ABD’de Demokrat Parti’nin seçim zaferi, Savunma Bakanı Rumsfeld ‘in istifası, Irak Çalışma Grubu Raporu , Ortadoğu’da yeni bir sayfanın açılmakta olduğunu düşündürdü. Bu yeni sayfada, tarih, Bush yönetiminin artık daha çok diplomatik, “yumuşak güç” taktiklerine geri dönerek, Irak’tan 2008’e kadar çekilebilmek amacıyla Suriye ve İran ‘la görüşmelere, İsrail-Filistin sorununa daha tarafsız yaklaşmaya başladığını yazabilirdi. Ne […]
ABD’de Demokrat Parti’nin seçim zaferi, Savunma Bakanı Rumsfeld ‘in istifası, Irak Çalışma Grubu Raporu , Ortadoğu’da yeni bir sayfanın açılmakta olduğunu düşündürdü. Bu yeni sayfada, tarih, Bush yönetiminin artık daha çok diplomatik, “yumuşak güç” taktiklerine geri dönerek, Irak’tan 2008’e kadar çekilebilmek amacıyla Suriye ve İran ‘la görüşmelere, İsrail-Filistin sorununa daha tarafsız yaklaşmaya başladığını yazabilirdi. Ne yazık ki, geçen hafta gelişmeler tam aksi yönü işaret ediyordu.
IÇG raporunun saptadığı gibi, Bush yönetiminin Irak operasyonunu yüzüne gözüne bulaştırdığı bir gerçek. Ama, Irak stratejisinin şekillenmesinde, “askeri-sınai kompleks” olarak tanımlanan ekonomik/siyasi çevrelerin, neo-conların, AIPAC’ın (İsrail devletinin ABD lobisinin) basıncı var. Dahası, ABD, Irak’a “yaşamsal” olarak saptadığı uzun dönemli çıkarlarının gereği olarak geldi: Irak’ın enerji kaynaklarına el koymak, bunları kullanarak OPEC’in etkisini kırmak, Rusya ve Çin karşısında stratejik bir noktaya yerleşmek, hatta eğer mümkün olursa tüm bölgeyi ABD himayesinde uluslararası sermayeye açmak (BOP), gibi hesaplar söz konusuydu.. Daha önce de vurguladığım gibi (15/11/06), tüm bu “yaşamsal çıkarlar” söz konusuyken ABD’nin Irak’tan, bir yenilgiyi açıkça kabul ederek çekilmesi, ABD egemen ideolojisindeki “istisnai ülke” , mitosu açısından da çok zor.
Zaten, dikkatle okuyunca, IÇG raporunu ilk anda medyada yansıtıldığı gibi, Irak’tan çekilmeyi değil, aksine, kalmanın yollarını araştırdığı, petrol kaynaklarının bir an evvel özel sermayeye açılmasını önerdiği, geçen hafta işaret ettiğim gibi, esasen Irak’a ilgili tartışmaların çerçevesini çizmeyi amaçladığı anlaşılıyor.
Geçen hafta yaşanan gelişmeler…
Rumsfeld’e, görevden ayrılırken yapılan görkemli tören, neo-con etkisindeki medya organlarının IÇG raporunun “realist” yorumlarına yönelik şiddetli saldırıları, American Enterprise Insitute ‘ün hazırladığı Irak raporu, neo-conların etkilerinin yeniden güçlenmekte olduğunu gösteriyordu. Ama, bunun, sanırım en güçlü göstergesi, bir süredir, sessizliğini koruyan Condaleeza Rice ‘ın, yeniden piyasaya çıkarken, tavrını neo-conlardan yana koyması, Washington Post ‘a, IÇG raporunda önerilenin aksine, İran ve Suriye ile görüşülemeyeceğini söylemesiydi. Dahası, Cumhuriyetçi Parti’nin gelecek seçimlerde başkan adayı olma yolunda hızla ilerleyen senatör McCain ‘le, büyük olasılıkla, McCain’in, AIPAC’in desteğini garantilemek için, başkan yardımcısı adayı olarak yanına alacağı senatör Lieberman geçen hafta Irak’taydılar. Bu iki adamın, Irak’a ek 15-25 bin asker gönderilmesine, Sadr ‘ın milislerinin bir an evvel tasfiye edilmesine ilişkin önerileri ( The Independent, 16/12), önde gelen neo-conlardan, Kagan ‘ın hazırladığı AEI’nin raporuyla uyum halindeydi. Council on Foreign Relations ‘dan Stephen Biddle ise 35-50 bin asker gönderilmesini bekliyordu ( The Daily Telegraph , 16/12). Bush kararını yıl başından sonra açıklayacak.
Diğer taraftan gelişmeler, Suudi Arabistan ‘ın, İran’ı dengelemek amacıyla, Irak’ta doğrudan devreye girmeye hazırlandığına işaret ediyor. Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçisi Prens El Türki , ciddi bir açıklama yapmadan, aniden istifa etti ve ülkesine döndü. Wall Street Journal istifayı, Türki’nin danışmanlığını yapan genç Suudi diplomat, Navaf Obayid ‘in iki hafta önce Washington Post ‘ta yayımlanan bir yorumuyla, Cheney ‘in ani Suudi ziyaretiyle ilişkilendirdi. (16/12). Obayid, yorumunda “Suudi Arabistan’nın, Sünnilerin katledilmesini önlemek için Irak’a büyük çaplı bir müdahaleye hazırlandığını” ileri sürüyordu. Journal yorumunda, Türki’nin, 2001’de, 11 Eylül’den 10 gün önce, Suudi istihbarat teşkilatının direktörlüğünden, aniden istifa etmiş olduğunu anımsatarak, bu kez de bir “olay” beklentisi ima ediyordu. Suudi dışişlerinin, “ABD Irak’tan çıkarsa biz Sünnilere yardım ederiz dediği” de bildiriliyor. ABC News ‘e göre Suudi rejimi, işe, ABD’nin en çok kayıp verdiği Anbar bölgesinden El Kaide’yi temizleyerek başlayacaktı. Suudi rejiminin devreye girmesi, tüm bölgeyi ateşe verecek bir çılgınlık gibi görülebilir; ama bir mantığı da yok değil.
Saddam sonrası dengeler
Saddam rejiminin yıkılması bölgede İran’ı dengeleyen en önemli gücün tasfiyesi anlamına geliyordu. ABD Irak’ta duruma hâkim olamayınca, petrol fiyatlarının getirdiği mali olanaklarla birlikte İran’ın manevra alanı genişledi. İran rejimi bu yeni ortamı, Rusya ve Çin’in de yardımıyla, başarılı bir biçimde kullanmaya başladı: Irak’ta Şiiler, Lübnan’da Hizbullah-Suriye kanalıyla etkinliğini arttırdı, nükleer silah projesinde ileri adımlar atmaya başladı. Geçenlerde yapılan Peygamber-II savaş oyunlarında sergilediği füzeler ( The Asia Times 15/12), bir saldırı karşısında, etkili bir misilleme kapasitesine sahip olduğunu gösteriyordu.
Aslında, Lübnan’da Suudi uzantısı Hariri klanıyla, Şii Hizbullah’ın siyasi rekabeti, Irak’ta hükümetin içinde İran’a yakın Şiilerin, Sünnilere etnik temizlik uyguladıklarına ilişkin yaygın söylentiler, Suudi rejimiyle İran’ın, çoktan karşı karşıya gelmeye başladığını gösteriyor. Suudi rejimi, İran’ın nükleer silahlara sahip olarak körfez ülkeleri üzerinde bir tehdit oluşturmasına, Müslüman dünyasında bir hegemonyacı bir güç olarak yükselmesine izin vermekten yana değil. Uzmanlar Suudi Arabistan’ın kolaylıkla Pakistan’dan nükleer bomba, Kore’den de füze alabileceğini, son zamanlarda, Suudi Arabistan’da çöldeki bir tesiste Korelilere rastlandığını ileri sürüyorlar.
Tüm bunlar, Suudilerin, Irak savaşına müdahil olma niyetinin arkasındaki mantığı, neden ABD ve İsrail tarafından bu yönde destekleneceğini de gösteriyor. Suudi güçlerinin El Kaide’yi temizliyorum bahanesiyle, Irak’a girmesi, Anbar bölgesinde ABD’nin yükünü azaltarak, Sadr ‘a yönelik bir saldırıyı kolaylaştıracaktır. Irak’ta militan bir Şii örgütünün tasfiyesi, İran’a yönelik bir ABD saldırısı olasılığını arttırır. Buna karşılık, İran’a yönelik bir ABD/İsrail saldırısı da Suudi rejiminin işine gelir. Üstelik eğer jeopolitik gelişmeler bu yönde ve hesaplara uygun ilerlerse, İran’da rejim değişikliği, Rusya ve Çin’in bölgedeki en önemli etki kanalını da kapatır. Bu sırada Müslüman dünyası da, tam ortasından, üstelik de İsrail’in yalnızlığını azaltacak bir biçimde bölünecek ve ABD’ye paha biçilmez bir “off shore balancing” (uzaktan dengeleme) olanağı doğacaktır
Ancak, jeopolitikte, evdeki hesaplar nadiren çarşıdakine uyar. Bu proje, büyük bir Sünni-Şii çatışmasını, Suudi Arabistan’dan Irak’a, Lübnan, hatta Ürdün’e kadar, özellikle de Şiileri hedef alan katliamları gündeme getirebilir. Açarsa, devlet dışı aktörlerin hareket alanı genişler. Bu ortamda, petrollerin ABD’nin kullanımına açabilmesi, BOP’u yeniden canlandırması da mümkün olmaz. Dahası, bölgenin, “enerji güvenliği” açısından önemi düşünüldüğünde, İran’ı hedef alarak başlayan bölgesel bir çatışma ortamının Rusya ve Çin yakınlaştırmasını (kimi gelişmekte olan ülkeleri de bu yörüngeye çekerek) yeni bir “doğu blokuna” doğru hızlandırma riski de var. Hem de, ABD ve Asya ülkeleri arasındaki mali dengesizliklerle, borç piyasalarındaki akıl almaz büyüklükteki köpüklerle, her an bir mali krize yuvarlanabilecek bir dünya ekonomisinin içinde…
Cumhuriyet