohumculukta en gelişmiş iki ülkesi olan Hollanda ve Fransa’daki tohumculuk sektörünün işleyişi incelenerek
Fransa’da “Tohum ve Fide Birliği” (GNİS) ve Hollanda’da ise “Tohum Denetim Vakfı” (NAK) modelleri ülkemize uyarlanmıştır. Dolayısı ile bu model hiç denenmemiş maceracı bir model olmayıp, anılan 2 ülkeyi dünya ölçeğinde söz sahibi kılmış bir ve türk tohum sektörünü de geliştirebilecek bir modeldir.
Birlik, “ıslahçılar – tohum, fidan ve fide üreticileri – nüveci çiftçiler – perakendeci tohum bayileri – süs bitkileri üreticileri” gibi tohumculuk sektörünün ilgili kesimlerini önce alt birlikler halinde bir araya getirip, örgütleyecektir.
Zaman içerisinde Birlik, Bakanlık desteği ile gelişip, alt yapısını oluşturdukça yine Bakanlık’tan alacağı yetkilerle denetim işlevini de yapabilecek hale getirilecektir.
İcraatı yapanların denetimi yapması ilk bakışta ters gözükse de gelişmiş bir sektörde otokontrol kadar etkin bir denetim de olamaz. Bugün için Birlik içerisinde tüm paydaşlar eşit oy hakkına sahip olacaklar ve dolayısı ile yerli veya yabancı hiçbir grubun yönetimde tekel kurması söz konusu olamayacaktır. Yukarıda anılan her 2 ülkede de sertifikasyon işlevleri üreticilerin üye olduğu özerk kuruluşlar vasıtasıyla gayet başarılı bir şekilde yürütülmektedir. Bu modelin ülkemizde de yürümemesi için hiçbir neden yoktur (diğer sektörlerde başarılı örnekler ülkemizde de vardır) kaldı ki, adı geçen yasa taslağında da açıkça belirtildiği gibi tüm bu işlerden sorumlu idari birim her zaman Tarım Bakanlığı olacak ve eğer isterse yetkilerinden bazılarını devredebilecektir; doğal olarak eğer işler umulduğu gibi gelişmez ise Bakanlık devrettiği yetkiyi de her zaman geri alma hakkına sahiptir. O halde bu paniğe ne gerek var ? Kaldı ki şu an yürürlükte olan 308 sayılı yasanın 2nci maddesi ile bu yetki devri mümkün kılınmış olup taslak ile getirilen konunun biraz daha açılmasıdır !
Gene konunun yenilik diye ele alınıp, niçin itiraz edildiğini anlamamız mümkün değildir ?
Ayrıca Ziraat Müh. Odası gibi binlerce üyesi bulunan bir sivil toplum kuruluşunun başındakilerin, “diğer sivil toplum kuruluşlarına yetki devretmeyin işi beceremezler” demesinde ki çelişkiyi ben şahsen izah edemiyorum ! Kaldı ki bu taslak ile getirilmek istenen modelde her bölgede çokca ziraat mühendisi aynı sigorta eksperliği gibi sertifikasyon konusunda eğitilecek ve gerektiği anda göreve çağrılacaklardır. Bu durumda Fransa’da çalışan 2.500 ziraat mühendisi bulunmaktadır. Ziraat Müh. Odası’nın böyle bir modele karşı çıkması taslağın ciddi bir şekilde okunmadığının en güzel kanıtıdır.
Diğer yandan Ziraat Müh. Odası, yasa taslağında GDO’l
arın (genetiği değiştirilmiş – aktarma genli organizmalar) yaygın olarak kullanılmasına imkan sağlayacak hususların yer aldığını ifade ederek bilinçli olarak toplumu yanlış bilgilendirmektedir. Çünkü Yasa Taslağında (GDO) ların nasıl kullanılabileceğine veya kullanımlarının serbest bırakıldığına ilişkin hiçbir hüküm yer almamaktadır. GDO’ lar sadece taslağın Tanımlar bölümünde çeşit tanımı içerisinde “biyoteknolojik yöntemler” ifadesinin kullanılmış olması nedeniyle yer almaktadır. Ancak şunu unutmayalım ki bir bilimsel tarif yapılırken, elde ediliş yöntemine karşıyım diyerek var olan ve birçok ülkede yaygın olarak kullanılan bilimsel bir gerçeği gözardı edemezsiniz! Bu şuna benziyor : “ben Mars gezegenini sevmiyorum, bundan sonra gezegenler arasında adını anmayalım !” böyle bir şey olabilir mi? gene Galileo devrine mi döndük?
Tanımı yapan eksiksiz yapmağa mecburdur, ondan sonrası tamamen hükümetlerin ve yüce meclisin iradesi ile ilgili olup, kullanımına isterse izin verir, isterse vermez. Bu durum yeni yasa kabul edilsin edilmesin bugün de aynen bu şekilde yürürlüktedir yani GDO’lar konusunda üretim, ithalat ve ihracat izinleri tamamen Tarım Bakanlığında bulunmaktadır. Burada bilinçli olarak bir saptırma yapılmakta ve sanayide kullanılan ithal ürünler ile tohumluk konusu karıştırılmaktadır. “Türkiye’de üretimi ve dağıtımı yasak olan GDO’lu tohumların bu yasa tasarısı ile ülkemizi işgallerine ortam hazırlandığı” tamamen ve kocaman bir yalandır !
Ülkemizde GDO’ların üretimi ve satışı ile ilgili özel bir yasa taslağı hazırlanmış olup (Biyogüvenlik yasa Taslağı), bu taslak yasalaştırıldığında konu tamamen açıklığa kavuşacaktır. Bu konunun tartışılma yeri tohumculuk yasa taslağı değildir. Maalesef Sayın yöneticiler 2 taslağı birbiri ile karıştırmış durumdadırlar.
Sonuç olarak yasa taslağına karşı çıkan görüş sahiplerinin taslağı iyice okuyup incelemediklerini ve tohumculuk sektörü ile yetiştiricilerin düşüncelerinden, beklentilerinden habersiz olduklarını düşünüyor, taslağa sırf muhalefet etmek, GDO konusunda ise hiçbir fırsatı kaçırmadan kamu oyunu ürküterek sindirmek amacıyla gündemde tutmak dürtüsü ile hareket edildiğine inanıyorum.
Gönül isterdi ki üyelerinden önemli bir kısmının tohumculuk sektöründe çalıştığı Ziraat Mühendisleri Odası ve onun Sayın Başkanı tarihe mal olmuş ve tüm dünyada iflas etmiş kolhoz modellerini savunacağına, ülkemiz tohumculuğunun gelişimi için konu hakkında yeterli bilgiler ile donanmış olarak can alıcı, yapıcı eleştiriler yanında somut öneriler ile basında yer alsın. Tam bağmsızlık Ulu Önder’imizin işaret ettiği gibi ekonomik bağımsızlıktan geçer ! ekonomik bağımsızlık için ise gelişmiş ülkelerin modellerini ülkemize akıllıca uyarlamalı, bilime ve teknolojik gelişmelere sırt çevirmemeliyiz. Aksi halde hamaset ve kuru milliyetçilik ile sonumuz sovyetler gibi olur, açlığa mahkum oluruz.
Bundan böyle Tohumculuk sektörünü geliştirici daha yapıcı fikirlerinizi bekler, başarılar dilerim.
Saygılarımla,
Yavuz BATUR
Yavuz Batur’un hedef aldığı Yavuz Dizdar imzalı yazı:
Ey Sevgili Okurum; “Tohumuna sahip çık!”- Dr.Yavuz Dizdar(Dünya Gazetesi-7.12.2006)
Türkiye’de bir süre önce bütün tartışmalara rağmen hazırlanıp yürürlüğe konulmayı bekleyen yeni Tohum Yasası, akıl almayacak bir hatanın devlet eliyle nasıl işlendiğini göstermekte. Tohumculuk Kanunu Tasarısı nedendir bilinmez, tohum üretimi ve kullanımını “zaptı rapta” almayı hedefliyor. Ekoloji Kollektifi’nin yaptığı açıklamaya göre “Bu kanunla, bugüne kadar Tarımsal Araştırmalar Genel Müdürlüğü’ne (TAGEM) bağlı enstitüler aracılığıyla tarımsal araştırma-geliştirme sonucu üretilip üreticilere dağıtılan tarımsal sistem tamamen yok edilmekte. Kendi yerel tohumunu ve çeşitliliğini giderek kaybeden çiftçilerimiz bir kilo domates tohumunu 18-20 bin dolar fiyatla almak zorunda bırakılıyor. Tohum da dahil her türlü girdinin giderek uluslararası şirketlerin eline geçtiği bir sistemde üretici sözleşmeli üreticilikle ürettiği ürününü maliyetine ve maliyetinin altına satmak zorunda kalıyor. Tohumculuk Kanunu Tasarısı’nın içerdiği en tehlikeli hüküm ise, tohumda “çeşit” kavramının “.. geleneksel ve/veya biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilmiş olan genetik yapı” olarak tanımlanması ve tescile tabi kılınması. Yasanın bu maddesiyle, çok uluslu şirketler, bu topraklarda yüzyıllardır, doğanın ve insan emeğinin oluşturduğu tohumları, neye yarayacağını bilmediğimiz biyoteknolojik yöntemle kazandırdıklarını iddia ettikleri sözde “yeni” özellik ile patentlemeye çalışıyorlar.”
Ekoloji Kollektifi’nin söylediklerinin yanlış olduğunu kimse iddia edemez. Bu satırlarda sık sık tarım politikalarımızın hatalı olduğundan, daha doğrusu tarım politikamız olmadığından söz ediyorum. Benim gibi kırklı yaşlarını sürmekte olanlar hatırlayacaklardır, biz ilkokuldayken Anadolu’nun bütün dünyayı besleyecek tahıl ambarı olduğuyla gurur duyar, hayvancılığımızla övünürdük. Bu gururun yüzde ellisinin abartı olduğunu var sayın, hatta isterseniz Yerli Malı Haftaları’nı da o dönemin romantizmi olarak algılayın; yine de açık olan bir şey vardı; “biz kendi ürettiklerimizle bu ülkeyi besler durumdaydık”. Devlet “böyyüklerimiz” tarım toplumundan sanayi toplumuna geçemediğimizden yakınırlardı ama, bu ülkede aç yoktu, çiftçi de ne ekeceği konusunda hür iradesine sahipti. Bugün geldiğimiz nokta, “nasıl olsa daha ucuz diye” dışarıdan alarak başladı. Önce et konusunda dışa bağlandık, ardından buğday konusunda çıkmaza girdik. Pancar işlemek üzere kurulmuş şeker fabrikalarımız, şeker kamışı zorlamasıyla kapanma aşamasına geldi. Bütün bunların üzerine genetiği değiştirilmiş (GDO) tohumlarla tanıştık. Bu tohumlar önce “pilot üretim” olarak yutturulmaya çalışıldı, ardından gelen toplumsal itirazlar üzerine Tarım Bakanlığı yetkilileri üç maymunu oynadı: “Görmedik, duymadık, bilmiyoruz!”
Ancak tohumculuk kurallarını düzenlemeye yönelik bu son yasa olanı biteni “cehaletlerindendir!” aşamasından çıkartıp, “ihanetlerindendir!” aşamasına sürükledi. Ülkemizde ekilecek tohumları “standardizasyon” makyajıyla yok etmeye çalışılan bu yasa tasarısı, aslında tohumların denetimini doğrudan tekele bağlamayı amaçlamakta. Bu tekelin sahibi de ister istemez çoğu Amerika kökenli şirketler olacak. Zira AB uyum paketi içerisinde görüşülen bu yasanın çıkması halinde devlet tohumculuğun her alanından çekilecek, kontrolü şirketler alacak. Yasa taslağının 15. maddesinde bahsedilen yetki devriyle birlikte kamu üretim, sertifikalandırma, ticaret ve denetimi, uluslararası tarım şirketlerine bırakılacak. Böylelikle de ülkemizin tarım politikaları uluslararası şirketlerin ya da onların kuracakları (kurdurtacakları) birliklerin kontrolüne terk edilecek. Üstelik pazarlanmaya çalışılacak tohumlardan elde edilecek ürünlerin olası zararları bu kadar açık seçik ortadayken.
Oysa bir kez daha altını çizerek ifade edelim, ülkemizde tüm Avrupa’daki bitki çeşidine yakın bir sayıda olmak üzere, 3 bini endemik toplam 13 bin çeşit bitki bulunmakta. Böylesine bir zenginlik dünyanın hiçbir yerinde yok. Durum böyleyken, yani insanlar binlerce yıldır bu coğrafyanın sunduklarıyla mükemmelen beslenirken, birileri çıkacak ve diyecek ki, “bundan sonra yiyeceğiniz tohumlar patentli olacak”. Buna kim inanır, ama daha önemlisi bu yasa tasarısını teklif edenlerin bu toprakları ve bu insanları sevdiklerine kimin güveni kalır?
Bi
r haftadır İstanbul’un orman arazilerinin nasıl talan edildiğini izliyorsunuz. Durum o kadar trajikomik ki, zamanında villalara yapım iznini veren, sit kararına karşı çıkan belediyenin başkanı bugün Başbakan. Kimsenin diyeceği bir şey yok, yani “tuzun kokması” durumu (neyse ki İçişleri Bakanlığı’nın “soruşturma yapılamaz” kararı Danıştay’dan döndü, devletin “derin hafızası” bile olsa kimse gocunmasın). Tarımın uluslararası tekellerin kontrolüne girmesine neden olacak bu yasa tasarısının sahibi de Sayın Başbakan. Anlaşılan, vatan sevgisi, meydanlarda şiir söylemekle olmuyor.