Nükleer santral yapma hevesi gene geldi birilerine. Hayalet gibi Türkiye`nin üzerinde dolasan bu hevesi, bakın Enerji Bakanı Hilmi Güler ABD`den döndükten sonra hangi sözlerle açıklıyor: ”Bu çok yoğun geçen görüşmelerimiz sırasında özellikle dünyadaki ve bölgedeki enerji arz güvenliğiyle ilgili ABD uzmanlarıyla görüş alış verişinde bulunduk”. Güler, Türkiye’de 2014 yılına kadar 3 adet 5 bin megavatlık […]
Nükleer santral yapma hevesi gene geldi birilerine. Hayalet gibi Türkiye`nin üzerinde dolasan bu hevesi, bakın Enerji Bakanı Hilmi Güler ABD`den döndükten sonra hangi sözlerle açıklıyor: ”Bu çok yoğun geçen görüşmelerimiz sırasında özellikle dünyadaki ve bölgedeki enerji arz güvenliğiyle ilgili ABD uzmanlarıyla görüş alış verişinde bulunduk”. Güler, Türkiye’de 2014 yılına kadar 3 adet 5 bin megavatlık nükleer enerji tesisi kurmayı planladıklarını bir anda ilan ediyor. Bakan Güler söyle devam ediyor: ”Çok yoğun geçen bu temaslarımız inşallah müttefikimiz ABD ile çok verimli yeni bir enerji alışverişi dönemini kapsayacak”. Bu nükleer santralleri özel sektöre kurdurtmak istediklerini belirten Güler, “neresi olacak” diyen bir gazeteciye de “Türkiye`de olacak tabi” diye cevap veriyor. Çok geçmiyor ki Sinop`un adı ilk nükleer santral için anılıyor.
Bu yazı, bu “dehşet” sözler duyulduktan sonra kaleme alındı ve anlaşılacağı gibi nükleer enerjiye karşı çıkıyor. Hazırlanışı da bu kurgudadır. Bu kurguyu yaparken nükleer enerjinin, çekirdeğin parçalanmasından tutun insan ihtiyaçlarına, toplumsal hareketlerden tutun bomba yapımına kadar, her türlü halini “kabaca” masaya yatırmaya karar verdik. Bunu yapmaktaki amacımız, en azından okuyucunun gözünde bir şeyleri “canlandırmaktır”.
Nükleer enerji nedir?
Atom çekirdeklerinin parçalanması sonucunda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. Ağır atom çekirdeklerinin nötronlarla bombardımanı sonucunda bu çekirdeklerin parçalanması sağlanabilir; bu tepkimeye “fisyon” adı verilmektedir. Her bir parçalanma tepkimesi sonucunda açığa fisyon ürünleri, enerji ve 2-3 adet de nötron çıkmaktadır.
Uygun şekilde tasarlanan bir sistemde tepkime sonucu açığa çıkan nötronlar da kullanılarak parçalanma tepkimesinin sürekliliği sağlanabilir (zincirleme tepkime). Bunun haricinde hafif atom çekirdeklerinin birleşme tepkimeleri de büyük bir enerjinin açığa çıkmasına sebep olmaktadır. Bu birleşme tepkimesine “füzyon” adı verilmektedir. Bu tepkimenin sağlanabilmesi için atom çekirdeğinde bulunan artı yüklerin birbirini itmesinden kaynaklanan kuvvetin yenilmesi gereklidir. Bu nedenle çok yüksek sıcaklığa çıkılan sistemler kullanılmaktadır. Çok yüksek sıcaklıkta yüksek enerjiye ulaşan atom çekirdeklerinin çarpışması ile füzyon tepkimesi sağlanabilmektedir. Fisyon ve füzyon tepkimeleri ile elde edilen enerjiye “çekirdek enerjisi” veya “nükleer enerji” adı verilmektedir.
Nükleer enerjiden elektrik üretimi
Nükleer reaktörler nükleer enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren sistemlerdir. Temel olarak fisyon sonucu açığa çıkan nükleer enerji nükleer yakıt ve diğer malzemeler içerisinde ısı enerjisine dönüşür. Bu ısı enerjisi bir soğutucu vasıtasıyla çekilerek bazı sistemlerde doğrudan bazı sistemlerde ise ısı enerjisini başka bir taşıyıcı ortama aktararak türbin sisteminde kinetik enerjiye ve daha sonra da jeneratör sisteminde elektrik enerjisine dönüştürülür. Malzemelerin çok çeşitli fiziksel, kimyasal ve nükleer özellikleri sebebiyle pek çok değişik nükleer reaktör tasarımı mevcuttur. Aşağıdaki şekilde bir Basınçlı Su Reaktörünün basit şeması verilmiştir. Bu tasarımda reaktör kalbindeki yakıtlardan ısı enerjisi basınç altında tutularak kaynaması engellenen su ile çekilmektedir. Çekilen ısı enerjisi buhar üreteçlerinde ikinci devredeki suya aktarılmakta böylece üretilen buhar ile türbin-jeneratör sistemi döndürülerek elektrik enerjisi üretilmektedir.
Kaynak: TAEK
Ne kadar güzel elektrik üretiliyor öyle değil mi? Peki geçmişimizi unuttuk mu? Unuttuysak kısaca hatırlayalım:
Çernobil’de ne oldu?
Tarihin en ölümcül nükleer kazası 26 Nisan 1986’da bugünün Ukrayna’sının sınırları içerisinde kalan Çernobil santralinde olmuş, o zamanın Sovyetler Birliği yetkililerince gizlenmeye çalışılmış ama radyoaktif bulutların 28 Nisan’da İsveç sınırındaki detektörleri çılgına çevirmesi sonucu tüm dünya tehlikenin farkına varmıştı. Kazadan sonra 400 bin insan, kentlerden ve kasabalardan tahliye edilmiştir.
7 bine yakın kişinin hala temizlik çalışmalarında görev aldığı söyleniyor. “Neden burada çalışıyorsunuz?” sorusu sorulduğunda cevap hiç gecikmiyor; ücretler ve işsizlik (1)!
Kazanın ardından temizlik çalışmalarına katılan ve konferansın açılışında konuşan Prof. Dr. Dimitri Hrodzinski, “Yalnızca orada olanlar o günü anlayabilir. İlk günlerde reaktörün yüzeyinin güneş gibi giderek ısındığını ve sızan radyoaktif bulutları görebiliyorduk” diyor ve ekliyor: “Kazadan sonra radyasyon miktarının hesaplanmasında birçok şey yanlış yapıldı ve toplam doz eksik tahmin edildi. Halk bilinçli olarak yanlış bilgilendirildi. Moskova’da radyasyonun pozitif etkilerini anlatan kitap bile yayımlandı.
Çernobil sadece tek örnek mi?
Nükleer enerjiden kaçışın nedeni çoğu zaman Çernobil kazası olarak gösterilir ya da gösterilmek istenir. Çernobil’den kaynaklanan radyoaktif serpinti 160 000 km2 toprağı kirletmiş, en az 9 milyon insanı etkilemiş ve 400 000 kişinin evinden olmasına yol açmıştır. 800 000 kişi kaza sonrasındaki temizlik çalışmalarına seferber edilmiştir; çocuklardaki tiroit kanserleri 100 kattan fazla artmıştır. Kazanın Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya’ya maliyeti, 352 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Çernobil kazası gerçekten de şu ana kadar olan nükleer kazalar içinde en büyüğüdür ama nükleer endüstrinin iddia ettiği gibi meydana gelmiş tek kaza değildir. Ayrıca kazaların sadece eski “Rus” teknolojilerinde meydana geldiği de bir yalandır. Bırakın Çernobil’i, en modern teknoloji ve standartların eksik olmadığı Japonya’da bile kazaların ardı arkası gelmemektedir. 9 Ağustos 2004’te, Mihama Nükleer Santral’inde meydana gelen kazayı, BBC, Japonya’nın tarihinde yaşadığı en büyük nükleer kaza olarak duyurdu.
Japonya’nın bundan önce yaşadığı ve o zamana kadar en tehlikeli nükleer kaza olarak bilinen Tokaimura kazasında (29 Eylül 1999), radyasyon sızıntısı da olmuş ve ölçülen radyasyon düzeyinin normal seviyeden 15 bin kat fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Reaktörde çalışan 400’den fazla insanın radyasyona maruz kalmasının yanı sıra, reaktörün etrafında yaşayan binlerce insan, yetkililer tarafından evlerinden çıkmamaları için uyarıldı ve herhangi bir yağış halinde elbiselerin hemen yıkanmasını istedi. Aralık 21’de de bu kazanın ilk kurbanı 35 yaşındaki Hisashi Ouchi hayatını kaybetti. Japonya’daki kazalar da gösteriyor ki, güvenli nükleer santral diye bir şey yoktur. Japonyadaki diğer kazalar aşağıdadır:
Nisan 1998: Tokyo Elektrik Firması’na ait reaktör, soğutma pompasının bozulması sonucunda kapatıldı.
Temmuz 1997: Tokyo Elektrik Firması’na ait bir başka reaktörde radyasyon sızıntısı
Kasım 1997: Tokyo yakınlarındaki uranyum zenginleştirme laboratuarında yangın çıktı.
Ağustos 1997: Tokaimura santralinde, 2000 çelik varil içinde bekletilen atıklarda sızıntı meydana geldi.
Mart 1997: Tsuruga reaktöründe çalışan 35 işçi radyasyona maruz kaldı.
Aralık 1995: Tsuruga’da soğutma sisteminden kaynaklanan sızıntı yüzünden santral bir yıl kapatılmak zorunda kaldı. (Kaynak:BBC)
İlk kitlesel ölüm: “Made by USA”
Binlerce
insanin bir kazadan dolayı yaşamlarını kaybettiklerini veya yaşamlarının değiştiğini anlattık. Fakat Çernobil`den neredeyse 40 yıl önce nükleer ölüm gücünü gösterdi. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, yenilen Japonya`yi koşulsuz teslim almak için sivillerin üzerine ölüm saçtı. Hiroşima ve Nagazaki’de on binlerce insanın ölümünün yanı sıra, on binlercesi -genlerindeki radyoaktivite gereği- onlarca yıl, kuşaklar boyu acı çekmeye devam etti. Bundan sonraki tarihlerde nükleer endüstrinin maskesi düşmeye başladıysa da, dünya tekelleri; “Barış için Atom” adı altında ölümcül projelerini cilalayıp yine piyasaya sürdüler(2) . Fakat, yazıda da bahis edildiği gibi kazalar devam etti; 1960 ve 70’lerdeki Three Miles Island, Sellafield, 1986’da Çernobil ve 1999’da Tokaimura bunlardan bazıları…
Şu anda İncirlik üssünde NATO’ya ait 90 nükleer silah(3) bulunmaktadır.(Almanya, Belçika, İngiltere, İtalya, Türkiye; ABD’nin sahip olduğu ve denetlediği 480 nükleer silaha NATO Nükleer Paylaşım Anlaşmaları adı altında ev sahipliği yapıyor. Seymour M. Hersh, İran’a karşı muhtemel bir saldırıda Avrupa’da depolanmış ABD bombaları olan B61’lerin kullanımı içeren ABD senaryolarını açığa çıkarmıştır.
Hali hazırda günümüzdeki Fransa (1996), Çin(4) , Kuzey Kore gibi ülkelerin nükleer denemeleri ve İran’ın nükleer çıkısı uranyumun sadece enerji üretimi için geliştirilmediğinin en bariz örnekleridir. Elbetteki soğuk savaş döneminde de bu böyleydi fakat şimdiki fark Türkiye’nin belki de nükleere (ABD’nin müttefiki olarak) neden yeşil ışık yaktığını da gösteren başka bir güç dengesine işaret ediyor olabilir. Fakat en nihayetinde bu örnekler artık merkez ülkelerin yaptıkları anlaşmaların atıl kaldığını (Nükleer Enerji Birliği, Eurotom, Nükleer Denemelerin Yasaklanması Anlaşması vs…) gözler önüne sermektedir(5) . Tüm ülkeler nükleer silahlanmayı gerçekleştirecekse o zaman her an kafamıza nükleer düşmesi kaygısıyla mı yaşayacağız? AB’nin kuruluş aşamasında da nükleer silahlanmanın barışı getireceğini savunanlar olmuştu. Tam tersi bu kendi cinsini katledebilme vicdansızlığını gerçekleştirebilen insanlığın ayıbından öte bir şey değildir. Dahası güvenlik sorununu öne çıkartan, terörü hedef gösterip terör estiren ABD gibi ülkelerin halkları ehlileştiren(6) ideolojisini yani “kriz yönetimini” giderek arttırmaktadır. Bu yönelim nükleer tehdidi de artırmaktadır.
Bizimkiler, nükleer enerji, Çernobil…
1956 yılında kurulan Atom Enerjisi Kurumu’nun 1986 yılındaki başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, çay içmenin tehlikeli olmadığını anlatmakla meşguldü ama bir yandan da TAEK, 30 Aralık 1986 yılında 58 bin ton çayın gömülerek yok edilmesi kararını alıyordu. Zamanın Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral ve Başbakanı Turgut Özal televizyonların ve fotoğrafçıların karşısında çay yudumlarken bir yandan da “radyasyonlu çayın” etkisiyle olsa gerek inanılmaz demeçler veriyorlardı. Aral, “Biraz radyasyon iyidir” diyor çayından bir yudum alıyor, bir çay gurusu olduğu daha önce fark edilmeyen Özal ise “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” tespitinde bulunuyordu.
1985 yılı çaylarla yeni hasat edilmiş çaylar harmanlanıp yeniden paketleniyordu. (Greenpeace’in 1996 yılı raporu)
30 Aralık 1986’da 58 bin ton çayın gömülmesi için karar alındı ancak bu karar Ocak 1998 yılında Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra yürürlüğe girdi. Depolarda bekleyen çaylar kaçırıldı. Dere kenarlarında bekletilenler suya, yakılan çaylardan çıkan radyoaktivite havaya karıştı. Yakma seçeneğinden vazgeçildi ancak tüm bu kargaşada 130 bin ton çay tüm Türkiye’ye afiyetle içirildi.
İyi demlenmiş bir çayın radyasyon etkisini kaybettiğini öğrendiğimiz günlerde, ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen, ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence, “Çayda Radyoaktivite Ölçümleri” adlı raporlarını hazırladı. Raporda, 1985 tarihli bazı Çay Çiçeği paketlerinde yüksek radyoaktiviteye rastlandığı belirtiliyor, bulunan oranların, bildirilen yüzde 3’ten çok daha yüksek olduğu ve yüzde 65’leri bulduğu açıklanıyordu. Bilinen eşik değerleri geçmek için her gün bu çayla demlenmiş 5 bardak “tavşan kanı”na ihtiyacınız vardı. Kaldı ki raporda da belirtildiği gibi radyasyonda eşik değer yoktu ve temel amaç mümkün olan en az radyasyona maruz kalmak olmalıydı. Raporu hazırlayanlar hamile kadınlar ve çocukların daha az çay içmeleriyle başlayan bir dizi öneride bulunuyordu ama sorumluların sesi daha gür çıkıyordu. Zaten bir süre sonra böyle raporlar hazırlamak ve sunmak da kontrol altına alındı. Radyasyonla ilgili sorularınızı artık yetkililere sormak zorundaydınız ama aldığınız yanıtlar pek tatmin edici olmuyordu. Hele de radyasyon düzeyleriyle ilgili rakamları sorduysanız şöyle yanıtlar alabiliyordunuz: “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum” (Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 6 Haziran 1986 TAEK Başkanı) .
17 Eylül 1986’da Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Doğu Karadeniz Bölgesi’nden gelen tüm fındıkların Fiskobirlik tarafından satın alınacağı ve bölgeden dışarıya çıkarılmayacağını belirten bir basın açıklaması yayınladı. Bunu izleyen günlerde basının izlediği politika, oldukça yanlı ve halk sağlığını hiçe sayan bir görüntüdedir. Nükleer enerji konusunda ileride nasıl bir görüntü çizecekleri konusunda da bize tahmini bir fikir vermiştir.
Eylül 18 Milliyet Gazetesi: Tüm fındığa el kondu.
19 Cumhuriyet: Fındıkta yasağa sert tepki.
19 İzmir Ticaret: Fındıkçılar Aral’ı protesto ediyor.
24 İzmir Ticaret: AET’nin istemediği fındık SSCB’ye
satılıyor.
24 Milliyet: Üretici Evren’e başvurdu.
29 Yeni Asır: Aral: Fındık gerekirse imha edilecek.
30 Hürriyet Gazetesi: Fındık’ta radyasyon yok.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından 14 Ağustos 1986 tarihli mektupla [1-01-398] bilim insanlarına dayatılan, Türkiye’de radyasyon ölçümleri ve sonuçlarıyla ilgili olarak yapılacak tüm yayınlar üzerindeki sansürü kabul etmektedir. Bu mektuba göre yalnızca TAEK ve TRGK(7) bu konularda açıklama yapmakta özgürdür.
Saygıdeğer Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral ise radyasyonla kirlenen çaylardan söz etmeden önce, “bilimsel açıklamalar” yaparak, farklı bir tür radyasyona övgüler yağdırıyordu: “Bir bitkiyi düşünelim; yaprağı, güneşten gelen radyasyon etkiler ve fotosentez dediğimiz olay meydana gelir… Güneş radyasyonu olmazsa, bitki olmaz, hayat olmaz…”[TBMM B:58, 22.1.1987, O:1, s.141-142]
25 Haziran 1986’da Prof. İzdar Karadeniz’de radyoaktivite ölçümlerine ilişkin teleks mesajı ile ilgili olarak aşağıdaki yetkililere “GİZLİDİR” damgalı bir mektupla bilgi vermişti:
a) Dz.K.K. Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi
Başkanlığı, Çubuklu-İstanbul,
b) Başbakanlık Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı,
Bakanlıklar-Ankara,
c) Dışişleri Bakanlığı Havacılık ve Denizcilik Sorunları
Dairesi Başkanlığı, Ankara,
d) Dz. K.K. Güney Deniz Saha Komutanlığı, İzmir.
TAEK, Çernobil felaketinin başından beri Karadeniz bölgesinde radyasyon kirliliği olduğunu biliyordu. Buna karşın, ne çay yetiştiren insanlara ne de ça
yı işleyen fabrikalara resmi bir uyarı gönderilmedi. Devlet kuruluşu olan Çaykur kirliliğe ilişkin ilk bilgiyi Aralık 1986’da almıştır. Çay ürününü alındığı 1986 yılının Mayıs ayı ile Aralık ayı arasındaki 8 ay boyunca insanlara bir uyarı yapılmadı Çaykur’un denetlenmeye başlandığı Aralık ayından sonra bile, küçük özel fabrikalar normalin altındaki fiyatlarla, bazen kaza öncesine tarihlenmiş sahte Çaykur paketleriyle radyoaktif çay satmayı sürdürdü.
Türk halkına içirilen çay 130.000 tonu bulmuştur! O zamanki Cumhurbaşkanı Evren, Başbakan Özal, Bakan Aral ve o sırada TAEK Başkanı Özemre, kamuoyuna çay içmenin tehlikesiz olduğunu defalarca söylemişti. Gazete ve televizyonlara poz vererek çay içtiler. Radyoaktif çayın, tüketicisi üzerindeki etkilerinden bu liderler sorumludur.
Sorumlu olduklarını kendileri bile itiraf etmişlerdir. Örneğin 1992 yılı sonunda, özel bir söyleşi sırasında Aral günah çıkarmış: “Hükümet gerçekten de Çernobil’in Türkiye üzerindeki etkileri konusundaki gerçekleri ve rakamları gizlemiştir” demiştir. Ayrıca Aral, ortalama Türk diyetinde lüks sayılan bu fındıkların Türk askerlerine de bedava dağıtıldığını onaylamıştır.
Kayıhan Pala, 1-30 Eylül 2005 tarihleri arasında yapılan araştırmaya göre, Hopa’da, tanısı doğrulanmış 49, doğrulanmamış 27 olmak üzere toplam 76 kanser hastası olduğunun tespit edildiğini kaydetti. Araştırmaya göre, Hopa’da yıllık kanser görülme sıklığının erkeklerde yüz binde 149.5, kadınlarda yüz binde 117.5 olarak ortaya çıktığını ifade eden Pala, bu oranının dünyaya göre çok yüksek olduğunu vurguladı. Pala, “Hopa’da son 3 yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47.9’unun nedeni kanser olarak belirlenmiştir” dedi. Çernobil kazasının en önemli etkisinin, tiroit kanserinin görülmesindeki artış olduğunu belirten Pala, ayrıca radyoaktif kirliliğin olduğu riskli bölgede yaşayan kadınlarda da, meme kanserinin görülme sıklığında artış olduğunun bilindiğini söyledi.(8)
Batı Karadeniz’deki çaylardaki aktivite 0-89.000 Bg/kg arasında değişiyordu. Oysa TAEK ortalama rakam olarak 30.000 Bg/kg aktivite olduğunu açıkladı. Ortalama bu olsa bile bir paket çayın içinde ne derecede radyoaktif madde olduğunu bu ortalamaya bakarak saptayamazsınız. Önemli olan tüm çaylardaki ortalama radyoaktiviteyi bulmak değildir. Sizin aldığınız pakette o orandan çok daha yüksek bir radyoaktivite olup olmadığını nereden bileceksiniz?
Tüm bu olanlara rağmen 1970’lerde Çekmece’de Nükleer Santral denemesi olmuştur fakat sonra başarısız olmuş ve kapatılmıştır. Ardından 1975’te Akkuyu’ya Santral yapılmasına karar verilmiştir. Şimdide yazının başında bahis etiğimiz gibi Sinop’a yapılması planlanmaktadır.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Fransız gezisinde, 15 milyar dolarlık nükleer ihalemiz var deyip bir Fransız kamu kuruluşu ve dünyanın sayılı nükleer güçlerinden biri olan, adı sık sık plütonyum ticaretiyle de gündeme gelen Areva yetkilileriyle el sıkışması da yine nükleer lobinin kapımızı çaldığına inananların savlarının çok da boş olmadığını gösterdi. Bakın, Silifke Kültürel ve Doğal Hayatı Koruma Derneği Başkanı Esen Ertürk, 2000’de sonlanan son ihale aşamasında ne diyor: “Biz yaşanan bu duruma, antidemokratik nükleer dayatmacılık diyoruz. Yöre halkının gelişmelerden hiçbir bilgisi yok. Yöre insanına nükleer santrallerle ilgili hiçbir bilgi verilmedi. Hiç kimseye de bir şey sormadılar. Kendi kendilerine karar alıyorlar. Demokrasi, şeffaflık diyorlar ama bunların hiçbirisi yok”.
Durum değişti mi? Tabii ki hayır! Neden? Sermaye 500 yıllık varlığında daima birikimini ve akışkanlığını sürdürmeyi başarmıştır da ondan. Kuzey ülkelerinde; ne enerji ihtiyacına ne ekonomik verimliliğe ne de son kertede güvenli bir yaşama çözüm olmadığı anlaşılan ve birçoğu tarafından nükleer silahlanma amacıyla kullanılan nükleer enerji şimdi ise güney ülkelerine pazarlanıyor hepsi bu…”Kirlilikten yararlanıp bunun ticaretini yapmak veya bizatihi ekolojinin dengesinin bozulmasından kaynaklanan yeni hastalıkların tedavisi ilaç sanayinin yeni antibiyotikler bulmaya çalışması gibi kapitalistlerin çok sevdiği olasılıklar bu türden örneklerdir. Sermaye, özünde niceldir ve nicellik rejimini dünyaya dayatır: Bu sermaye için bir zorunluluktur. Ama sermaye aynı zamanda hoşgörüsüzdür; kendi dayattığı sınırların ötesine gitmek ister sürekli, bu yüzden de ne durulur ne de bir dengeye oturur.”(Kovel, 2005, s.66) Yeni ürettiği antibiyotiğin yan etkilerini bilen veya hastalığa kesin bir çözüm olduğunu bilmesine rağmen hastalığı geçirmek konusunda %100 başarı sağlayamayan beş ilacı satmaya devam eden bir uluslararası ilaç şirketi gibi; nükleer enerjinin tüm ekonomik yanlışlıklarıyla birlikte öldürücü olduğunun bilincinde olan yatırımcılar ve onların önünün açan politikacılar, sermaye deyip soyut bir hedefi işaret ettiğimiz şeyin somut türevlerini oluştururlar.
Nükleer hiç bir şeye çözüm olamaz
Pisliğin pisliği : Nükleer Atık
Nükleer enerji “atık sorunu” gibi kelimenin tam anlamıyla “çözümsüz” olan bir probleme de sahiptir. Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, bu sorunu gayet iyi özetlemiştir: “Bir nükleer reaktör normal operasyonlar sırasında bile atmosfere ve kuruldukları yerlerdeki nehir, göl ve denizlere, düzenli olarak radyoaktif gazlar ve radyoaktif izotopları içeren soğutma sularını deşarj etmektedir. Buna ek olarak kullanılmış nükleer yakıt çubuklarının yeniden ayrıştırma tesislerine gitmeden, santral civarındaki havuzlarda soğutulması gerekmektedir. Bu tonlarca kullanılmış yakıt çubukları, bozunma ömürleri yüz binlerce yıl olan, binlerce yeni radyoaktif izotop ihtiva eder.” Atıklar, sadece tükenmiş yakıt çubuklarıyla sınırlanmış değildir. Ortalama 1000MW gücündeki bir reaktör bir yılda 30 ton yüksek düzeyde, 300 ton orta ve 450 ton düşük düzeyde atık üretir.
Nükleer atık denildiğinde hep nükleer santrallerden çıkan atıktan bahsederiz ama aslında uranyum madenciliğinden başlayan tüm nükleer yakıt zinciri içinde radyoaktif atıklar üretilir ve birçoğu binlerce yıl boyunca tehlike yaratacak radyoaktif bir tarihi gelecek kuşaklara bırakırlar.
Bağımsız uzmanlara göre, kullanılmış yakıt miktarı 2010’a gelindiğinde 322000 tonu bulacaktır. 50 yıllık nükleer macera boyunca değişik öneriler konuşulup durulsa da, hala nükleer atıkları doğadan tamamıyla izole edilecek bir yöntem bulunabilmiş değildir.
Plütonyumun radyoaktivitesini kaybedebilmesi için 10 yarılanma ömrüne ihtiyaç duyuluyor. Bu da size 250 bin yıl boyunca kontrol edilmesi gereken bir atık bırakıyor. Ya da 300 yıl kontrol altında tutulması gereken Stronsiyum-90 ve Sezyum 137 gibi atıklar bırakıyor. Bugün, nükleer enerjiyi savunanlar her ne kadar ve nasıl oluyorsa “bu sorun çözüldü” deseler de, gerçekte dünyada bu atıkların depolanması için varsayılan ve çalışan bir depolama alanı yoktur.
Bir şehir efsanesi: Küresel ısınmaya karşı nükleer
Atmosferdeki CO2 konsantrasyonu 1850’den bu yana hızlı bir şekilde artmaktadır, 1850’de 280 ppm iken 2005’de 381 ppm’e çıkmıştır, 400 ppm seviyesine geldiğinde geri-döndürülemez bir dönemece gireceğiz ve dünyanın en ünlü iklimbilimcilerinden James Hansen tedbir almak için en fazla 10 yılımız kaldığını söylüyor. Fosil yakıtlara bağımlı olan bir sistem çökmek üzeredir. ABD`nin, özellikle Bush yönetiminin, Kyoto protokolünü imzalamayarak bunda büyük payı vardır. Fakat şunu bilmeliyiz ki sermayenin sahibi değişse de mantık değişmeyece
ktir. İleride televizyonlarda “küresel ısınma” sözünün ne kadar sık tekrarlandığını göreceksiniz. Fakat bu sözler insanlığın yok olmasına sebep olabilecek sorunu çözmek için değil; ürün pazarlamak için olacak! Isı yalıtım şirketleri ve araba üreticileri bu sorunu pek ala bu konuyu, piyasaya sürecektir.
Nükleere enerjiye dönecek olursak; bu enerjinin CO2 konsantrasyonunu azaltacağına, yani cevre dostu bir enerji olduğuna inanlar var. 2050 yılına kadar CO2 salınımını önemli ölçüde azaltmak için, ABD-Massachusetts Teknoloji Üniversitesi nükleer enerji uzmanı Neil Todreas’a göre; 1500 GWe gücünde, yani şimdiki nükleer santrallerin 5-6 katı nükleer santral gerekiyor. Buna ne dünya uranyum rezervi ne hala çözülememiş olan atık depolama alanları ne güvenlik kontrolleri ne güvenli ve uygun alanlar ne de finansman yetebilir (Arif Künar, s.39). Ayrıca bu noktada ekolojistlerin söylediği ekolojik kriz söylemini hatırlatalım, çünkü nükleer santral CO2 üretmeyebilir ama daha önce de belirttiğimiz birçok ekolojik kirliliğe yol açmaktadır. Çünkü ekolojik kriz; küresel ısınma, canlı türlerin yok oluşu, kaynakların azalması veya biyosfere salınan yeni kimyasalların neden olduğu yaygın zehirlenmeler gibi ekosistemdeki verili hasarlardan herhangi biriyle ilgili değil; bunların tümünün bir arada meydana gelmesidir.
Ekonomik sorunlar, sorular
50 yılı aşkın geçmişine karşın nükleer gücün toplam enerji içinde payı %5; toplam ticari elektrik içinde ise %16. Kısaca, Türkiye’de çizilmeye çalışan tablonun aksine dünya nükleerle ayakta durmuyor. İşin daha da ilginci, 1960’lı ve 70’li yıllarda olduğu gibi nükleer enerjinin dünyanın enerji sorununu çözeceğine de inanılmıyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IAEA) rakamlarına bir göz atmak yeterli bunun için. 1974 yılında yaptıkları tahminde, 2000 yılına gelindiğinde nükleer gücün 4500 GW’a ulaşacağı söyleniyordu. Oysaki şu andaki gücün 350 GW civarında seyrettiği biliniyor.
Türkiye`de ise Bakanlık, 2014 yılına kadar enerji ihtiyacının %8.2 artış göstereceğini(9) ve bunun ancak bu yıla kadar 130 milyar dolarlık yatırımla sağlanabileceği belirtiyor. Belirtilen artış yüksek talep senaryosuna göre, bunun gerçekleşmemesi olasılığını bir yana bırakmak gerekir. Bakanlık bu durumda en ucuz kaynağın nükleer enerji olduğu konusunda oldukça ısrarcı. Ayrıca ikinci, gerçekten kulağa hoş gelen bir önermeleri var. O da Türkiye`nin enerji konusunda dışa bağımlı olduğu, nükleer santralin veya santrallerin bu bağımlılığı azaltacağıdır. Bizim çözümleyemediğimiz sorun ise uranyum`un içe bağımlı mı olduğudur.
Amerika’da, dünyanın en çok nükleer reaktöre sahip ülkesinde, 1978 yılından beri yeni nükleer santral siparişi verilmeyişinin ardında, artan yapım, işletim ve güvenlik maliyetleri vardır. Üç Mil Adası (Three mıle Island) kazasından sonra arttırılan güvenlik tedbirleri birçok firmayı iflasın eşiğine getirmiştir. “ABD nükleer programının başarısızlığı, iş dünyasının tarihindeki en büyük yönetim facialarındandır”. Amerika’da federal hükümetin, nükleer endüstriyi 40 yılda 100 milyar dolar kadar sübvanse ettiği hesaplanmıştır. Bu endüstri için farklı maddi destekler de sağlanmış, radyasyon kurbanlarına ödenen tazminatlar bu rakama dahil edilmemiştir. Bilinen en deneyimli nükleer güç ekonomistlerinden C. Komanoff, yaptığı araştırma sonucunda, ABD’de 1968-1990 yılları arasında nükleer enerjiye harcanan 389 milyar doların(10) , nükleer güç santrallerinden elde edilen elektriğin kwh’ini ortalama olarak 7.2 sent’e çıkardığını gözler önüne sermiştir. 1973’te 3.2 sent’le başlayan hesaplar, 1990’da 9.1 sent’le devam etmek zorunda kalmıştır. Amerika’nın nükleer santral siparişlerini durdurmasının arkasındaki gerçek budur.
İngiltere’de nükleer enerji sektörünün özelleştirilmesinden sonra yapılan gözden geçirme sırasında, İngiliz Hükümeti, nükleer endüstrinin iklim değişikliğine karşı savaşmak adına yeni reaktörler yapılması için para talebine “hayır” yanıtı vermiştir. 6 ay sonra da iki yeni nükleer santral planını iptal ederek, ilk kez 40 yıllık nükleer tarih içinde İngiltere’yi yeni nükleer santral planı yapmadığı bir döneme sokmuştur.(11)
Bir de 2003`de MIT`in( Massachusetts Institute of Technology) hazırladığı verilere bakılabilir. Bu disiplinler arası hazırlanan rapora göre kapasite oranları ne olursa olsun nükleer enerji, diğer alternatif enerji kaynaklarına göre daha pahalıdır(12) .
Sonuç niyetine:
Enerji Bakanlığın maliyet hesapları bizim veri olarak kullandığımız rakamlardan oldukça farklıdır. Bakanlığın hesabına göre toplam maliyet 3,63 cent/kWsaat`dir(13) . Bakanlığın bu tür konularda sicilinin bozuk olduğunu unutalım. Gerçekten ucuz olduğunu varsayalım. İkinci varsayımız da yazıda da anlatmaya çalıştığımız gibi nükleer enerjinin ekolojik olmadığı olsun. Bu durumda nükleer enerjiye destek verecek miyiz? Eğer daha çok sermaye birikimi, sanayiye ucuz enerji gibi paradigmalarla gideceksek destek vermemiz gerekmez mi?
Burada tercih sorunu başlar. Ya insanı merkez alan bir paradigma seçeceksiniz ya da sermaye birikimini esas alan şu anki hakim paradigmada kalacaksınız. Kar oranlarını aynı düzeyde tutmayı veri olarak alırsak, bu iki paradigma arası bir çözüm yoktur. Bugün, bu faaliyetin olumsuz etkilerini temizlemek ya da alternatif enerji kaynaklarına yönelmek çok yüksek maliyetli olacaktır. Bu da sermaye birikimini temel alan hakim paradigma tarafından ret edilecektir. O yüzden bu hakim paradigmaya sadık kalalım ama yenilebilir enerji kaynaklarına yönelelim savları bize pek inandırıcı gelmiyor. Özetle; “Ekoloji ve kapitalist üretim maliyeti: Buradan çıkış yok.”(14)
Burada biz de sermaye birikimini temel alan bir paradigmayı ret ediyoruz. Bunun sebeplerini incelemek bu yazının konusunu aşacaktır. Çözümün ise ekosistemlerin devinimini dikkate alan, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü “ortadan kaldıran” bir sosyalist sistemde gerçekleşebileceğine inanıyoruz. Nükleer enerjiyi, pahalı olsun ucuz olsun, insana ve ekosisteme dost olmadığı için istemiyoruz..
DİPNOTLAR:
(1) Çernobil 20+ Konferansında açıklanan ve bağımsız bilim adamları tarafından hazırlanan “Çernobil Hakkındaki Öteki Rapor”da (TORCH), kazanın tüm dünyada 30 ile 60 bin ölümcül kanser vakasına yol açacağı belirtiliyor
(2) Emet Değirmenci, Toplumsal Ekoloji Perspektifinden Nükleer Endüstri
(3) ABD/NATO nükleer silahları Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılanlar gibi yerçekimli bombalardır ve potansiyel etkileri Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılanların on katına kadar çıkabilmektedir. Nükleer silahların etki alanı merkezindeki her şey, yüksek ısı dereceleri nedeniyle anında buharlaşır. Hiroşima’da sıfır noktasından 600 metre uzaklıkta seramik tuğlalar erimiştir. Hiroşima’da 80 bin kişi, kabaca çeyrek milyonluk nüfusunun dörtte biri anında ölmüştür. 1945’in sonunda ise altmış bin kişi daha ölmüştür.
(4) Çin’in “nükleer merkezi” ve “atom deneme alanı” Doğu Türkistan’in Lopnor bölgesindedir. 1964’den bu yana 11’i yer altı olmak üzere toplam 44 nükleer deneme, yapılmıştır. Hiçbir koruyucu tedbir almaksızın yapılan bu denemeler sonucunda resmi kayıtlara göre 210 bin insan hayatını kaybetmiştir. Radyoaktif yayılma sonucu; çevre kirlenmekte, tabiat ve ürünler tahrip olmakta, başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıklara yakalanmakta, çocuklar ise sakat doğmakta veya ölmektedir. Radyoaktif etkilerin görülmesi üzerine Batılı ülkelerin Çin’den ithal ettikleri Do
ğu Türkistan menşeli ürünleri satın alınmasını durdurmuş olmaları, radyasyon oranının yayılma derecesini gösterir önemli bir kanıttır.
(5) Aslında AB ülkelerinin kendi içinde bile deneme yapmama anlaşmalarına sadık kalmadığı 1996 Fransa örneğinden anlaşılabilir.
(6) Bu sorun ne yazık ki sadece “ehlileştirme” kavramına sığdırılamayacak bir sorundur ve geniş bir araştırma konusudur. Halklar; otoriter, totoriter rejimler ya da faşist dikta rejimleri yoluyla giderek bireyselleştirilmekte ve paranoyak birer komplo teorisyenine dönüştürülmektedirler.
(7) Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi
(8) Ayrıca diğer bir çalışma ODTÜ’den, merhum Doç. Dr. Olcay Birgül, Doç. Dr. İnci Gökmen, Dr. Ali Gökmen ve Dr. Aykut Kence tarafından yapılmıştır. 1988 yılında “tüm baskı ve engellemelere karşın yaşamımızı büyük ölçüde tehdit eden radyasyon konusunda ödün vermeden gerçekleştirdikleri bilimsel çalışma” adlı bu rapor Ankara Tabip Odası Halk Sağlığı Ödülü’ne layık görülmüştür.
(9) http://www.enerji.gov.tr/asozirve.htm
(10) ABD’de kapatılan Maine Yankee nükleer santralinin sökülmesinin maliyeti 2 milyar dolara mal olmuştur. Aynı santral, 1972 yılında 231 milyon dolara yapılmıştır.
(11) Nükleer enerjiyi terk eden diğer ülkelerden örnekleri:
Avusturya tek reaktörü Zwentendorf’u (Siemens yapımı) 1978 yılında hiç çalıştırmadan kapattı. Avusturya elektriğinin % 70’ten fazlasını yenilenebilir enerjiden sağlıyor. Hiç nükleer santral kurmayan Norveç’te bu oran daha da yukarıda.
İtalya, 4 reaktörünü de kapattı.
İsveç’te referandum sonuçlarını uygulayarak 1999’da Barseback 1’i, Haziran 2005’te ise Barseback 2’yi kapattı.
11 Mayıs 2005’te, Almanya’da Obrigheim(357MW) reaktörü de kapatıldı ve bu Stade(672MW) reaktöründen sonra Almanya’nın kapatılan ikinci reaktörü oldu. Bir sonraki durak ise 2007’de kapatılacak olan Biblis A(1225MW) reaktörü.
AB, tehlikeli gördüğü İgnalina santralini AB’ye giriş koşulu olarak kapattırıyor. İlk ünite 2004 sonunda kapatıldı.
İspanya 30 Nisan’da Jose Cabrera santralini kapatarak çalışır reaktör sayısını 8’e indirdi.
7 nükleer santrali olan Belçika, santrallerini en fazla 40 yaşlarına kadar çalıştırmayı ve daha sonra kapatmayı kabul etti. 2025 yılında Belçika’da nükleer santral kalmayacak. İngiltere’de ise şu andaki durumda bir değişiklik olmazsa sadece 1 santral çalışıyor olacak.
Avrupa’da 1989 yılında 172 olan reaktör sayısı şu anda 147’e düşmüş durumda.
Avustralya, Küba, Meksiko, Portekiz, Yunanistan, İskoçya, Hollanda, İsviçre, Norveç, Endenozya, Vietnam, Tayland ve daha pek çok ülke nükleer planlarını terk etti.
(12) Daha ayrıntılı bilgi için: http://web.mit.edu/nuclearpower/
(13) Daha ayrıntılı bilgi için http://www.enerji.gov.tr/nukleerenerji.htm
14) Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünya`nin Sonu, Metis Yayınları, s.88
KAYNAKÇA:
1. Doç. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, Türkiye Enerji Sektöründe Karar Verme ve Rüzgar Enerjisinin Entegrasyonu
2. Özgür Gürbüz, Nükleer Lobi Kapıda; Sakın Açma!
3. Özgür Gürbüz, 20 Yıl Sonra Çernobil’le Yüzleşmek
4. Arif Künar, Don Kişot’lar Akkuyu’ya Karşı, Anti Nükleer Hikayeler
5. Heinrıch Böll Stıftung Derneği, Nükleer Enerji Masalı: Küresel ve Yerel Riskler, Perspektifler, Mart 2006
6. Joel Kovel, Doğanın Düşmanı; Kapitalizmin Sonu mu? Dünyanın Sonu Mu?, Metis Yayınları, 2005
7. Arif Künar, Neden Nükleer Santrale Hayır?, Ocak 2006
8. Fred Magnof, Kapitalizmin İkiz Krizleri: Ekonomik ve Çevresel Krizler Monthly Review -Ekim 2006
9. Immanuel Wallerstein, Bilgimiz Dünyanın Sonu, Metis Yayınları
* Yiğit Doğan – İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Ar.Gör
[email protected]
İsmail Doğa Karatepe – Ege Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Yük.Lis.
[email protected]