Eğitim emekçilerinin demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi, Muallimi Encümen’e, TÖS’e, TÖB-DER’e dayanır. 12 Eylül darbesiyle kesintiye uğrayan ve 80’li yılların 2. yarısında yeniden ivme kazanan bu mücadele, 1990’larda kamu çalışanları sendikalarının kurulmasıyla yeni bir aşamaya ulaştı. Bu dönemde hız kazanan KÇSH (Kamu Çalışanları Sendikal Hareketi) 1990 yılı içinde Devrimci Kamu Çalışanlarının (DKÇ) öncülüğünde kitlesel kuruluş […]
Eğitim emekçilerinin demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi, Muallimi Encümen’e, TÖS’e, TÖB-DER’e dayanır. 12 Eylül darbesiyle kesintiye uğrayan ve 80’li yılların 2. yarısında yeniden ivme kazanan bu mücadele, 1990’larda kamu çalışanları sendikalarının kurulmasıyla yeni bir aşamaya ulaştı.
Bu dönemde hız kazanan KÇSH (Kamu Çalışanları Sendikal Hareketi) 1990 yılı içinde Devrimci Kamu Çalışanlarının (DKÇ) öncülüğünde kitlesel kuruluş başvurularından, sendika binalarına vurulan mühürlerin sökülmesine ve kitlesel olarak yapılan zam-sürgün protesto eylemlerine uzanan bir seyir izledi. Mücadelenin ilk dönemleri bu olumlu zeminin kazanımlarını daha da ilerletici bir özelliğe sahip oldu. KÇSH baştan itibaren devletin açık, karşıt politik tutumuyla yüz yüze geldi. KÇSH’nin grevli-toplu sözleşmeli sendikalaşma mücadelesi yürüttüğü, devleti işveren olarak ilan ettiği ve başlangıçtaki düzen dışı eğilimleriyle tüm egemenlik ilişkilerini tehdit etme potansiyeli taşıdığı için; bu hareket başlangıcından itibaren nesnel olarak politik bir nitelik taşıdı.
Kamu çalışanları sendikalarını kurarken, o zamana kadar devletle var olan ilişkilerini yeniden tanımladı ve bu doğrultuda konumlanmaya başladı. Daha önceleri devletin temsilcisi olarak görülen ve bu bağlamda ayrıcalıklı bir konumda algılanan kamu emekçileri aynı zamanda bir kapıkulu olarak devletin her işini yürütmek zorundaydılar. Oysa şimdi sendikalaşarak devletle olan ilişkilerini işçi/işveren biçiminde tanımlamış geleneksel devlet/memur ilişkisinin üzerine kalın bir çizgi çekmişlerdi.
Kamu çalışanlarının devletin memurluğu yerine kamu emekçisi kimliğini benimsemeleri bir tercihten ziyade yaşadıkları yoksullaşma sürecinin genel sonucundan başka bir şey değildi. Bu noktada kamu emekçilerinin özelleştirme ve emperyalizmin neo-liberal politikaları sonucu eski ayrıcalıklı konumlarını kaybetmeleri ve yoksullaşmaları onları işçi sınıfının bir parçası haline getirdi. Bunun bilinçlerdeki yeri ise bir takım tercihler oluşturdu. Bu tercihlerin başında kendini işçi sınıfının bir parçası, devleti ise bir işveren olarak görüp buna uygun davranış biçimleri geliştirme, yani sendikalaşma gelmekteydi. Burada kamu emekçilerinin devletle cepheden karşı karşıya geldikleri ve bu tutumun politik bir nitelik taşıdığı her aşamada açıkça görülmekteydi. Devletin kamu emekçilerini kapıkulu olarak görmesi ve bunun sonsuza kadar böyle gitmesini istemesi öncelikle taraflar arasında bir meşruiyet tartışmasını başlatarak kamu çalışanları hareketinin birinci döneminin ana karakterini oluşturdu. Kamu çalışanları mücadelesi, sendikal hak ve özgürlükleri, toplumsal-siyasal meşruiyeti birinci evresi diye tanımlayabileceğimiz bu dönemde kazandı.
Ancak tüm kamu emekçilerinde bu bilinç dönüşümünün eşit düzeyde gelişmediği, kimi kamu çalışanlarında geleneksel memur anlayışı ve buna uygun davranış biçimlerinin halen devam ettiği başka bir gerçeklikti. Özellikle devletin kamu çalışanlarına olan geleneksel bakışı, egemen bir bakış açısı olarak sürdürmesi kamu çalışanlarını kendi içinde süreci farklı algılama noktasında parçalı bir görüntü oluşturmuştur. Bir kısım kamu çalışanı, kamu emekçisi kimliğini kazanamayarak “memurlukta” kaldı. Bu “memurlar” kelimenin tam anlamıyla memur kimliğiyle düşünerek sendikalaşmayı devlete karşı gelme, devlet düşmanlığı olarak görüp bu doğrultuda tavır geliştirdiler. Devlet tarafından da pohpohlanıp korunan ve geliştirilmeye çalışılan bu anlayış, kamu çalışanları sendikalarının ilk yıllarında işyerlerinde engel oluşturmaya, kurulan sendikaları devletle işbirliği içine girerek yasadışı göstermeye çalışsa da artık akan su yatağını bulmuştu. Önüne geçmek, set oluşturmak mümkün değildi.
Kamu çalışanları kurdukları sendikalarla, örgütledikleri kitlesel taleplerle, oluşturdukları meşruiyetle kısa zamanda kamu emekçilerinin gözbebeği haline geldi. Devlet bu sendikaları yasadışı ilan ederek kapılarını mühürlese de kamu emekçileri bu mühürleri kırarak devletle olan meşruiyet tartışmasını, verdiği mücadelelerle kazanmıştı. Bir anda tüm kamu emekçileri, işveren devleti sıkıştırmaya, hareket alanını daraltmaya, dokunulmazlığını sarsmaya başlamıştı.
Eğitim emekçileri, “memur sendika kuramaz” diyen egemenlere ve onların bürokrasiden fazlasıyla nemalanan yandaşlarına, fiili-meşru ve haklı bir perspektifle gereken cevabı verdi. 1990 da ilk olarak eğitim alanında başlayan sendikalaşma; başlangıçta çok az olan öncü kadrolarla yapılan her eylem, egemenler cephesinde endişe, emek cephesinde ise sevinç ve umut yarattı. Kamu emekçileri, “Memurlar grev yapamaz” diye düşünenleri, ilk kez 20 Aralık’ta yaşamı durdurarak yanılttılar.
Tüm çalışanların ortak mücadele zeminini yaratmak inancıyla yola çıkan eğitim emekçileri hareketi, kamu çalışanları sendikalarının platformunda öncü rol alarak, demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin sınıfın tüm bileşenlerine yayılmasına katkı sundu. O dönemin karakteristiği olarak baskılara, sürgünlere, sefalet bütçelerine karşı yürütülen Ankara yürüyüşleri, sendika binalarına takılan mühürlerin kitlesel ve haklı bir çıkışla sökülmesi kitlesel basın açıklamaları, Kızılay işgalleri kamu emekçileri için yeni dönemin önemli işaretleriydi.
İşte bu dönemde devletin geleneksel kalıpları içine sıkışmış, kapıkulluğu zihniyetini aşamamış memurlar devletin âli menfaatleri doğrultusunda bir başka sendika kurdular. Devletten daima nemalanan bu memur(!)lar yine devletle işbirliği içinde; ne olduğunu, ne işe yarayacağını bilemeden apar topar Türkiye Kamu Sen (Türk Eğitim Sen)’i kuracak kadar dehşet içinde hareket ettiler. O döneme kadar devletin çeşitli bürokratik yönetim kademelerinde olan ağırlıkla MHP yanlısı memurların kurmuş olduğu Türkiye Kamu Çalışanları Vakfı, devletten aldıkları emirle bir gecede vakfın temsilciliklerinin olduğu yerlerde de sadece tabelasını değiştirerek Türkiye Kamu Sen’i kurdular. Bu gün Türk Eğitim Sen’inde üye olduğu bu sendika kamu çalışanları alanında bir kontra sendika olarak o günden bu güne varlığını sürdürmektedir.
Kamu çalışanları hareketini bölme, etkisizleştirme ve devlet güdümlü hale getirmekten başka işlevi olmayan Kamu Sen’in pratiği, bu gün kamu çalışanlarının devlet tarafından manipüle edilmesinin temel nedenlerinden biridir. Yine bu sendika, kamu çalışanlarını cendere altına almanın ötesinde işe yaramayan 4688 nolu kamu görevlileri sendikaları yasasının oluşturulmasında önemli bir katkı sunmuştur. O dönemde, bugün yürürlükte olan yasanın çıkması için “yasamı istiyorum” diye siyasi parti merkezlerini basan, meclis koridorlarında lobicilik yapan bu sendika yasanın çıkmasında, devletin yardımıyla kamu çalışanları içine sokulmuş bir hançer işlevini görmüştür. Çıkan yasa ve devletin engin hoşgörüsüyle kamu emekçilerinin ‘sözde’ yetkili sendikası olmuştur. Ancak bu yetkiyle; kapı kulluğunu yaptığı devletle toplu görüşme orta oyununda Zenne rolü oynamaktan öteye gitmemiştir. Sonuçta hiçbir işlevi olmayan toplu görüşmeler kamu çalışanlarının kabaran öfkelerinin bastırılmasında sübap olmuştur. Son toplu görüşme döneminde düşmanları çatlatacak nitelikteki aile saadeti tablosunu, (toplu görüşmenin sonunda her ne kadar gölgelenir gibi olduysa da) bu mutluluğun temelinde devletin ali menfaatleri, duvarlarında koltuk sefası, çatısında vatan-millet Sakarya olduğu için kimsenin bozmaya gücü yetmeyecek gibi.
Ka
mu Sen, kamu çalışanlarının ilk döneminde ‘memur sendika kurar mı’, ‘sendika iş verene karşı kurulur, devlet bizim işverenimiz mi ki sendika kuralım’, ‘sendika işverene karşıdır biz devlete karşı mıyız’, ‘biz vatan haini miyiz ki devlete karşı olalım ona karşı mücadele verelim’ diyenlerin kurduğu bir sendika olarak söylediklerine kendileri devlet destekli sendikalarını kurdukları zaman da aykırı hiçbir davranışta bulunmamışlardır. Bu nedenle çıkan her türlü yasayı kabul etmişler emek karşıtı kimi yasalarda karşı çıkar gibi yapıp daha sonra bu yasaya uygun davranışlara girmişler, yasanın özüne uygun fiiliyatta bulunmuşlardır.
Uluslararası sendikal üst örgütlerce dahi “sendika” olarak kabul edilmeyen Türk Kamu-Sen (tabi ki Memur-Sen)’in hala fiili biçimde teşhir edilmemesi KESK ve Eğitim Sen önderliğinin rekabet edecek güçte olmamasına dayanmaktadır. Devlet güdümlü bu sendikaların niye teşhir edilemediği sorusunun yanıtı ise, tek varlık nedeni kamu emekçilerinin fiili ve meşru örgütlenmesinin önünü kesmek olan bu ‘sendika’larla maalesef KESK(aynı zamanda Eğitim Sen)’in aynı düzleme girmesinde yatmaktadır. Bu durum KESK yönetimlerinin şimdiye kadar gittiği yolla ve bu yolun yarattığı güçsüzlükle gelinen noktayla açıklanabilir.
Kamu Sen’in kamu çalışanları ve diğer kamuoyu nezdinde ki olumsuz algılanma biçimleri KESK (Eğitim Sen yöneticilerinin) yönetiminde bulunanlarının, emekçilerin birliği söylemi doğrultusunda oluşturulan ‘Emek Platformları’nda yer almaları ile yavaş yavaş törpülenerek ortadan kalktı. Devlet güdümlü sendikaların da meşrulaştırılması işlevini gören Emek Platformu, özellikle kamu çalışanlarının içinde bir Truva atı olan Türkiye-Kamu-Sen’in meşrulaştırılarak palazlandırılmasına yaradı. KESK yönetiminin bu durumu gördüğü halde, bu platformda olmanın mantığını basitçe “birliğe karşı olmamak” ile açıklaması, kendi ideolojik-politik sapmasını gizlemeye yarayan şaldan başka bir şey olmadı. Kamu çalışanları hareketini uysallaştırmaktan başka bir işlevi olmayan bir sendikayla birlikte olmayı kitlelerden yalıtılmamak, kapsayıcı olmak, bu tür zeminleri kullanmak gibi reel politikalarla açıklamak kabul edilebilir değildi.
Bu durumun son noktasında KESK’in (Eğitim Sen), kendi toplumsal meşruiyetini Kamu Sen (Türk Eğitim Sen)’e kullandırttığı, hatta giderek medya eliyle palazlandırılan bu zihniyete benzemeye başladığı görüldü. KESK, Türk Kamu Sen ile ilgili izlediği yanlış politikalar sonucunda her yıl hükümetle oturduğu toplu görüşme masasında bu yıl oturacak sandalye bulamadı. Buna bağlı olarak KESK yöneticileri önceleri Devrimci Kamu Çalışanları tarafından dile getirilen toplu görüşme masasına oturmama fikrine karşı çıkarken bu defa toplu görüşmeye katılmayıp toplu sözleşme masasını sokağa kurma fikrine nazire yaparcasına toplu görüşme sürecinden çekilerek Aralıkta halk için bütçe talebiyle iş bırakma kararı aldı. Daha önceleri bu fikri savunan DKÇ (Devrimci Kamu Çalışanları)’lileri ihanetle suçlayan, KESK yönetiminin geldiği bu nokta ise ayrı bir tartışma konusudur. Altının nasıl doldurulacağı belli olmasa da, doğru olan toplu sözleşme hakkının kullanılması fikri, kamu emekçilerinin örgütlenme ve mücadele geleneğinden edindiği birikimler doğrultusunda yaşama geçirildiği ölçüde karşılık bulacaktır.
Devlet güdümlü sendika olan Kamu Sen’e bağlı Türk Eğitim Sen’in devletin emekçiler aleyhine çıkardığı her yasa ve uygulamaya nasıl sahiplendiklerinin son örneğini GSSY (Genel Sağlık Sigortası Yasası) de görmekteyiz. Bilindiği gibi bu yasa; IMF patentlidir. Sağlığın piyasalaştırıp; hastalıkların tedavisinin, kısaca insan sağlığının paralı hale getirilmesini, alınıp satılmasını ön görmektedir. Ülkemizde toplumun büyük bir kesiminin karşı olduğu, bu doğrultuda çeşitli karşı duruşları içeren eylemlerin yapıldığı bu dönemde Kamu Sen (Türk Eğitim Sen) bu yasaya ilişkin hayırhah bir tutum takınmış, hiçbir ciddi eylemliliğe girmemiştir. Bu yasaya karşı yapılan kimi eylemleri ‘bölücülük, vatan hainliği’ gibi suçlamalarla karalamaya çalışmıştır. Toplumun büyük tepkisini çeken bu yasa IMF’nin emirlerini tereddütsüz uygulayan AKP hükümeti tarafından meclisten geçirilerek 1 Ocak 2007 de uygulanacak biçimde yasallaştırıldı.
GSSY bireysel sigortayı esas alarak, her bir bireyi sigorta kapsamında görerek sigorta pirimi ödenmesini amaçlamaktadır. Yine bu yasaya göre çalışan bireyler sağlık sigortası için maaşlarda yapılacak kesintiye esas olan tedavi giderleri belli bir paket altında toplanmaktadır. Ancak bu paket içerisinde her hastalığın tedavisi olmadığı için diğer hastalıkların tedavisinin yapıldığı ek bir sigorta priminin daha yatırılması gerekmektedir. Görüldüğü gibi insan sağlığı üzerinden para kazanmayı hedefleyen bu yasa hiç bir toplumsal yarar amacı gütmemektedir. Anayasa mahkemesinde iptal davası açılan bu yasanın uygulanmaması için toplumun örgütlü örgütsüz tüm kesimleri tepkilerini çeşitli biçimlerde ortaya koyarak geliştirmektedir.
Ancak sendikacılığı devletin politikalarının uygulandığı meşruiyet zeminin olarak algılayan, devletin âli(yüksek) menfaatlerini toplumun(kendi kitlesinin) üstünde tutan, eğitim alanında örgütlü olan Türk Eğitim Sen, GSSY’yi şimdiden uygulamaya koymuş bile. Türk Eğitim Sen Şeker Sigortayla yaptığı anlaşmayla üyelerine indirimli özel sağlık sigortası yaptırmıştır. Bu konuda çeşitli basın yayın organlarında haber çıkmıştır. Konuyla ilgili 20.06.2006 tarihli Milliyet gazetesinin haberi aynen şöyle;
“Türk Eğitim-Sen üyesi 150 bin eğitimciye özel sağlık sigortası
Şeker Sigorta, Genel Yaşam, Tur Assist ve Medline, sigorta sektöründe bir ilke imza atarak, Türk Eğitim-Sen üyelerine özel sağlık sigortası imkânı sağlıyor.
Şeker Sigorta, Genel Yaşam, Tur Assist ve Medline, sigorta sektöründe bir ilke imza atarak, Türk Eğitim-Sen üyelerine özel sağlık sigortası hizmeti vermeye başlıyor.
Hazırlanacak poliçeyle, tüm devlet üniversitesi, lisesi ve ilköğretim okullarında, yönetici ve öğretmen olarak görev yapan, Türk Eğitim-Sen’in 150 bin üyesi, mevcut sosyal güvenlik sistemleri ile birlikte yürüyecek özel sağlık sigortalarına Şeker Sigorta, Genel Yaşam, Turasist ve Med-line işbirliği ile sahip olacaklar.
Eş ve çocuklar dahil
Türk Eğitim-Sen’e üye olan eğitmenler ve eğitim personeli, kendilerinin yanı sıra eş ve çocuklarının da yararlanacağı bu özel sağlık sigortası paketinden bir yıl boyunca hizmet alabilecekler.
Üyeler bu sistem için oluşturulan özel anlaşmalı kurum ağında yatarak tedavi giderlerini limitsiz güvence altına alabilmenin yanı sıra, aynı zamanda Medline ile sınırsız tıbbi danışmanlık ve ambulans hizmetlerinden de yararlanabilecekler.”
Görüldüğü gibi bu sendika, yasa daha yürürlüğe girmeden uygulamasına şimdiden başlamış. Eğitim alanında yetkili de olan bu sendika eğitim emekçilerini sermayeye peşkeş çekerek haklarını koruyacak anlaşılan. Anayasanın sosyal devlet niteliği açıkça ortada iken devletine, milletine bağlı bu sendika anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen bu niteliğine aykırı davranmakta. Vatan-millet söylemlerinde ne kadar samimi olduklarını görmek için çok zeki olmaya gerek bile yok.
Oysa sendika gibi emek örgütlerinin birincil görevi üyelerinin var olan haklarını öncelikle korumak ve geliştirmek, bu konuda kararlı karşı duruşlar sergilemektir. Sendikalar üyelerinin kazanılmış olan haklarının korunması için her türlü eylemi yapaca
k gücü yine üyelerinden almalıdır. Toplumsal meşruiyeti arkasına alarak yapılacak her türlü eylemde işveren değil temsilcisi olunan üyelerin çıkarı ön plandadır. Bilindiği gibi ülkemizde bir devlet politikası haline gelmiş özelleştirme, taşeoranlaştırma, kazanılmış hakların gaspı IMF’nin isteklerinden başka bir şey değildir. Ülke kaynaklarının halka değil çok uluslu şirketler ve onların yerli işbirlikçilerine dağıtılması kamu çalışanları başta olmak üzere tüm emekçilerin açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmeye çalışıldığı şu dönemde bütün bu uygulamaları devletin âli menfaatleri olarak görmek en hafif deyimle aymazlıktır.
Türk Eğitim Sen’in üyelerine %50 indirimli olarak yapılmasını bir avantaj olarak sunarken acaba var olan mevcut hakların ortadan kalktığı, üyelerin maaşlarından her çocuk için 64 ytl kesildiğinde ne diyecek? Çıkarılan GSSY’nın en önemli amaçlarından birisinin çok uluslu özel sigorta şirketlerini ve özel hastaneleri kalkındırmak olduğunu bilmiyor mu? Oysa bu yasada sosyal güvenlik “hak” olarak değil, “yükümlülük” temelinde özel sigortacılık mantığı ile kurgulanmıştır. Türk Eğitim Sen bu yasada çalışanların maaşlarından kesilecek bireysel sağlık sigortası priminin tüm hastalık tedavilerinin niçin kapsamadığını, kapsam dışı tutulan hastalık tedavileri için ayrıca ek prim ödemesi esasının getirilmesinin de özel sağlık sigortası şirketlerini kollanması olduğunu devletin yüksek menfaatleri arasında mı görüyor?
Anayasa da yer bulan sosyal devlet anlayışı, sosyal güvenlik sistemleri; sanayileşme, karmaşıklaşan iş ilişkileri, kentleşme, nüfus artışı karşısında zayıf kalan bireyin güvence arayışının toplumsallaşmasının ürünüdür. İnsanların barınamama, yeterli beslenememe, işten çıkarılma, iş kazası, sakatlık, sağlık sorunları gibi risklere karşı korunmasını amaçlar. Temelinde toplumsal dayanışma ve sosyal adalet kavramları yer alır. Sosyal güvenlik, bireyler yönünden “hak”, Devlet Yönünden ise “ödev” olmak durumundadır.
Türk Eğitim Sen’in bu uygulaması ile tedavi için gerekli olan yöntem ve hizmetlere ulaşmak parası olanların “hakkı” olacaktır. Sistemin bu şekilde tasarlanması ile özel sağlık sigortalarına yönelme teşvik edilecek, sosyal güvenlik kurumundan kaçış hızlanacaktır. Bu durumda kurum, en düşük ve en sınırlı hizmeti sağlayan yoksulluk yönetimi kurumuna dönüşecektir.
Bu uygulama ile sistemde, kayıtlı olarak çalışan bir grubun ödeyeceği primler, vergiler ve katkı payları ile oluşacak kaynaklarsa özel hastaneleri finanse etmekte kullanılacaktır. Bununla getirilmek istenen sistemin tek bir amacı var: Diğer alanlarda olduğu gibi, sağlıkta da kamu hizmetlerinin tasfiyesi;. Diğer yandan da özel emeklilik ve sigorta şirketlerinin, ilaç firmalarının önü açılmasıdır. Uygulamanın özünde sağlık hizmetinin özelden satın alınması planlanmaktadır. Bugün GSS’ye umut bağlayan ilaç tekelleri, özel hastane sermayedarları ve özel sağlık sigortası şirketlerinin bu umudunu Türk Eğitim Sen gerçeğe dönüştürmenin şampiyonluğuna oynamaktadır.
İlk adımını Türk Eğitim Sen’in attığı bu uygulama ile ülkemizdeki 6000 sağlık ocağı yok edilecek, 1. basamak sağlık hizmetleri piyasaya devredileceğini; pratisyen hekimler “aile hekimi” adı altında piyasa koşullarında, daha uzun ve daha güç koşullarda görev yapan iş güvencesiz personele dönüştürülecek. Türk Eğitim Sen’in başlattığı üyelerine özel sağlık sigortası uygulaması başta eğitim emekçileri olmak üzere tüm kamu çalışanları ve halkın sağlık hakkına açık bir saldırıdır.
Bütün bunlara bağlı olarak üyelerinin tamamını özel sağlık sigortası yapmak için Şeker Sigortayla protokol imzalayan Türk Eğitim Sen bunu gerçekten üyelerinin çıkarı için mi yoksa anlaşmayı yaptıkları sigorta şirketinin için mi yaptı? Sorunun yanıtı GSSY’nin kendi içindedir. Yani Türk Eğitim Sen, eğitim emekçileri için değil özel sağlık sigortası ve özel hastanelerin çıkarını önde tutmuştur. Bu sendika ve bağlı bulunduğu konfederasyon Kamu Sen, eğitim emekçileri ile birlikte bir bütün olarak tüm kamu emekçilerinin, halkın düşmanıdır. Sendikacılığın abc’si sayılan üyelerinin hak ve çıkarını korumak yerine onların sağlıklarını özel sigorta şirketlerine peşkeş çekenleri eğitim emekçileri asla unutmamalıdır, unutmayacaktır. Ayrıca bu tür işlerde bahsedilen karşılıklı çıkarların altından neler çıktığını başta eğitim emekçileri olmak üzere tüm kamu çalışanları bilmektedir. Son toplu görüşme sürecinde işveren devletin temsilcisi ile poz verip yılışıkça gülerken kamu emekçilerini satabilmenin pişkinliğini taşıyan bu zihniyetin adı televizyon ekranları ve gazetelerde kocaman harflerle yazıyordu; devlet güdümlü sendikacılık.
Eğitim emekçileri yüzyıllık devrimci öğretmen hareketinin kendilerine bıraktığı mücadele örgütlenme deneyimi doğrultusunda bu gün içinde bulundukları olumsuzluğu aşabilir. Eğitim emekçileri devrimci öğretmen hareketinin yaratılması ile bu günkü IMF işbirlikçisi hükümetin emek karşıtı politikalarına karşı durabilir. Bu karşı duruş toplumun tüm kesimleriyle parasız eğitim parasız sağlık temel şiarı etrafında bir araya gelerek başarıya ulaşacaktır. Eğitim emekçileri bunu yapacak deneyime, cesarete sahiptir. Devrimci Öğretmense buna doğru önderlik edebilecek sendikal mekanizmalar ve politikalar oluşturma göreviyle karşı olduğu bilinci ve kararlılığı içinde hareket etmelidir.