Türkiye seçim atmosferine her geçen gün daha fazla giriyor. Ana aktörler ise çoktandır güttükleri, ülkeyi “liberal-gerici” ve “ulusalcı” patentli iki cepheye ayırma politikasını giderek derinleştiriyorlar. Papa’nın ziyareti vesilesiyle ısıtılan gerici-dinsel kutuplaşma; AKP’nin cumhurbaşkanlığı ve genel seçim sürecinde elini güçlendirmek amacıyla bir süredir yoğunlaştırdığı icazet arayışları; CHP-MHP yakınlaşmasıyla “ulusalcı ittifakın” parlamenter kanadının temellerinin resmen atılması bu […]
Türkiye seçim atmosferine her geçen gün daha fazla giriyor. Ana aktörler ise çoktandır güttükleri, ülkeyi “liberal-gerici” ve “ulusalcı” patentli iki cepheye ayırma politikasını giderek derinleştiriyorlar. Papa’nın ziyareti vesilesiyle ısıtılan gerici-dinsel kutuplaşma; AKP’nin cumhurbaşkanlığı ve genel seçim sürecinde elini güçlendirmek amacıyla bir süredir yoğunlaştırdığı icazet arayışları; CHP-MHP yakınlaşmasıyla “ulusalcı ittifakın” parlamenter kanadının temellerinin resmen atılması bu cepheleşme eksenine dair kritik gelişmelerdi. Bu gelişmeler, seçimler yaklaştıkça emekçi halkın ve solun etrafındaki kuşatmanın yoğunlaşacağı sinyallerini vermekte. Ama solda ve toplumsal muhalefet saflarında bu gerici kutuplaşmayı aşabilecek bir zihniyet berraklığı ve mücadele dinamizmi görünmüyor. Aksine liberal ve ulusalcı savrulmaların toplumsal muhalefet saflarına sızmasının yarattığı bilinç bulanıklığı, sürekli yalpalamalara yol açıyor.
***
Haftalardır “Papa’nın Türkiye’ye gelişi” gündemin ilk sıralarından inmiyor. Papa’nın geliş nedeni belli: Emperyalist projelere Hıristiyan taassubunu yayarak kılıf geçirmek.
Bu durum karşısında bizim gericilerin çıkardığı ilk sonuç, “aynı silahları kullanarak kendimizi savunmalıyız” şeklinde olmaktadır. Oysa “bizler” biliyoruz ki, dinsel gericilik tohumlarının dünya ölçeğindeki bu istilası insanlık için yalnızca bir yıkım tehlikesi yaratmakta, diğer sömürücü amaçların hiçbirinin önüne geçememektedir. Bu tehlike karşısında, tek gerçek çözüm sosyalizmdir. Yalnızca sosyalizm, sömürenle sömürülen arasındaki ilişkiyi yok etme sürecinde, sömürücülerin dinsel inançları bir siyasi istismar amacı olarak kullanmalarının da kesin olarak önüne geçer. Yalnızca sosyalizm, insanlar arasındaki ilişkilerde her türlü inanç istismarını dışlayan, çıkar amaçsız, dolaysız, özgür ve üretken bir temel kurar.
AKP de, her ne kadar Papa gerilimine girmiyor gibi gözükse de, görüşmek konusundaki gel gitli tavırlarıyla bu dinsel çatışma atmosferinden nemalanacağının bilincinde. Diğer yandan ise, AKP’nin olağan seçim rüşvetleri artarak sürüyor. Fakat medyanın vurgularının aksine AKP’nin rüşvetleri “popülist”, yani halka dönük değil. Aksine iyi hesaplanmış nokta atışlar şeklinde. Cargill yasasıyla Bush’a; vergi iadeleri düzenlemeleri ve kıdem tazminatlarını azaltma hazırlıklarıyla İMF’ye, büyük patronlara; su indirimiyle özel okul sahiplerine çekilen özel kıyaklar, “büyük güçlerden” şimdiden icazet almayı hedefliyor. Elbette listenin sonlarına doğru sıra halka gelecektir ve ağızlara birkaç parmak bal çalınacaktır. Ama bunların diğer etkili odaklara dağıtılacakların yanında devede kulak kalacağından hiç kuşku duyulmamalı.
DYP de “kuzu postu giymiş kurt” misali, giderek ilerlettiği Amerikancı-liberal çizgiyle birlikte, zaman zaman AKP’ye göz kırpıp, kontrollü bir tarzda kamuoyuna “cepheyi AKP ile ortak kurabiliriz, ama yine de belli olmaz” türü bilinçli olarak hafif muğlak sinyaller çakıp durmakta.
***
Bir diğer gerici gelişme de MHP Kongresi etrafında şekillendi. Ümit Özdağ’ın müdahaleyi gözü yememesi üzerine, kongre beklenen hareketlilikte geçmedi. Göze batan noktalar; her kongrede artık klasikleşen “yuvaya dönün” çağrıları ve “değişim” görüntüsü yaratma çabaları; Kürt sorunuyla mücadelede devletin meşru (yasal sözü tercih edilmedi) güçlerinin önemi; ve Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan nakledilmesi (sanki bu kararın altında Bahçeli’nin kendi imzası yokmuş gibi) isteğiydi. Seçimler sonrası oluşacak koalisyonun olası ortağı olma tüyosu ise, Bahçeli’nin daha ortalama bir liste yapmasını, böylelikle de CHP’nin zan altında kalmamasını hedefledi. Ancak Özdağ çizgisinin varlığı, MHP’yi en azından söylemde bir süre daha zorlayacak ve tekelci sermayenin beklediği esnemeyi zorlaştıracak.
Her şeye rağmen, kongre sonrası gelişmeler CHP ve MHP’yi ortak bir paydaya doğru ilerletmekte. Deniz Baykal (aklı sıra) solun kendisine mahkum olduğunu düşündüğünden sağa yanaşmakta hiçbir sakınca görmemekte. Böylece AKP karşısında parlamenter düzeyde geniş bir “ulusalcı blok” inşa edilmekte. Bu gelişmenin öncesinde bir dizi sivil hareketlenmenin gündeme geldiği hatırlanmalı. (ÇYDD ve ADD’nin 4 Kasım Ankara mitingi; 10 Kasım törenlerine özel yüklenme; Ecevit’in cenazesinin bizzat Büyükanıt’ın organize ettiği bir gövde gösterisi olarak düzenlenmesi.) Bu kitlesel hareketliliğin ardından gelen ulusalcı parlamenter atağı başkaca “kitle seferberliklerinin” veya bazı provokatif gelişmelerin izlemesi sürpriz sayılmamalı. (Bir başka boyut olarak, Tunceli ve Hakkari dağlarında süren operasyonları, Kürt sorunu etrafında sürpriz gelişmeleri de aklımızın bir kenarında tutmamız gerektiğini hatırlatmakta.)
Ulusalcı çizginin tüm bileşenlerinin bu dönem söyleminin en önemli bileşenini “ulusal bağımsızlık”, “vatanseverlik” gibi kavramlar oluşturmakta. Bu kavramların utanmaz bir ikiyüzlülükle ve arsız çarpıtmalarla kullanıldığı da bilinen bir durum.
Askeri çevreler ve yüksek devlet bürokrasisi ve bilumum faşist güçler, Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası tarafından yönetilen ekonomisinde; neredeyse tamamıyla uluslararası silah tekellerine bağımlı askeri yapısında; Beyaz Saray’ın lobisinde beklemeyenin hükümet olamadığı siyasi kurumlaşmasında ve Amerikan kültürünün her geçen gün daha çok yayıldığı sosyal yapısında hiçbir sorumlulukları yokmuş gibi utanmadan “ulusal bağımsızlık”tan dem vuruyorlar. Bunların “bağımsızlığa” yaptıkları bütün vurguların altında yatan gerçek, ABD çizgisini uygulamak için girişilen bir iktidar yarışıdır. Tartıştıkları şey ABD’nin ülkemizdeki ve bölgedeki politikalarının esası değil, küçük, yüzeysel değişiklik pazarlıklarıdır. Bu küçük pazarlıklar dahi ülke için değil, kendi çevrelerinin basit çıkarları içindir.
Ulusalcı çizginin ve şahsiyetlerin bir diğer önemli kavramı ise “vatanseverlik”. “Bir karış toprağın önemi”, “Misak-ı Milli sınırlarından taviz verilmeyeceği”, “Kıbrıs”, “yabancılara toprak satışı” en revaçta propaganda konuları. “Vatanseverlik” bunlara kalınca bu kavramın gerçekte neyi içerdiği de anlaşılmaz hale gelmekte. Vatanseverlik, her şeyden önce bu toprakların yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip çıkmaktır. Anadolu’da vatanseverlik her şeyden önce çok etnililiğe, bu topraklarda yaşayan tüm halkların haklarına saygıyı gerektirir. Bu yetmez, bu topraklar üzerinde yeşermiş ve yeşerecek olan sosyal, kültürel, düşünsel üretimlere sahip çıkmak ve geliştirmek, bu toprakların insanlarının birbirlerine karşı hoşgörülü olmasını sağlamaktır. Bu da yetmez, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlarının eşit, özgür ve barış içinde yaşamalarını savunmaktır. Bu da yetmez, bunlar için mücadele etmektir vatanseverlik. Bu ülkenin madenleri yabancı tekellere peşkeş çekilmeye çalışılırken; ormanları her geçen gün yok olurken; kültürel varlıkları ya çürümeye terk edilmiş ya da çalınmışken; ırkçılık yaygınlaştırılıp milliyetçi boğazlaşmaların zemini hazırlanırken, bazılarının anadilleri yasaklanırken; insanları adaletsizliğe, yoksulluğa ve zulme mahkum edilmeye çalışılırken; “vatanseverlik” tafrası yapanların asıl dertleri sömürünün devamı, devletin bekası ve koltuklarının sıcaklığıdır.
***
Seçimler yaklaştıkça egemenler arası çatışmanın daha ilkesiz, daha çamur, daha sandık merkezli siyasal taktiklere bürüneceği görülüyor. Ancak dikka
t edilirse hepsinin ortak özelliği tüm bu politikaları “yukarıdan” yürütmeleri. Sürdürdükleri kutuplaşmanın-cepheleşmenin tüm konuları, mücadele biçimleri, taktikleri ve aktörleri bu yukarıdanlığı yansıtıyor; halkla hiçbir ilişkisi yok, halkın yalnızca “oyunu” ve “alkışını” istiyor.
Emek örgütleri ve Kürt Hareketi de aynı sakat politika yöntemine kapılarak, her geçen gün daha da “sağcılaşıyor.” Bu konuda, son örnekler KESK’ten geldi. KESK yönetimi, bazı parti başkanlarının yanı sıra, M.Ağar’ı da ziyaret etti. (İnsanın “Bahçeli’nin ne günahı var, ona neden gitmiyorsunuz, bu ayrımcılık ayıp değil mi”(!!!) diye sorası geliyor.) Bu ilkesiz tutumun arka planında, öncelikle Kürt hareketinin liberal yalpalamaları var. Bundan başka, DSD içi çatışmalar nedeniyle kendisini “yalnız” hisseden KESK yönetiminin, iş bırakmaya giderken, elini sağ kitle nezdinde meşrulaştırma yönelimi bulunuyor. İkinci bir örnek ise, SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı’nın yerine yeni kurulan çatı kurumu SGK’nın (Sosyal Güvenlik Kurumu) yönetim kurulunun belirlenmesi sırasında KESK’in Memur-Sen’le ittifak yaparak rotasyonlu olarak yönetim kurulu üyeliğini ele geçirmesi. (“Son derece tartışmalı bu kurum yönetiminde sen ne ararsın?”, “Türk Kamu-Sen’le girdiğin rekabet neden bu kadar gözünü bürüdü?”, “Hükümet yardakçısı Memur-Sen’in ondan ne farkı var?”)
Sağa kaymanın sınırı yok ve içinde yaşanan muazzam gerici atmosfer en yakın dostlarımızı, ilerici emek örgütlerinin yöneticilerini sarmalamış durumda.
Bu sağa savrulma atmosferi içinde, toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerine dönük olarak özellikle iki başlığı daha güçlü olarak vurgulamalıyız: 1) Program birliği, 2) Aşağıdan mücadelenin önemi.
Bu süreçte ortak bir politik programın oluşturulması ve bu program için ortak bir mücadelenin aşağıdan yukarı örgütlenmesi gerekir. Böylesi bir süreç ise, örneğin içine girdiğimiz seçim atmosferinde sandık tavrının ortak olmasından çok, toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısında günlük yaşamda (sokakta) ortak cepheler yaratılmasını amaçlamaktan geçer. Kamunun tasfiyesini engellemek için; Ortadoğu’da emperyalizmin saldırgan çizgisine karşı barışı örgütlemek için; Kürt sorununda barışçı ve özgürlükçü ortak bir mücadele için her mahallede, her işyerinde, her okulda somut kampanyalar yürütülmeli.
“Yukarıdaki” kafa karışıklığı aşağıdan geliştirilecek hareketlerle giderilecektir.