Bu hafta Hollanda’da son dört yılın üçüncü genel seçimi yapıldı. Benzer bir gelişme Türkiye veya Rusya gibi ülkelerde olsaydı, herhalde herkes parlamenter sistemin krizlerinden bahsederdi. Ama Merkez Avrupa’nın bir ülkesinde neredeyse her yıl bir genel seçim yapılınca nedense pek haber değeri olmadı. Halbuki Hollanda seçimleri de, geçen haftalarda değindiğim Batı Avrupa toplumlarındaki değişimi çok açık […]
Bu hafta Hollanda’da son dört yılın üçüncü genel seçimi yapıldı. Benzer bir gelişme Türkiye veya Rusya gibi ülkelerde olsaydı, herhalde herkes parlamenter sistemin krizlerinden bahsederdi. Ama Merkez Avrupa’nın bir ülkesinde neredeyse her yıl bir genel seçim yapılınca nedense pek haber değeri olmadı. Halbuki Hollanda seçimleri de, geçen haftalarda değindiğim Batı Avrupa toplumlarındaki değişimi çok açık bir şekilde teyid ediyor ve neoliberal politikaların neden olduğu derin krizleri gösteriyor.
Önce seçim sonuçlarına kısaca bir bakalım. Hıristiyan Demokratlar (CDA) ve Sosyaldemokratlar (PvdA) seçimlerin mutlak mağlupları. Sermaye kesimlerinin favorize ettiği büyük koalisyon bu sonuçlara göre oluşamayacak. CDA’nın aşırı sağla da bir koalisyon oluşturması olanaksız. Gözlemciler tek olasılığın CDA, PvdA ve 6 sandalyeye sahip olan Christenunie adlı Hıristiyan-Sosyal Parti ile oluşturulacak bir koalisyonun olduğunu söylüyorlar. Böylesi bir koalisyon 79 milletvekili ile 150 sandalyeli parlamentoda gerekli olan çoğunluğu sağlayabilir – ne pahasına olacağını, Hollanda’da geleneksel olarak uzun süren koalisyon görüşmelerinin sonunda göreceğiz. Ama o ayrı bir konu.
Merkez sol ve sağdaki hezimeti bir yana bırakırsak, seçimin asıl galiplerinin popülist partiler olduğu görülür. Sağliberal VVD’den ayrılanların kurduğu ve islam düşmanı seçim propagandası yapan aşırı sağcı Özgürlük Partisi daha ilk denemesinde 9 sandalye kazandı. Diğer taraftan radikal sol müthiş bir sıçrama yaparak, oy oranını üç kat artırdı ve parlamentoda 26 sandalye ile ülkenin üçüncü büyük partisi durumuna geldi. Radikal sol da bu başarısını popülist yaklaşıma borçlu. Bu küçük partinin hikâyesi, sola örnek teşkil ettiğinden, biraz yakından incelemeye değer.
“Socialistische Partij” (SP) 1972 yılında Güney Hollanda’nın Oss kentinde kurulan maoist KP/ML’in devamı. Başlangıçta son derece dogmatik ve sekter bir çizgi izleyen SP, doksanlı yıllarda önce maoizmden, sonra da marksizmden uzaklaşıp, sol popülist bir rota izlemeye başladı. Örgütlenme yapısı hâlen hiyerarşik ve kadro partisi niteliğinde. Zaman içersinde çeşitli kentlerde de örgütlenmeye başlayan SP, özellikle ücretsiz hukuk danışmanlıkları ve alternatif sağlık merkezleri ile halkın sempatisini toplamayı başardı. Neoliberal politikanın öncelikle sağlık alanında gerçekleştirdiği yıkım, üyelerinin neredeyse yüzde yirmisinin sağlık sektöründe çalıştığı SP’nin popüler olmasını sağladı. “Sokaktaki adamın” sözcüsü rolüne soyunan SP’liler, sağlık sektörüyle ilgili tüm protesto hareketlerinin aktif bir parçası olarak kendilerinden söz ettirdiler.
Ancak SP asıl gücüne protesto hareketlerini desteklemesiyle değil, stratejisini değiştirerek kavuştu. Doksanlı yıllara kadar her parlamento seçimine “Karşı çık, SP’yi seç” sloganıyla katılan SP, son yıllarda “anti” rolünü terk ederek, söylemini “varlık vergisi için oy ver” veya “ücretsiz sağlık için oy ver” gibi sistem içerisinde sosyal devlet söylemine dönüştürdü. SP, sosyaldemokrasi ve yeşiller de dahil, bütün burjuva partilerinin ilgilenmediği kesimlerle, yani bağımlı çalışanlar, işsizler, göçmenler, dışlanmışlar v.b. toplumsal konumları güvencesiz olan kesimlerle bağlarını koparmadı, aksine bu kesimlerin çıkarlarından hareketle politik çözümlerini ortaya koydu. Sonuçta sol sosyal devlet anlayışı ile sol popülizmi başarılı bir şekilde birbirine bağlayan radikal Hollanda solu, ülkenin üçüncü büyük partisi olmayı başardı. SP’nin şu anda 45.000 üyesi ve yerel parlamentolarda 350 milletvekili var.
Buna rağmen SP’nin en büyük avantajı ve aynı zamandan en büyük handikapi, başkanı Jan Marijnissen’in popülerliği. Nasıl Almanya’da Oskar Lafontaine sol popülist söylemle kitleleri etkileyebiliyorsa, Marijnissen’de aynı etkiyi Hollanda’da sağlıyor. Bana kalırsa radikal solun asıl zaafı burada başlıyor: başarının kıstasının liderin popüler olup olmamasına bağlılığı. Kaldı ki popülist söylem her zaman -istenilmese de- milliyetçi yan taşımaktadır. Aşırı sağın elde ettiği başarılar göz önünde tutulursa, bunun ne denli tehlike taşıdığı görülebilir. Doğru, popülist de olsa, güçlü bir solun varlığı, aşırı sağın hükümet oluşturmada belirleyici rol oynamasını engelleyebilir. Ancak, bu ilelebet böyle kalacak anlamına gelmez.
Radikal solun, sosyaldemokrasiden boşalan yeri alıp, hegemonik güç olana dek güncel politikasını popülerleştirmesine ben de -halihazırda başka bir reçete göremediğimden- pek karşı çıkamıyorum. Ama kanımca Batı Avrupa toplumlarındaki değişimleri ve neoliberal programın yarattığı derin sorunları göz önüne alan, verili koşulları gerçek anlamda aşmayı hedefleyen bir sol politika uzun vadeli hesaplarını salt sol popülizme bağlı kılmamalı. Sol, hedef kitlelerine yönelik geniş bir “yeniden aydınlatma hareketi” ve orta vadede kapitalist toplumların tümden demokratik değişimini hedefleyen bir politika başlatamazsa, neoliberal hegemonyaya karşı etkin bir başarı elde edemeyecektir. Elde edilen bir başarıyı kötülemek veya küçümsemek gibi bir amacım yok, ancak kısmî seçim başarıları solun tereddüt, hep yeniden sorgulama ve özeleştiri gibi yaşamsal görevlerini unutmasına neden olmamalı. Şeytanın avukatı misali, bir hatırlatayım dedim.
(*)Almanya / Rosa Luxemburg Vakfı