3 Aralık 2006 tarihinde Berlin’deki Allmende derneğinde yapılan »Göçmen miyiz? Azınlık mıyız?« başlıklı toplantıya sunulan tebliğ Kimliğimi kaybettim. Hükümsüzdür Beyaz olmayanların arayışları üzerine MURAT ÇAKIR (Rosa Lüksemburg Vakfı) Allmende derneğinin göçten kaynaklanan sorunlar üzerine bir toplantılar dizini yapacağını öğrendiğimde, gösterdiğim ilk reaksiyon »eh, nihayet« demek oldu. Aslında solda duran ve Türkiye kökenli insanların oluşturduğu bir […]
3 Aralık 2006 tarihinde Berlin’deki Allmende derneğinde yapılan »Göçmen miyiz? Azınlık mıyız?« başlıklı toplantıya sunulan tebliğ
Kimliğimi kaybettim. Hükümsüzdür
Beyaz olmayanların arayışları üzerine
MURAT ÇAKIR
(Rosa Lüksemburg Vakfı)
Allmende derneğinin göçten kaynaklanan sorunlar üzerine bir toplantılar dizini yapacağını öğrendiğimde, gösterdiğim ilk reaksiyon »eh, nihayet« demek oldu. Aslında solda duran ve Türkiye kökenli insanların oluşturduğu bir dernekte Almanya toplumunun önemli güncel sorunlarından birisinin masaya yatırılmasından doğal bir şey olamaz. Hem sosyal ve demokratik hak budanımının böylesine ivme kazandığı ve ırkçılığın çoğunluk toplumu merkezine bu denli kök saldığı bir dönemde, kendilerini sol veya sosyalist olarak nitelendiren ve gelişmelerin doğrudan muhatabı olanlar toplum analizi ve eleştirisini yapmayacak da, kim yapacak? Bu açıdan sevindirici, ama gene de geç mi kalındı acaba kaygısını uyandıran bir adım. Kimiz/neyiz sorusuna, bilim adamı veya akademisyen olmadığımdan, politik bir yaklaşımla yanıt vermeye çalışmadan önce bir iki noktaya değinmek doğru olacak.
Yaşadığımız Almanya, Batı Avrupa’nın diğer gelişmiş kapitalist ülkeleri gibi, derin toplumsal değişimlerin gerçekleştiği ve alışılagelmiş toplumsal, politik, iktisadî ve kültürel yapılanmaların altüst edildiği bir dönemden geçiyor. Aralarında benim de bulunduğum bir kesimin malî piyasalar kapitalizmi olarak nitelendirdiği egemen sistem, yaşamın her alanını sermaye birikimi mantığının hükümranlığına sokma uğraşısı içerisinde. Sistem alternatifinin olduğu dönemlerdeki »sınıf uzlaşısı« sermaye tarafından fesh edilmiş durumda. Sosyal güvenlik sistemleri, kamu hizmetleri, insanın var olması için gerekli olan bütün kamusal emtialar özelleştirme ve düzensizleştirme ile sermayenin talanına açılıyor. Kamu bütçesinde konsolidasyon gerekçesiyle eğitim, öğretim, sağlık, toplu konut ve ulaştırma, bilim, araştırma ve kültür gibi demokratik-meşru kontrol altında olması gereken sayısız alanda kamusallık azaltılırken, iç güvenlik, dış güvenlik (!) ve piyasanın sermaye lehine korunması gibi bir çok alanda otokratik devlet mekanizmaları güçlendirilmeye çalışılıyor. Ülke içerisinde burjuva demokrasisinin içi boşaltılırken, özellikle AB’nin çeperindeki ülkeler üzerindeki emperyal baskılar etki alanının genişletilmesi anlamında artırılıyor ve uluslararası hukuku çiğneyen saldırı savaşları ile hammadde ve enerji kaynaklarına engelsiz ulaşım olanakları yaratılmaya çalışılıyor. Yani kısacası – Rosa Lüksemburg’un deyimiyle – kapitalizm barbarlığa dönüştürülüyor.
Bu gelişmeler derin toplumsal bölünmelere neden olmakta. Refahını ve zenginliğini Üçüncü Dünya’nın yoksulluğuna borçlu ve Alman sermayesinin elindeki pastadan bir kısmını vermeyi kabul etmesiyle – diğer ülkelere oranla – yüksek bir yaşam standardı yakalamış olan Almanya çoğunluk toplumu, kapitalizmin kendi özüne dönmesi gerçeği karşısında bir travma yaşıyor. Sözde terörle mücadele savaşı ve bunun medyatik propagandaları ile yaratılan korku ortamı, bu travmayı derinleştiriyor. Kronikleşen kitlesel işsizlik, ücretlerin sermaye açısından makul bir düzeye düşürülmesi için artırılan baskılar, gelecek perspektifsizliği, çalıştırma koşullarının esnekleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi, sınıf içi artan rekabet ve yaşam rizikolarına karşı geliştirilmiş olan dayanışmacı sosyal güvenlik ağının delinmesi, toplumun geniş kesimlerini »uçurumun kenarına itilmiş olma psikolojisine« sokuyor. Yaratılan toplumsal zenginlikten pay alamayan ve toplumsal, iktisadî, politik ve kültürel yaşama katılmayan insan sayısı giderek artıyor.
»Ren kapitalizminin«, reel sistem alternatifinin varlığı nedeniyle favorize ettiği sınıf uzlaşısının istikrarını sağlamak için parlamenter sisteme koopte edilen sosyaldemokrasiye, bu rolde artık gerek duyulmaması ve sendikaların var olanı savunmaya çalışan örgütler haline indirgenmesi, sistemin sivri uçlarının törpülenmesini sağlayan toplumsal dinamikleri dahi zayıflatmış durumda. Özellikle 1998 sonrasında sosyaldemokrasinin, »yeni sol« kökenli Yeşilleri de yanına alarak cephe değiştirmesi ve sendikaların derinleşen krizi, geleneksel sol – sosyaldemokrat seçmeni oluşturan toplumsal katmanların önemli bir kesiminin zaman içerisinde politik katılımdan uzaklaşmasına ve politikaya yönelik güvensizliklerinin artmasına neden oldu. Yaratılmış olan korku ortamı, ekonomik ve sosyal sorunların etnikleştirilmesi, neoliberal politikalar ve bununla bağlantılı olarak geliştirilen yeni tip göç ve göçmenlik politikalarının ırkçı özü, toplumsal bölünmeyi, beyaz olmayanların aleyhine sistematikleştirdi. Neofaşist veya aşırı sağ partilerin seçimlerde aldıkları oy oranı ve çoğunluk toplumunun milliyetçi – sağ yaklaşımlara kütlesel olarak kaymasının temel nedenlerinden birisi bu gerçektir. Henüz oluşmakta olan yeni sol partinin – belirli bir umut ve yeni bir dinamik yaratmış olmasına rağmen – bu gelişmeyi tersine çevirebilecek güce ulaşıp, ulaşamayacağını zaman gösterecektir.
Biz neyiz?
Tüm bunların bilindiğinden şüphem yok elbette. Sadece arayışlarımızı ve kimlik tartışmalarını hangi toplumsal – politik arka planın önünde yaptığımızı hatırlatmak istedim. Böylesine bir arka plandan bakıldığında »Göçmen miyiz? Azınlık mıyız? Biz neyiz?« sorusunun bireysel – grupsal açıdan kolay, ama genel açıdan da zor yanıtlanabilir olduğu kanısındayım. Ancak daha da zor olanı, önce »biz«i tanımlamaktır.
»Göçmen miyiz? Azınlık mıyız?« diye sorduğumuzda kimi kast ediyoruz? Sadece Türkiye kökenlileri mi, yoksa 1955’le başlayıp, günümüzde de devam eden yeni tip iş gücü göçü ile gelenleri mi? Peki, hepsini bir potaya koyacaksak, politik – ve/veya ekonomik, dinsel, kültürel v.s. – nedenlerle buraya gelmiş olanları, savaşlardan kaçan mültecileri, hatta Rusya veya Doğu Avrupa’dan gelen Alman asıllı göçü hangi statüye koyacağız? Hadi işçi göçü veya diğer nedenlerden dolayı Almanya’ya gelmiş ve burada kalıcı olmuş birinci ve ikinci kuşağı »göçmen« sayalım, peki burada doğmuş olan – ister Alman vatandaşı olsun, ister olmasın – diğer kuşakları nasıl tanımlayabiliriz? Diyelim herkese uyan »göçmen« tanımını kabul ettik. O zaman böyle tanımlanmanın süresini nasıl koyacağız – 5 yıl, 10 yıl, 100 yıl? Onu da çözdüğümüzü farzedelim: »göçmen« kitlesinin homojen olmayan yapısını ne yapacağız? Bütün toplumsal – sınıfsal farklılıklarımızla »biz« diyebilecek miyiz? Örneğin holding sahipleri Vural Öğer veya Kemal Şahin, bağımlı çalışan Ali ve Hartz IV parası alan Ayşe »bizim ortak sorunlarımız var« mı diyecekler? Hadi biz Türküz, bu ortak yanımız dediklerinde, Mehmet »ama ben Kürdüm« derse ne yapacağız?
Görüldüğü gibi yöneltilen sorudaki »biz«i tanımlamak hayli zor. Bireysel – grupsal olarak yapılan kimlik tanımlamaları yukarıya doğru genişletilmeye başlandığında, iş çetrefilleşiyor. Bireyler kendi kendilerini tanımlarken etnik, dinsel, dilsel, ten rengi, vatandaşlık, cinsel tercih veya da politik tercihler gibi özelliklere göre kendilerini bir grubun içerisinde sayabilirler. Ancak bu bireysel – grupsal tanımlama, sosyolojik bir vakayı veya Almanya özelinde olduğu gibi, değişen toplumsal yapılanmaları açıklamada yeterli olamıyor. Sosyopolitik sorunlara yönelik çözüm önerileri geliştirildiğinde, başvurmamız gereken tanımlamalar, bireysel – grupsal kimlikleri yadsımayan ve dikkate alan, ama daha genelle