Ekonomide, siyasette, uluslararası ilişkilerde yaşanan gelişmelerin etkisiyle, siyasi yelpazenin sağında ve solunda, ulusalcı duyarlılıklar yükseliyor; taraflar geçmişin ağır yüküne karşın, diyalog yolları arıyorlar. Böyle bir diyalog, solda (geniş anlamda) hem yeni olasılıklara işaret ederken hem de şoven milliyetçilik, otoriter bir siyasi şekillenme, hatta protofaşist rejim riskleri içerdiğinden güçlü bir gerginlik yaratıyor. Bu bağlamda, soğuk kanlı […]
Ekonomide, siyasette, uluslararası ilişkilerde yaşanan gelişmelerin etkisiyle, siyasi yelpazenin sağında ve solunda, ulusalcı duyarlılıklar yükseliyor; taraflar geçmişin ağır yüküne karşın, diyalog yolları arıyorlar. Böyle bir diyalog, solda (geniş anlamda) hem yeni olasılıklara işaret ederken hem de şoven milliyetçilik, otoriter bir siyasi şekillenme, hatta protofaşist rejim riskleri içerdiğinden güçlü bir gerginlik yaratıyor.
Bu bağlamda, soğuk kanlı ve akılcı yaklaşımlar geliştirebilmek açısından, son yıllarda, özellikle Venezüella’da Chavez iktidara geldikten sonra, Latin Amerika da yaşananlar, önemli dersler içeren, zengin bir deney oluşturuyor.
Venezüella’dan Ekvador’a yeni halkçılık
Halkçılığı , birçok sınıf ve tabakayı içeren bir toplumsal hareketin siyasi ifadesi olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımlamadan hareketle, halkçılığın, bu hareketi bir araya getiren söylemin niteliğine bağlı olarak demokratik, sol ya da sağ , hatta protofaşist özellikler sergileyebileceğini kolaylıkla görebiliriz. Yine bu tanımlamadan hareketle, 1999’da Chavez’in iktidara gelmesinden bu yana, Latin Amerika’da bir demokratik sol halkçı dalganın yükselmekte olduğunu saptayabiliriz. Chavez’in Venezüella’da izlediği politikalar, Amerika’nın emperyalist politikalarına karşı geliştirdiği tutum, Amerika’nın tehdidi altında olan ülkelerle kurduğu ilişkiler, Latin Amerika’da, Brezilya’da Lula’nın neoliberal ekonomik politikaları benimsemesiyle duraklayan sol dalganın, yeniden ivme kazanmasına olanak sağladı. Chavez’i, Bolivya ‘da Morales, geçen ay da Ekvador ‘da Rafael Correa , Nikaragua ‘da Sandinista lideri Daniel Ortega ‘nın seçim zaferleri izledi. Pazar günü Venezüella ‘da yapılan seçimleri, yine Chavez’in kazanması bekleniyordu.
Bu üç ülkeye ek olarak, Arjantin’de ve Şili’de de seçimleri sol eğilimli politikacıların kazanması, Meksika’da çok güçlü bir sol halkçı dalganın seçimleri kazanma noktasına kadar gelmesini ekleyebiliriz. Latin Amerika’da dünyanın geri kalanından farklı bir siyasi dinamiğin yaşandığı kesin.
Chavez’in, iktidara geldiğinden bu yana, ülkede gerçekleşen tüm seçimleri kazanmasını, bir darbeyle devrildikten sonra sokaklara dökülen halkın sayesinde yeniden görevinin başına dönebilmesini, ilk bakışta, petrol gelirlerinin halka dağıtılmakta olmasıyla açıklamak olanaklı. Bu açıdan bakınca, “petrol olmasaydı Chavez olmazdı” da denebilir. Ancak bu, yüzeysel, sürecin içindeki kimi ilginç dinamikleri görmemizi engelleyen indirgemeci bir yaklaşım olur.
Gerçekten de Chavez yönetimi petrol gelirlerinin büyük bir kısmını halka aktarıyor. Ancak bu paranın aktarılışının, özgün biçimlerini gözden kaçırırsak, halkın da Chavez’e verdiği desteğin gerçek nedenlerini gözden kaçırabiliriz. Örneğin Chavez yönetimi, bu gelirleri “sadaka” verir gibi dağıtmıyor, eğitim, sağlık ve konut yetersizliği sorununu çözmeye yönelik bir seferberliği finanse etmekte kullanıyor. Ama daha da önemlisi bu seferberlik halkın, özellikle emekçilerin, diğer çalışanların, en yoksul ve muhtaç kesimlerinin temel gereksinimlerinin karşılanması süreci, aynı zamanda onların, öz örgütlenmelerinin oluşmasının bir aracı olarak da kullanılıyor. Bu bağlamda iki örgütlenme dikkati çekiyor, biri ” misiones” adı verilen devletin inisiyatifiyle, sağlık, eğitim, konut konularından, kooperatif kurma, alternatif enerji kaynakları kullanmayı öğrenme çabalarına kadar uzanan kampanyaları yönetmek üzere şekillenen yapılar ( Financial Times 30/11). Diğeri de halkın yaşam alanlarında yoksul-zengin ayrımı yapmadan kurulmaya teşvik edilen “yerel topluluklar meclisleri”
(Michaeal Fox, www.venezuelanalysis.com,30/11 ). Sayıları 12,000’i geçerek artmaya devam eden, bu (bizim demokratik kitle örgütlerimizi anımsatan) meclislerin yöneticileri, muhasebecileri, görevlileri bizzat o bölgede (mahalleler) yaşayan halkın katılımıyla seçiliyor. Bu seçilenler, kendilerini seçenlerin düzenli denetimi altında, devletin bu yerel örgütlere, çeşitli projelerde kullanmaları için transfer ettiği kaynakları, kendi inisiyatifleriyle kullanıyorlar. Böylece bu meclislerden birinin üyesinin deyimiyle, Venezüella halkı temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye doğru önemli bir adım atmış oluyor.
Bu sırada ülkenin, zengin sınıflarının, özel sektörün elindeki medyanın bu politikalara şiddetle muhalefet etmelerine, hatta bir darbe girişimine ön ayak olmuş olmalarına karşın ifade, örgütlenme ve toplu gösteri yapma özgürlüklerinin asla kısıtlanmadığı, seçimlere hile karışmadığı, demokratik denetimlere özellikle dikkat edildiği görülüyor. Böylece Venezüella’da sol halkçı anti-emperyalist bir blok ve muhafazakârlardan, Pinochet hayranı radikal sağcılara kadar geniş bir ABD yanlısı sağ halkçı bir blokun demokrasinin tüm olanaklarını kullanarak dünyada çok az rastlanan bir siyasi iklimde yarıştıklarını görüyoruz. Bu yarışı da, 1999’dan bu yana hep sol halkçı kamp kazanıyor.
Demokratik halkçılığın bileşenleri
Tarihte, başarılı bir demokratik halkçı örnek bulmak zor. Sık sık, sol halkçı hareketlerin, seçkinlerin, parti bürokrasilerinin yozlaşmış diktatörlüklerine, sağ halkçı hareketlerin de protofaşist, güçlü adam diktatörlüklerine, daha yakın dönemlerde radikal dinci rejimlere yol açtığına şahit olduk.
Latin Amerika’da, farklı bir deney yaşanıyor olmasının arkasında sanırım üç eğilimin kesişmesi yatıyor: Birinci eğilim, Amerika’nın iradesi, IMF denetimi, neoliberal model dışına çıkma çabası olarak şekillenen bir anti-emperyalizm/ulusalcılık . İkincisi, son 25 yılda IMF politikalarından ve onları uygulayan işbirlikçi oligarşilerin baskıcı rejimlerinden büyük zarar gören çeşitli halk tabakalarının temel gereksinimlerini karşılamaya yönelik somut politikaların önerilmesi, uygulanmaya konulması, uygulanma süreçlerinin de bu tabakaların katılımıyla gerçekleştirilmeye çalışılması. Böylece siyasileşen , kendi yaşamını denetlemeye başlayan halk kesimleri de, Venezüella’da olduğu gibi kendilerine bu olanağı getiren hükümetleri, liderleri sadakatle destekliyor, antidemokratik saldırılara karşı koruyorlar. Üçüncüsü, yukarıdaki iki politikayı benimseyen ülkelerin hükümetleri, aralarında ekonomik, siyasi, kültürel dayanışma ağları oluşturuyorlar. Bu ülkeler arası halkçı, anti-emperyalist dayanışma, ulusalcı reflekslerin, bir yabancı düşmanlığına, şovenizme kaymasının önüne önemli bir engel dikiyor.
Ama, anti-emperyalist/ulusalcı halkçı blokların, şovenizme, otoriter rejimlere, hatta protofaşizme kaymasını engellemenin en sağlam yolu, bloku oluşturan tabakaların arasındaki çelişkilerin, gerçek çelişkiler olduğunu, ulusal çıkar adına hiyerarşik bir eklemlenmeyle bastırılamayacaklarını, yönetilmeleri gerektiğini baştan kabul etmekten geçiyor. Bu da ancak, bu çelişiklerin pazarlığının yapılabilmesine, uzlaşmaların kurulabilmesine olanak sağlayacak demokratik mekanizmaların oluşturulmasına, yaşatılmasına bağlı. Ancak, bunlar gerçek çelişkiler olduklarından uzlaşmaların, gerçek gereksinimler üzerinden kurulmaları gerekiyor. Diğer bir deyişle en yoksul, muhtaç alt sınıfların en temel gereksinimlerine cevaplar üretilirken blok içindeki daha varsıl kesimlerin, bu gereksinimlerin karşılanmasına yönelik kaynak transferini sağlayacak politikaları samimi bir biçimde benimsemeleri, samimiyetlerini de eylemleriyle göstermeleri gerekiyor.
Sağ ve sol ulusalcı eğilimler arasında bir diyalog, belki de ittifak, bunun üzerinde oluşacak bir h
alkçı blok olasılığını düşünürken yukarıda aktardığım Latin Amerika deneylerini, en azından bir başlangıç noktası olarak göz önüne almak yararlı olabilir.
Cumhuriyet 04.12.2006
DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU LONDRA
[email protected] http://erginyildizoglu.blogspot.com