Ortadoğu’nun çetrefilli dengeleri beş yüz yıla yakındır adeta şiddet üzerine kurulmuştur. İktidar uğruna kimi yerde karşınıza bağnazlık çıktığı gibi, dini fanatizm de zaman zaman “kutsal” diye dini kitaplara başvurarak, savaşların acımasız ve kıyıcı vahşetine dönüşebilmektedir. Yarım asrı aşkındır siyasal süreç bölgenin ilerici güçlerine yönelik zayıflatma stratejisi çerçevesinde gelişmiştir. Bölgedeki gerici devletler ve emperyalizm bölge halkları […]
Ortadoğu’nun çetrefilli dengeleri beş yüz yıla yakındır adeta şiddet üzerine kurulmuştur. İktidar uğruna kimi yerde karşınıza bağnazlık çıktığı gibi, dini fanatizm de zaman zaman “kutsal” diye dini kitaplara başvurarak, savaşların acımasız ve kıyıcı vahşetine dönüşebilmektedir.
Yarım asrı aşkındır siyasal süreç bölgenin ilerici güçlerine yönelik zayıflatma stratejisi çerçevesinde gelişmiştir. Bölgedeki gerici devletler ve emperyalizm bölge halkları üzerinde acımasız zulümlerini sürdürmektedir. Bunun yanı sıra, İsrail devletinin Arap komşularına karşı hoyratça vahşiliği, toplumların etnik ve cemaatçi yönlerden bir birini kırmalarına sebep olmaktadır.
Ortadoğu’da gözü olan güçler, zaten geçmişten beri karmaşık ve çetrefilli olan bölgenin siyasal durumunu, son yıllarda daha da içinden çıkılmaz bir hal alarak çatışmacı, tahrikçi ve kışkırtıcı bir sürece doğru çekiyorlar. Bu çatışmacı ve kışkırtıcı süreçten gıdasını alan savaş tüccarları ve dini fanatizm, dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da insanları kışkırtarak, bu yoldan güç alıyor ve süreci bu yönde işletiyorlar.
Velhasıl iki ucu savaş tüccarlığına dayanan Ortadoğu süreci, Doğu’nun halkları aleyhine işlediği müddetçe bölgenin mazlum halkları adına olumlu süreç yerine komplo, entrikalar ve avcı tuzaklarından başka bir şey görünmüyor.
1990’lardan sonra Ortadoğu’nun dengelerini kendi lehlerine çevirmeye çalışan İsrail, ABD ve Batılı güçler bölgeyi adeta masallardaki korkunç serüvenlere doğru çektiler. Dünyanın tepesinde tek süper güç olduğunu ilan eden ABD, terkisine aldığı diğer emperyalist güçlerle birlikte kapitalizmin nihai zaferini ilan etmek için 1. Körfez Savaşı’nı başlattı. Kapitalist küreselleşme adı altında “Bütün Dünyaya Demokrasi” ve “Barışın” hakim olacağının propagandası yapıldı.
Ancak aradan geçen 15 yıllık süre içerisinde ne ABD’nin kendisi tek bir süper güç olabildi, ne de dünyaya barış ve demokrasi geldi. Tam tersine 15 yıllık süreçte bir çok bölgede savaşlar halen devam ettiği gibi, işçi ve emekçi halklara yönelik kapitalizmin vahşi saldırıları hiçbir dönem olmadığı kadar vahşi ve acımasız bir durum aldı.
Yine bu süreçte “Demokrasi ve İnsan Hakları” gölgesi altında Afrika’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da sürdürdükleri savaşlar milyonların hayatına mal oldu.
ABD ve müttefiklerinin gerçek yüzü ortaya çıktıkça, dünyanın dört bir yanında düşmanları da çoğalıyor. ABD, İsrail ve müttefiklerine karşı gelişen öfke, dünyada olduğu gibi, Ortadoğu coğrafyasında da Şam’dan Riyad’a, Bağdat’tan Kahire’ye ve Beyrut’tan Yemen’e kadar gelişiyor. Aynı öfke kendi rejimlerine karşı da Irheul (Yeter!) veya Kifaye (Yönetimi Terk Edin) olarak toplumsal dini hareket şeklinde gelişiyor.
11 Eylül’den bu yana kapitalizmin bekası gereği, başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere dünyada terörle mücadele zırhı altında, işçi ve emekçi halklara yönelik sürdürülen vahşi saldırıların yanı sıra bireysel özgürlüklere saldırılar da sınır tanınmıyor.
Uluslararası sermayenin hedeflediği alanlarda, halklar tarafından demokratik yollarla iktidara taşınmış ve ABD çizgisinde hareket etmeyen devlet yöneticileri, Venezuela’da olduğu gibi, darbe yollarıyla bertaraf edilmeye çalışılıyor. Orta Asya’da ve Ortadoğu’da bunun zeminlerini iç kargaşalar yoluyla pekiştirmenin stratejisi işletiliyor.
ABD ve müttefiklerinin bu tümüyle ahlaksız politikaları, Ortadoğu ölçeğinde, dipsiz kuyuda yolunu bulmaya çalışan yılan misali, insanlarda dine sarılarak yönünü arıyor. Bu vesileyle Ortadoğu ölçeğinde emperyalizmin kışkırtıcı politikaları ve siyasal İslamcı örgütler, dini bir tapınma ve ibadet aracından çıkararak farz-ı ayn (cihat) fetihçi ideolojiler biçimine dönüşerek, her iki yönden insanları kışkırtıyor.
Arap dünyasının en büyük ülkelerinden biri olan Irak’ta savaştan bu yana devam eden etnik ve mezhepsel çatışmalar Irak toplumu üzerinde derin husumet oluşturuyor. Yaratılan tahribat tarifi mümkün olmayan yaralar açıyor. Bu da işgalci emperyalist devletlerin yanı sıra, İsrail devletinin stratejisine yarıyor.
Irak bir bataklığa dönüştürüldüğü gibi, Filistin’i de Hamas iktidarından bu yana aynı batağa çekmenin süreci işletiliyor. Aynı stratejinin artçı süreci, Filistin toplumu arasında bir birini kırdırmaya yönelik kin ve nefreti derinleştiriyor. Bu yolla da birbirine düşmüş Filistin halkının mücadelesi zayıflatılarak diz çökertilmeye veya imana getirilmiş güdük bir Filistin siyaseti dayatılıyor.
Yaklaşık bir yıldır Filistin halkına karşı Batı merkezleri tarafından dayatılan açlık, ambargo ve insafsız süreç ile adeta dünyanın gözleri önünde Filistin halkı terbiye edilmeye çalışılıyor. Ayrıca bu merkezlerin vermesi gereken yardımları kasıtlı olarak vermemeleri ve İsrail’in tüm giriş çıkış kapılarını kontrol altında bulundurması, Gazze’ye hiçbir temel insani su ve gıda gibi yaşam malzemelerinin girişine müsaade edilmemesi, Filistin halkını açlığa mahkum ediyor.
BM’nin Kalkınma Fonu’nda görevli olan Filistinli Halid Abdül Safi, “insani yardımlar ve ekonomik felaketler, Filistinlilerin Gazze Şeridi’nde bugüne kadar yaşadığı en kötü noktada bulunuyor. Ve yoksulluk yüzde 80 oranında. Bunun anlamı ise, halkın yüzde 80’i yoksulluk sınırının altında yaşıyor” diyordu. Ve “bunun nedeni de İsrail’in Gazze’ye giriş çıkışları engellemesidir” beyanında bulunuyordu. Üstelik aynı güçler Filistin için ne yapabiliriz diye ikiyüzlüce davranıyor ve mülayim rolünü oynuyorlar.
Üstüne üstlük bölgenin gerici Arap rejimleri, gelişen süreçten vazife çıkarmaya çalışarak koltukları uğruna Filistin halkının haklı mücadelesini adeta “gözden çıkarmışlar” gibi davranıyorlar.
Dün bu gerici rejimler Filistin’de El Fetih’in önünün alınması için para keselerinin ağzını açarken, bugün İsrail’in ve batının iğreti Filistin vizyonunu destekliyorlar. Hakeza Filistin’e dayatılan bu sürece yönelik El Fetih’in içinde kimi kesimler de gidişata çanak açıp, belli belirsiz sürece ortak oluyorlar.
Bu yıl Filistin’de yapılan seçimlerde yönetime gelen Hamas olgusunu içine sindirememiş olan El Fetih’in demokratik sürece saygılı olması gerekiyor. Yani ABD’nin, AB’nin ve İsrail’in bölgeye yönelik dayattıkları politikalara, Mahmud Abbas’ın diğer gerici Arap rejimleri ile birlikte taraf olmaması ve kendi halkına dayatılan dışlayıcı tutum ve kararları ret etmesi gerekiyor. Arap gerici rejimlerinin geleneğinde var olan “vurun hemen şimdi ve yarın geç olur” mantığıyla hareket eden işbirlikçi cephe ne Filistin halkına ne de El Fetih’in yararınadır.
Yaklaşık bir yıla yakındır Batı ve İsrail tarafından Hamas’ın devrilmesi için işletilen strateji, Filistin’de çatışmalara ve ölümlere yol açtığı gibi, ülkedeki şiddet ve kaos İsrail’in işine yaramaktan başka bir şey ifade etmiyor. Filistin Başbakanı İsmail Hanya her ne kadar “Filistinlilerin lügatında iç savaş yoktur” dese de, İsrail ve Batının dayatmaları o yöndedir. Onlar Filistin’de ve başka bir alanda bir birine karşı darbeler düzenleyen örgütlenmelerin oluşumları peşindeler.
Özetle, Filistin’i, Lübnan’ı ve Afganistan’ı saymazsak, sadece Irak’ta üç yıllık yıkıcı, vahşi ve lanetli savaşta 655 bin insan canı yok olmuştur. Bir o kadar insanın da yerinden yurdundan kaçmak zorunda kaldığını ve kendi ülkesinde mülteci durumuna düştüğün