“Şu Avrupa, kocaman bir mezattan başka bir şey değil…” Tennessee Williams , Kızgın Damdaki Kedi AB üyeliği “mücadelemizdeki” son gelişmeleri (Papa’nın öpmedik yerini bırakmadık, ama o da bizi öptü fantezileri üretiyoruz, AB askıya almaya başlayınca önce kızdık, sonra á la Freud bir yatsıma sürecine girip “Bu da geçer” demeye hazırlanıyorduk ki Merkel durumu açıklığa kavuşturdu…) […]
“Şu Avrupa, kocaman bir mezattan başka bir şey değil…”
Tennessee Williams , Kızgın Damdaki Kedi
AB üyeliği “mücadelemizdeki” son gelişmeleri (Papa’nın öpmedik yerini bırakmadık, ama o da bizi öptü fantezileri üretiyoruz, AB askıya almaya başlayınca önce kızdık, sonra á la Freud bir yatsıma sürecine girip “Bu da geçer” demeye hazırlanıyorduk ki Merkel durumu açıklığa kavuşturdu…) izlerken, aklıma Tennessee Williams ‘ın A Streetcar Named Desire (İhtiras Tramvayı olarak çevrildi) adlı tiyatro oyunundaki “Blanche Dubois” geldi.
Aslında, Türkiye’nin üyelik sürecindeki sıkışma, AB sürecindeki sıkışmanın bir semptomu . Ancak Türkiye’nin izlediği çizgi, ki Blanche Dubois’yı aklıma getiren de bu oldu, bu semptomun “Türkiye kendine düşenleri yeterince yapmıyor ki…” söylemiyle gizlenmesine, eksikliğin hep Türkiye’de aranmasına olanak sağlıyor.
Bir hegemonya projesi…
AB sürecindeki sıkışmayı kavrayabilmek için, AB Anayasası’nın, Fransa ve Hollanda’da reddedildikten, diğer ülkelerdeki halkın eğiliminin de bu yönde olduğunun anlaşılmasından sonra rafa kaldırılmasına, bu anayasada içerilen neo-liberal reformların gerçekleştirilmesinin, bundan böyle ulusal hükümetlere havale edilmek zorunda kalınmasına kadar gitmek gerekiyor.
Anayasa AB halkına onaylattırılamadı, çünkü neo-liberalizmi tüm Avrupa’da yasalaştırmayı amaçlayan bir hegemonya projesi başarılı olamadı. Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası gibi (40’tan fazla küresel Avrupa şirketini içeren) örgütlerde temsil edilen bir sermaye fraksiyonu gözetiminde, neo-liberal ilkelere göre hazırlanan anayasayı taşıması beklenen hegemonya bloku projesi referanduma takıldı. “Küresel çaplı” Avrupa sermayesi, Avrupa çapında etkinlik gösteren sermaye kesimlerini kısmen yanına kazanmıştı (bunu büyük medyanın ve hükümetlerin anayasaya verdiği destekten görebiliyoruz), ama ulusal çapta, yerel olarak var olan işçi sınıflarının, köylülerin, küçük ve orta işletmelerin desteğini, zaman içinde, neo-liberal reformların etkileri hissedildikçe kaybetmeye başladı. Bu dinamik geldi, anayasa referandumunda, refah devletinin (emek ve sermaye arasında kurulmuş bir uzlaşmanın) korunması, sermayenin işçilere şantaj yapmasına olanak sağlayan göçmen işçilerin AB’ye girişinin durdurulması talebi olarak ortaya çıktı. Ancak bu ortaya çıkış “terorizme karşı savaş” ortamının etkisiyle Müslümanlara yönelmeye başlayan tepkinin dolayımından geçerek, tarihsel hafızanın da yardımıyla Türkiye’nin üyeliğine karşı bir direnç olarak şekillendi. AB düzeyinde bir hegemonya oluşamayınca, ulusal düzeyde siyasetçilere de seçmenin eğilimine boyun eğmekten başka bir seçenek kalmadı.
Diğer bir deyişle, Türkiye’nin üyeliğine olan tepki, Türkiye’nin kimi eksikliklerinden değil, küresel sermayenin, AB sürecini neo-liberal proje bağlamında yönlendirmesine ilişkin hegemonya projesinin başarısızlığından kaynaklanıyor, onun bir semptomu. Ancak bu süreç, Türkiye açısından “asla başka bir biçimde yönetilemez, kaçınılmaz” bir süreç değildi.
‘Yabancıların şefkatine’ yaslanmak
Blanche Dubois, geçmişi çok karışık ve “gevşek” bir kadın, ama hep, iyi yetişmiş, saf ve temiz bir kadın taklidi yapar -içinden hep saf ve temizdir- yaşadıklarını olduğu gibi göremez, olmasını istediği gibi görür; konuşurken olmasını istediği gibi anlatır. Blanche, yaşamının her aşamasında sorunlarının çözümünü başkalarından beklemiş, “her zaman yabancıların şefkatine yaslanmıştır” . Sonunda, bu yaslanma ve fantezi dünyası, aslında âşık olmaya başladığı adamın ona tecavüz etmesine, Blanche’ın da bu travmayla delirmesine yol açacaktır.
Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin yönetilmesinde, gerçekler, yaşanan süreç Türkiye’de halka hiçbir zaman olduğu gibi söylenemedi, olması istendiği gibi söylendi. İmzalanan anlaşma maddeleri, kulağa hoş gelecek biçimde yorumlandı. Yazılı anlaşmalara ve Türkiye’nin bu anlaşmaları dayatma gücüne değil, kimi AB politikacılarının verdiği sözlere güvenildi, tedbir almak, korunmaya çalışma yerine “yabancıların şefkatine yaslanıldı” .
Halbuki, özel statü daha ilk gündeme geldiğinde, “Biz Gümrük Birliğini Anlaşması’nı bu anlayışla imzalamamıştık (aslında o zaman da yabancıların, üstelik gelecekte göstermeleri beklenen şefkatine yaslanılmıştı), bu yeni koşullarda, ulusal çıkarımız, bizim de durum açıklığa kavuşana kadar, bu anlaşmayı kısmen ya da tümüyle askıya almayı düşünmemizi gerektiriyor” denebilir, “Üyelik yoksa Gümrük Birliği Anlaşması da yok” olasılığının altı çizilir, küresel sermayeye neyi kaybetmek üzere olduğu gösterilebilir; hâkim olduğu AB komisyonlarını Türkiye’den yana yönlendirmesi istenebilirdi.
Ama siz “Siyasi varlığını bile yabancıların şefkatine borçlu olanlardan bunu nasıl beklersin?” de diyebilirsiniz.
Cumhuriyet 06.12.2006
GLOBALPOLİTİKÜLTÜR
ERGİN YILDIZOĞLU
[email protected]
http://erginyildizoglu.blogspot.com