“Neo-liberal topluma nasıl tahammül edebiliyoruz? Nasıl oluyor da, varlıklı, özgür, eğitimli, hükümetlerin değiştirilebildiği toplumlarımızda; Sosyal sefaletin, ötekinden korkunun, topluma sevgisizliğin, ruhsal acıların ve şiddetin yerleştiğine, büyüdüğüne tanık oluyoruz? Başka türlüsü için imkanlarımız varken, nasıl oluyor da bunlara tahammül edebiliyoruz? Tahammül ediyoruz, çünkü, hakiki bir demokrasi değil bu. Seçmenler oylarıyla kamu politikalarını belirleme araçlarına sahip olamıyor. […]
“Neo-liberal topluma nasıl tahammül edebiliyoruz?
Nasıl oluyor da, varlıklı, özgür, eğitimli, hükümetlerin değiştirilebildiği toplumlarımızda;
Sosyal sefaletin, ötekinden korkunun, topluma sevgisizliğin, ruhsal acıların ve şiddetin yerleştiğine, büyüdüğüne tanık oluyoruz?
Başka türlüsü için imkanlarımız varken, nasıl oluyor da bunlara tahammül edebiliyoruz?
Tahammül ediyoruz, çünkü, hakiki bir demokrasi değil bu.
Seçmenler oylarıyla kamu politikalarını belirleme araçlarına sahip olamıyor.
Ayrıca şu var:
Bizim entelektüel mirasımız ‘Aydınlanma’, neo-liberalizmin kabullenilmesinde güçlü bir etkiye sahip.
Şu andaki toplum biçimine ‘toplumsuzluk’ demek daha doğru.
Yani, insanları birbirinin karşısına koyan, birbirinin önüne diken, rekabeti ve düşmanlığı, şiddete kadar vardıran bir toplum içinde yaşıyoruz.
Bu aynı zamanda insanları, kendi içine kapanmaya, aileye, etnik, dini, sosyal cemaatlere kapanmaya itiyor.
Bu ‘toplumsuzluk’; kökleri modern düşüncenin başlangıcına uzanan ve tecrit edilmiş, yalnızlaştırılmış bireyi merkeze koyan bir ideolojiye yaslanıyor.
‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ demişti Descartes.
O zaman, olmak için varolmak yeterli!
Babaya, anneye, topluma hiç ihtiyaç yok!
Dolayısıyla, insanların temel ihtiyacı, eğilimi, varoluş biçimi olan ‘birlikte yaşama’ yı inkar edersek, sadece rakipler, düşmanlar görürüz etrafımızda.
Peki, ‘birlikte yaşama’ nasıl mümkün olabilir?
Kabaca iki cevap oldu:
Birincisi, ayırırsınız birbirlerinden. Bu ‘toplumsuzluk’tur işte. İnsanlar, ancak birbirlerine benzedikleri oranda birlikte yaşarlar.
İkincisi ise onları ‘katı bir ortaklık’ içinde füzyona uğratarak birleştirmek, bir arada tutmaktır. Bu da ‘hipertoplum’ dur.
Siyasi düşüncenin hemen hemen tüm akımları bu iki cevaptan birinde odaklanır.
Biz, kültürel olarak neoliberalizme yatkındık. Birey üstüne söylev bizi heyecanlandırıyor. Adeta deniyor ki, yaptıklarım tamamen bana bağlıysa, tüm mutluluklar gelir.
Bu, insanların sistemi kabullenmesi için ruhsal teselli ve tatmindir.
Oysa, sürekli rekabete koşulmaktan ötürü acı çekiyorlar.
Hep başkalarından daha iyi olduklarını kanıtlamak uğruna acı çekiyorlar.
Hem de, çıkarları, mutlulukları başkalarıyla birlikte iyi yaşamaya bağlı olduğu halde.
Bu bireyci kültür özellikle entelektüellere çok uyar: Yazdıklarım tamamen zekamın eseri ise, ne mutlu!
Peki, birey ile kolektifi birbirine bağlayan bir toplum olabilir mi?
Sanırım, ‘kendisi olabilmek’ arzusu ile ‘başkalarıyla birlikte olabilmek’ arzularını birleştirebilen bir toplum.
İnsanların birbiriyle temasını, işbirliğini, dayanışmasını, buluşmasını öne çıkarabilen bir toplum.
İnsanların, kendilerini başkalarıyla savaş halinde, şiddetli rekabet ve düşmanlığın huzursuzluğuyla değil, başka türlü ifade edebilmelerini sağlayan bir ortam.
Bunun için de tek yol yine siyaset.
Ama tekrar, gerçekten fikir çatışması olabilmesi şartıyla. Çünkü siyasetin temel misyonu, insanoğlunun hakikat arayışı ve yanlış kanaatlerin terkinin sağlanabilmesidir.
‘Toplumsuzluk’tan bireysel olarak sıyrılamayız. Bunu sağlayacak imkan yine demokrasidir.”
Biliyorum, bunların bizim, “bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçesine” süper “toplumumuz”la bir alakası yok!
Bizde acı yok! Şiddetli rekabet ve rakip şiddet hiç yok!
O yüzden, yukarıdaki fikirleri içeren ‘Toplumsuzluk’ kitabı yayınlanan Prof. Jacques Genereux ile “zavallı onlar” ın halini aktarmak üzere Dipsiz Kuyu’ya düşürüverdim.