Ecevit öldü. Ölünün arkasından kötü konuşmak iyi bir şey olmadığından, merhumun iyi nitelikleri öne çıkarılıyor. İşçiler adına verilen taziye mesajlarında, Ecevit’in “işçi dostu” olduğu vurgulanıyor. O da sağlığında işçi dostu olduğunu vurgulamayı severdi. 274-275 sayılı Sendikalar, Grev ve Toplu Sözleşme yasalarından başlayarak, 27 Mayıs 1960 sonrasında işçilere yararlı olan bir çok yasanın altında Çalışma Bakanı […]
Ecevit öldü. Ölünün arkasından kötü konuşmak iyi bir şey olmadığından, merhumun iyi nitelikleri öne çıkarılıyor. İşçiler adına verilen taziye mesajlarında, Ecevit’in “işçi dostu” olduğu vurgulanıyor. O da sağlığında işçi dostu olduğunu vurgulamayı severdi. 274-275 sayılı Sendikalar, Grev ve Toplu Sözleşme yasalarından başlayarak, 27 Mayıs 1960 sonrasında işçilere yararlı olan bir çok yasanın altında Çalışma Bakanı olarak onun imzası var.
Ben de ölenin arkasından kötü konuşmak istemem. Ama Ecevit’in “işçi dostluğu”nun, eskilerin deyişiyle “nev-i şahsına münhasır” (kişisel özgünlüğü olan) bir dostluk olduğunu da dört anekdotla not etmek istiyorum. İkisine tanık olmadım, sözüne güvendiğim arkadaşlarımdan dinledim; ikisini de yaşadım.
Hafızam yanıltmıyorsa 1995 seçimlerinde Genel Maden İşçileri Sendikası’nın başkanı Şemsi Denizer ile Eğitim Daire Başkanı Sabri Cebecik Zonguldak’tan milletvekili adayı olmuşlardı. 40 bin madenciyi Ankara üzerine yürüten bu işçi liderleri, aynı dönemde Zonguldak’tan bağımsız milletvekili adayı olan Bülent Ecevit karşısında seçimi kaybettiler. Sonuçlar alındıktan sonra Sabri Cebecik, çok iyi tanıdığı bir madenci köyünün kahvesine dalıp yumruğunu masaya indirir, “Deyiveren bakiin, Şemsi başkanla beni bu köyün girişinden omzuuza alıp aha buruya getüdüüz. Emme sandıktan bize bi dene oy çıkmadı. Bu nası işdü”. Köylüler suskunluğa gömülürler. Sessizlik sürerken arka taraflardan ihtiyar bir işçi, üzerindeki madenci ceketinin yakasını çekerek başı önünde, ağzının içinden konuşur: “Bize bu çekedi Ecivit veedü”… Ardından da bir başkası ekler; “sabununan havlu da veedü”… Sabri kahvenin kapısından çıkarken kendi kendine söylenir, “len bu ne erimez sabunumuş be”…
274-275 sayılı yasaların çıkarıldığı günlerde Ecevit, 27 Mayıs öncesinden dost olduğu dönemin “devrimci” gazetecileriyle bir toplantı yapar. Ecevit, çıkardıkları yasaları şöyle gerekçelendirir: “Bildiğiniz gibi kuzeyimizde ve batımızdaki komşularımız ayrı, sosyalist bir düzene sahip. Güneyimizdeki Arap ülkelerinde de yeni sosyalist iktidarlar kuruluyor. Türkiye sanayileşme yolunda bir ülke. Er veya geç işçiler temel hak ve özgürlüklerini isteyecekler. İş bu noktaya geldiğinde gözlerini Kuzey’e veya Güney’e çevirmemeleri için şimdiden bu yasaları bizim çıkarmamız gerekiyordu.” Devrimci gazeteciler alt-üst olmuş bir ruh haliyle toplantıdan ayrılırlar. Zonguldaklı maden köylüsüne ceketi, sabunu, havluyu veren, hesapsız, kitapsız saf bir işçi sevgisi değildi.
1977’de Ecevit Başbakan, Deniz Baykal Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı. Madenler devletleştiriliyor. Bir şey dikkatimizi çekti. Yeraltı Maden-İş’in örgütlü olduğu özel madenler, kamulaştırmanın dışında tutuluyordu. Soruşturduk. Öğrendik ki, “o madenler sorunlu” diye kayıt düşülmüş. “Sorun” bizdik; bizimle “uğraşmak” istemiyorlardı.
2001’de, işçilerin temel haklarına 12 Eylül’de getirilen kısıtlamaların kaldırılması için DİSK’in düzenlediği Ankara yürüyüşünün sonunda, o dönemde Başbakan olan Ecevit bizi kabul etti. Çok sinirliydi. İlk sözü, “bana bunu 24 Temmuz’u işçi bayramı olarak kabul ettiğim için yapıyorsunuz değil mi?” oldu.
İşçiler Ecevit’i, Ecevit’in işçileri sevdiğinden çok daha fazla sevdi; ama galiba o bu sevgide hep tehlikeli bir şeyler gördü.