Dondurmam Gaymak filminin yönetmeni Yüksel Aksu’yla röportaj

Film neyi anlatıyor?
Klasik küçük esnaf, eski tip üretim yapan bir dondurmacının; Panda, Algida gibi büyük üretim yapan dondurma firmaları karşısındaki hezimeti sonucu kendi kasabasına püskürtülmüş, son parasıyla bir motosiklet almış arkasına sele yaptırmış dağ köylerine dondurma satmaya giden bir adamın hikayesi. Bütün kavgası hazır dondurma üreticileriyle. Bütün iddiası da kendi dondurmasının saf ve hakiki olduğu şimdiki dondurmalarınsa saf ve hakiki olmadığı üzerine kurulu. Kendisine göre yaptığı iş dünyada profesörlüğün üzerinde bir meslek. Seyrek akıllı Egeli yok olmuş bir küçük esnafın öyküsü. Sosyolojik olarak, globalleşme ve tekelci sermayenin, markaların karşısında küçük esnafın imhasını anlatan bir film. Yani “kahraman bakkal süper markete karşı” gibi veya konfeksiyon üretimi karşısında terzilerin yok oluşu gibi.

Filmin yapım öyküsünden bahseder misin?
Yapım tarzı olarak bilindik sosyolojinin ötesinde bir tarzı var. Bu film kendi anlattığı hikaye gibi yahut organik tarım ürünü gibi tamamıyla Muğlalı köylülerin bir araya gelip hem oyunculuk yaptığı hem sponsorluk yaptığı hem dekor ve kostümle uğraştığı bir imece filmi. Yönetmeni Muğlalı, oyuncuları Muğlalı, senaristi Muğlalı, sponsorları Muğlalı. Filmde ünlüler, starlar mankenler olmadığı için büyük sermayeden sponsor bulamadık. Bizde toplandık kendi filmimizi yaptık.

Kendi memleketinde film yapmak sana ne gibi avantajlar sağladı?
Ben oralıyım o bölgenin insanıyım. Dolayısıyla orda bir tarihsel mirasın olduğunu zaten ben biliyorum. İkincisi biraz da dünya literatürünü taradım ve orda, bu tarihsel mirasın üstünün örtüldüğünü tozlandığını biliyordum. Üfledik altından oyunculuk cevheri çıktı. Bunun sadece tekniği eksikti: Kameraya karşı nasıl oynanır yada sahnede nasıl oynanır veya operada nasıl oynanır gibi. Bir buçuk saat bir kondisyon sergileyebilmek gibi, şarkı söylemek yada tirad atmak için diyafram nefesi almak gibi. Biz oradaki potansiyel oyunculuğu kameraya resmettik. Kameraya sığdırmaya çalıştık. Bunun için on haftaya yakın bir ön hazırlık yaptık.

Peki bu bahsettiğinin ön hazırlık sürecinde neler yaptınız?
On haftalık hazırlığın iki haftası oyuncu seçimiyle geçti. Filmde toplam 2 bin tane oyuncu oynadı. Müdahil olan insan sayısı da 4 bine yakındır. Önce belediye ve cami hoparlörlerinden, yerel televizyonlardan anonslarla filmin çekileceğini duyurduk. Beni zaten orda tanıyorlar. Ben orda bir mahalli starım. Oranın Ankaralı Namık’ı da benim.
Hoparlörlerden “köy kahvesinin önünde, parkta toplansınlar” gibi anonslar yaptık ve elimizde handy-cam kameralarla bütün başvuruları aldık. Senaryoya göre onların içerisinde elemeler yaptık. Bunlardan 150 tanesini kafamızdaki kurguya uygun olanları seçtik. Bunları daha sonra sinema ve tiyatro oyunculuğu kursuna tabi tuttuk. Daha doğrusu kurs açtık ve birbirimize kurs verdik. Mehmet Ali Alabora, ben ve ekip arkadaşlarım, Muğla’nın otelcilik meslek lisesinin sahnesinde uzunca bir süre, “tiyatro nasıl olur, sinema nasıl olur? Kameraya niçin bakmamak gerekir? Montaj nedir? gibi konuları anlattık. Mesela objektifleri de göstererek “koşarsanız bu tele objektif sizi yakalamaz” diyorduk. Ardından geniş objektif koyuyorduk, “işte bu objektif varsa istediğiniz gibi koşun” diye anlatıyorduk. Bir kavga var mesela, “kamera nerdeyse oraya göre oynayacaksın, çam ağacının arkasına gitmeyeceksin”, şeklinde uzun uzun kurslar yaptık. İçlerindeki oyunculuğu ortaya çıkardık sonra onu dizayn ettik. Bunların içerisinden de 51 tane yan karakter oyuncu çıktı. Başrol oyuncumuz devlet tiyatrosu oyuncusu. Muğlalı kendisi de. Daha sonra sete çıkmadan önce senaryo üzerine çalışmaya başladık. İçlerinde okuma yazma bilmeyenler vardı. Onlarla özel çalışmalar yaptık. Birileri okudu onlar ezberledi. Bu atölye çalışmasından sonra onlar hazırdı artık. Sete çıktık, birkaç tekrarda da bitirdik. Çekimlerimiz de dört hafta da bitti. Böyle biraz ajit-prop bir çalışma oldu.

Oyuncu olarak katılamayanlar da kimisi mekanlarını verdi mesela. Bazıları aksesuar getirdi. “İmece filmi” diyorum şundan doğru diyorum: mesela yemeği orda eski Kurtuluşçu, Paşa Restorant’ın sahibi Süleyman Paşa diye bir arkadaş verdi. Hayvan tedariklerini, Akçapınar ve Dirgene Köyü muhtarlıkları yaptı. Muğla valiliği otellerimizi karşıladı. Muğla belediyesi yine hem otellerimizi hem akaryakıtımızı karşıladı. Ula ve Akyaka belediyeleri ulaşımımızı karşıladı, onun dışında eski bir dondurmacı abimiz 10 milyar nakit verdi. Aksesuar parası filan verdi. Kameraman arkadaş para almadan katıldı, ekipten bir çok arkadaş para almadan katıldı ve ortaya da imece usulü bir film çıkardık.

Neden bildiğimiz anlamda profesyonel bir çalışma tarzı yerine köylülerle çalıştın?
Başta biz dünyanın en yerel evrensel filmini yapma kurgusuyla yola çıkmıştık. Adem-i merkeziyetçi olsun istiyorduk. Çok daha demokratik olsun istiyorduk. Başlarken sloganlarımız vardı: Sloganlarımızdan bir tanesi; herkes sinema yapabilir, ikincisi herkes oyuncu olabilir, herkes kültür ve sanatla uğraşabilir gibi şeylerdi. Buraya varırken elbette bir felsefi arka planımız, dünya literatüründen beslendiğimiz şeyler vardı. Ama yerel dinamiklerle dünya literatürü arasında harmanladığımız bir şeydi. Bu daha önce dünyada Sovyet Devrimi’nden sonra yapılmış çalışmaların, peşi sıra İtalyan yeni gerçekçilerin uyguladığı bir yöntemdir. Biz biraz bunun Türkiye versiyonunu yapar gibi olduk

Başka sloganlarımızda vardı tabi. Ben şu sıralar özellikle dünyada ve Türkiye’de bir uzman cahiller ordusu oluştuğunu düşünüyorum. Dünyaya ve insanlığa genel olarak atılan en büyük kazıklardan bir tanesi; prodüktiviteye yani ekonomik verimliliğe, iş verimliliğine dolayısıyla anglo-sakson pragmatizmine endeksli hayat tarzı ve uzmanlaşma modeli. Dolayısıyla da insanın kültürel olarak fakirleşmesi. Bu öyle bir hale geldi ki, şu anda Türkiye ve dünyada, “şiiri sadece şairler yazar, şarkıyı sadece şarkıcılar söyler, oyunu sadece oyuncular oynar, fıkrayı sadece fıkra uzmanları anlatır, siyaseti sadece stratejistler yada bir takım enstitülere bağlı bacak kadar çocuklar konuşur, yani hayatta insanlar işi ve uzmanlığı dışında hiçbir şey yapamaz ve konuşamaz” gibi bir genel algı var. Hedeflerimizden biri bunu kırmaktı. Çünkü bundan 20 sene önceye kadar insanlar bir rakı masasında oturuyor, biri şarkı söylüyordu biri saz çalıyordu birisi fıkra anlatıyordu, birisi de siyasetten bahsediyordu. Yani ben şunu söylemiyorum burada, “herkes profesyonel oyuncu olsun” demiyorum. Herkes Robert de Niro olmayabilir, ama herkes oyuncu olabilir. Bununla ilgili de 1930’larda tiyatro literatürüne girmiş önemli bir kuramsal çalışma vardır: “İnsan oynayan bir hayvandır” şeklinde. Yani oyun yalnızca sahneye ve sinemaya ait bir kavram değildir. Kahvelerde de bir oyun vardır: Birbiriyle maytap geçme, gırgır geçme, hikayele anlatma. Bazı insanlar vardır sohbetine doyum olmaz denilir, palavracı denilir. Onlar aslında birer küçük meddahtır, orta oyuncusudur. Oyun kuran insanlardır.

Ben sanatın birtakım insanların eline bırakılması yerine her insanın sanat ve kültürle ilgilenmesi gerektiğini düşünüyorum, savunuyorum. Bu aynı zamanda sosyalizmin bir önerisidir. Fransız İhtilali’nin bir önerisidir. Yani ütopyadaki gibi “öğleye kadar ziraat öğleden sonra balıkçılık, akşamda roman yazma” şeklinde. Herkes şiir yazmaya çalışırsa, herkes şarkı söylerse… Kültür ve sanatla uğraşan toplumlarda şiddet, gericilik, faşizm gibi şeyler ko
lay kolay giremez. Bunun örnekleri ortada: bugün Küba’ya gidiyorsunuz 12 milyon nüfusun 5 milyonu profesyonel düzeyde müzikle uğraşıyor ama aynı zamanda adam diş hekimi yada başka bir meslek sahibi…

Dolayısıyla bu filmi yaparken siyasal önermemiz şuydu: taşrada ve her yerde herkes biraz kültür ve sanatla ilgilensin. Örneğin 5 buçukta işi biten biri gidip lokalde okey oynayacağına gitsin bir tiyatro grubu kursun. Ferhan Şensoy’la sidik yarıştırmasın ama onun keyfine varsın önemli olan netice değil buradaki Hatice, yani sürecin kendisi. Dolayısıyla insanı zenginleştiren bir şey bu. İnsanlar şiirle, edebiyatla uğraşıyorsa şairlerin önemini daha iyi anlar. Şiirin de önemini daha iyi anlar. Herkes Nazım Hikmet olamaz, Aragon olamaz, Mayakovski olamaz; ama onları daha iyi kavramaya ve keyif almaya başlarlar: Gibi önermelerle yola çıkan kültürün ve sanatın her zaman her yerde olmasını arzı eden bir çalışmaydı bu

Bu sadece siyasi bir önerme mi, yoksa bu önermenin estetik bir boyutu da var mı?
Aynı zamanda ideolojik ve estetik de bir tercih bu. Bunu dikte etmiyorum. “herkes böyle yapmalıdır” demiyorum. Bir tarafta bu bildiğimiz ticari sinema olsun, bir tarafta birey ağırlıklı filmler olsun, bir tarafta şarkıcılı türkücülü mankenli filmler olsun. Ama bu tür filmler de olsun ki birbirimizi yemeyelim. Biri birini yemeye başladığı zaman problem başlıyor zaten.

İkincisi dünyadaki globalleşme nasıl dondurmacıyı yok ediyorsa, aynı zamanda yerel dilleri şiveleri de yok ediyor. Bu gidişle Türkiye’de bir süre sonra internet nedeniyle “ş” harfi ve başka bir sürü harf yok olacak. Burada Amerikan sinemasının dünyaya tahakkümü ve farklı bağlamda bir tür “entelektüel” sinemanın da dünyaya tahakkümü de etkili tabi. Bunun arasına başka bir kültürel form önerdik biz. Bu da yeni bir şey değil bu daha önce yapılmıştı. Yapılan şeylerin üzerine bir şey koymaya çalıştık. Ve Ege’nin bir kıyı kasabasında Akdeniz sıcaklığında bir şey oldu.

Genel anlamda sinema çok pahalı bir sanat dalı ve sinemacılar oyuncuları ikna etmek için ciddi miktarlarda para veriyorlar. Senin filminde esas motivasyon unsuru neydi?

Burada oynamanın keyfiydi esas motivasyon. Tabi bölgenin avantajları da var. Bana şimdi desen ki aynı işi Erzurum’da yapabilir misin? Herhalde yapamam. Birincisi Ege bölgesi, dünya tragedyasının tiyatrosunun ortaya çıktığı bölge. Dünyada ilk tiyatro Ege’dedir, Manisa Sardes’tedir. Ege bölgesinde yada kıyı Akdeniz şeridinde nereyi dolaşırsanız dolaşın, toprağı hafif kazıdığınız zaman altından bir amfi tiyatro çıkar. Ben kültürlerin diyalektiğine inanıyorum, daimiyetine inanıyorum. “Kültürler bir rejim gelince yok olur bir başka rejim gelince imha edilir, Türkler Anadolu’yu işgal edince bütün medeniyetleri yok eder, imha eder” gibi bir şeye katılmıyorum. Ben kültürlerin aynı canlı organizmalar gibi yaşadığına ve diyalektik bir şekilde evrildiğine inanan insanlardanım. Dolayısıyla 2 bin 3 bin yıl önce orası bir tragedyalar bölgesiyse, aynı zamanda da komedya bölgesidir, satir bölgesidir.

Sen televizyon dünyasında da uzun zamandır çalışıyorsun, projeni hayata geçirmeye karar verdiğinde, nasıl tepkiler duydun, bu konuda olmaz o iş diyenlerle karşılaştın mı?

Çok karşılaştım. Dört sene rötar yaptık bu yüzden, “Dondurmam Gaymak” benim 2000 yılında yazdığım bir proje ve benim esas mesleğim de dondurmacılık. Dondurmacılık öldüğü için ben yönetmen olmak zorunda kaldım. Yedi sene Muğla’da bir dondurmacının yanında çıraklık yaptım. Kalfa oldum tam usta olmak üzereyken de üniversiteyi kazandım. Biraz da bu nedenle ben bunu yazdığımda baştan beri hep yerel halkı oynatmak istedim. Bunun üzerine yapımcılar “hayır olmaz yerel halk orda figüranlık yapsın, ama şu şu rollerde şunlar oynasın, al sana 1.5 milyon dolar” dediler. İstemedim ben ve dört yıl böyle geçti. En son Muğla’da ATV’ye “Büyük Yalan” diye bir dizi çekiyordum, Kültür Bakanlığı teşvik yasası çıktı. Bu teşvik yasası filmin yüzde 30 bütçesini karşılıyor. Buna başvurduk, çıktı. Gerçi setten sonra alabildik paramızı ama ona ve cebimizdeki bir miktar paraya güvenerek daldık işe, yol boyu bir çok ortak edindik, kooperatif filmi gibi bir şey oldu. Kameraman hisse aldı, ışıkçı hisse aldı. Bu süre boyunca yapımcılar “ya köylülerle film mi yapılır” gibi tepkiler verdi. Oysa bundan önce de Türkiye’de çok güzel örnekler var, Nuri Bilge’nin, Reis Çelik’in. Onlar da yerli, amatör, kamera önüne hiç çıkmamış insanları oynattılar ama bu kadar kalabalık değildi. Sinema onları da pek gören bir sektör değil zaten. Sinema sektörü deyince bunlar daha özel kalan çalışmalar ve zaten daha çok Batı’da takdir gören çok da düzeyli çalışmalar. Ama normalde yapımcılar mankenin yoksa şarkıcın türkücün yoksa kolay kolay sana para aktarmıyor. Ben de “yaptırmıyorsanız yaptırmayın” dedim ve filmi çektim.

Peki şimdi tepkiler nasıl?
Şimdi genel bir takdir var. Ama alttan alta kem gözler de var. Hissediyorsunuz zaman zaman. Çok normal bir şey bu. Birkaç yere çomak sokmuş oluyorsunuz. Birincisi star sistemine: Deniyor ki “starsız film mi olur?”. Bu izlenimi geçen sene “Babam ve Oğlum” bozdu. Bu ülkede starsız, iyi bir senaryoyla, iyi oyuncularla gişe yapan filmler yapılabilir. Çok da nitelikli bir çalışma bence, benim çok beğendiğim filmlerden bir tanesi. Ben daha da radikal bir şey söylüyorum “oyuncusuz da olur”. Bu hiç oyuncu kullanmayacağım, bu işi her zaman halkla sokaktaki vatandaşla yapacağım anlamına gelmiyor. O da bir iktidar çünkü. Öyle projeler vardır dünya starıyla çalışırsın, öyle projeler vardır şarkıcıyla mankenle de çalışırsın, öyle proje vardır sokaktaki adamla çalışırsın. Ama başlangıçta ben kendi piyasamdan böyle bir şeyin mümkün olmadığına dair bir şey aldım. Bir tek Mehmet Ali Alabora hariç. Onun üzerinde çalıştığı bir tezi vardı ve gönüllü oyunculuk konusuna çok daha geniş kapsamlı bakıyordu. “Oyun hayattır, hayatın her yerinde oyun vardır”, diye bir akademik tezi vardır onun. Onu da uygulamış oldu bu projede.

Yoksa ben biliyorum A kişisini filme koy al 1.5 milyon doları 2 milyon seyirciyi yap ve yürü git. Ama bu kadar özel ve ekstrem olmazdı. Bu film deyim yerindeyse hormonsuz gübresiz bir tür organik tarım oldu. Dolayısıyla içinde kurt da var yamuk yumuk ama lezzeti konusunda garanti veririm. Bal gibi, dondurma lezzetinde oldu yani

Ödüller, Oskar adaylıkları ve takdirler… bunları kısaca anlatır mısın?
Dünyadaki kanaatine güvendiğimiz insanlar tarafından da beğenildik: İstanbul Film Festivali’nde, Jüri Özel Ödülü aldık. Gerard Depardio’nun en beğendiği film oldu. Adana Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ile Halk Jürisi Özel Ödülü’nü aynı anda aldı. En iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. Şimdi de Oskar’a seçildi, Türkiye’yi Oskar’da temsil ediyor. (röpotajın yapıldığı tarihte film, Queens Film Festivali’nde, En İyi Komedi Filmi ve En İyi Yönetmen ödüllerini almamıştı). Biz de “Oskar’a gitcez gari” diye, “köyden indim Oskar’a” diye sloganlaştırdık. Hatta bana “Oskar nerde?” diye soranlar da oldu ben de dedim ki, “Elazığ’ın bir ilçesi”, “çok uzak arkadaş ben gelemem diyenler de oldu”.
Festivaller öncesinde dağıtımcılar 10 kopya filan düşünüyordu. Şimdi filmin popülaritesi arttıkça 50 kopyaya çıktık. Türkiye’yle aynı anda 8 Avrupa ülkesinde de vizyonunu yapıyor. Bu arada bütün ilerici demokrat arkadaşları filme bekliyorum. Bu filme gelmezlerse ömürleri boyunca beddua ederim onlara, mankenli şarkıcılı filmler yaparım.

Peki Muğlalıla
r filmin için ne dedi?

Filmin dağıtımına ilk Muğla’da başladık. İlk gala Muğla’da yapıldı. 21 Nisan’da ve 5 bin kişi yürüyüş yaptık davullu zurnalı. Daha sonraki süreçte bir kamyon yaptık, projeksiyon makinesi ve beyaz perdeyle dağ köylerine ve kasabalarına seyyar kamyon sineması kurduk. Kimisi protokole yaşlılara falan 150 tane sandalye atıyordu. Kimisi minderleriyle geliyordu, sandalyeleriyle falan. Hemen çekirdekçisi gazozcusu toplanıyordu. Böyle bir süreç geçirdik. Çok da iyi oldu. Ben insanların sinemaya susadığını gördüm orda. Bir tane ihtiyar geldi mesela “Allah bin kere razı olsun” dedi. Ben sinemaya gitmeyeli 40-50 sene oldu Allah senin tuttuğunu altın etsin” dedi muhtemelen o dualar, o pozitif enerji yüzünden Oskar’a gidiyoruz biz. Muhtarlar da “sayende abi en az 50 oy aldım” diye teşekkür ediyordu.

Muğlalılar olarak Oskar’ı alacak mısınız?
Oskar’da meğer tanıtım faaliyetleri de çok önemliymiş. Ben de yeni öğrendim. Mesela Pedro Almadovar’ın; ki tanıtıma da ihtiyacı yok, oyuncusu Penolope Cruz 6-7 milyon dolar tanıtım bütçesi var. Şuan Amerika’da televizyon televizyon, kanal kanal tanıtım çalışmaları yapılıyor. Şimdi Almadovar yerine dondurmacı Yüksel nasıl olacak bu? Artı Penolope Cruz yerine dombalak dombalak bir sürü kadın. Artı bizim tanıtım bütçemiz 100 bin dolar. Onu da bulabilirsek, yani şöyle diyeceğiz “Oskar’ı verirlerse Allah razı olsun vermezlerse de canları sağolsun”.

Yerellik konusuna eğilirsek. Film vesilesiyle memleketine geri döndüğünde filmdeki dondurmacının hissettiklerini hissettin mi. Yani yerellik giderek yok olan bir şey mi sence de?
Giderek değil, artık bundan sonra daha fazla dibe vuramaz herhalde. Bundan sonra atak yapacağını düşünüyorum. Tek korkum yerellik saplantısının da ikinci bir faşizm yaratması. Yerellikle evrensellik arasında bence soğan zarı kadar fark var. Bir şey zaten yerel olduğu kadar evrenseldir, evrensel olduğu kadar da yereldir. Bunda bir sorun yok. Ne zaman ki faşistler gibi memleketçilik ve aşiretçilik yaptık, ona yerellik demiyorum ben o bir tür ırkçılık. Ama yerellik; dünyanın, ülkenin yada bölgenin, kısacası her yerin farklı kültürlerini farklı algılama biçimlerini değer yargılarını farklı zenginliklerini ifade etmesi. Bu çok enternasyonalist bir şey. Yani enternasyonalizmle yerellik arasında hep diyalektik bir ilişki vardır. Birbirine zıt paradoks bir ilişki yoktur. Ama kapitalizmin evrenselliğiyle yerellik arasında bir çatışma var. Çünkü kapitalizm kendisini dayatıyor. Enternasyonalizm kendisini dayatmaz. Enternasyonalizm herkesi birbirine kabul ettirir. Birbiriyle yaşamayı önerir. Kapitalist globalleşme ise sana hamburgeri “dünyanın en iyi yiyeceği” diye kakalamaya çalışır. Bu gidişle kuru fasulyeyi Kültür Bakanlığı standlarından alacağız. Yada coca cola dünyanın en önemli içkisi haline getiriliyor. Coca Cola, ayranı yok etmeye çalıştığı zaman bence problem var. Tersi de mümkün bence ayran koka kolayı yok etmeye çalışırsa da problem var. Bunların her biri birer değerdir aslında birbirine tahakküm etmediği sürece bir problem yok. Ama her yere bunları dayattığı zaman dünyanın en kötü mutfağını en iyisi olarak dayattığı zaman problem başlıyor.

Yani dünyadaki globalleşme kapitalizmi dayatmaksa bu bir enternasyonalizm değil bu bir kazık. Bu dayatma dünyayı da aynılaştırıyor. Türkler de, Amerikalılar da, Afrikalılar da aynı şeyi yiyor. Onun dışında daha önce ulusallık yereldekileri yok ediyordu tek bir ulusal omurgadan dolayı. Hadi o gerekliydi. Çünkü bölge bölge, öbek öbek dolaşmak yerine bir ulusal payda, gerekli bir şey, evrensel bir payda da gerekli bir şey. Evrensel bir örgütlenme biçimi de gerekli birbirini dayatmadan. Dolayısıyla dondurmacı burada firmalarla kavga ederken, aslında “el emeği göz nuru” dediği şeyin mücadelesini veriyor. Bir nevi manifaktür, bunu ben söylemiyorum, bu Marks’ın en çok üzerinde durduğu şeylerden bir tanesi: Yabancılaşma. Filmde dondurmacı gelir bir büfeciye sorar, “nasıl satışlar iyi mi?”, sayar adam “kavunlu var vişneli var erikli var…” diye. “Hakiki kavun mu yoksa gıda boyası mı?” diye sorar büfeciye, o da ” Valla amca ben bunun nasıl yapıldığını bilmem ben sadece satmasını bilirim”. Öbürü de “bilmediğin şeyi niye satıyorsun o zaman?” der. Bilmediğin şeyi satmak eşittir yabancılaşma zaten. Tam da Taylorizm yada Fordizmle ilgili olarak konuştuğumuz şeyler. Ortaya meta çıkıyor ama hiç kimse bu meta benimdir diyemiyor. Manifaktürde öyle değildir. O onun dondurması, terzinin biçtiği elbiseyle, yani emeğiyle arasında daha insani bir ilişki var. Dolayısıyla oradaki feryat o.

Mesela ben koyu şiveyle çektim, yerel şiveyle o yüzden yerel oyuncular kullandım. Orijinal Türkmen lehçesidir. Bir çok kişi şu anda “alt yazılı yapın” diye önermede bulunuyor. Türkiye’de orijinal Türkmen lehçesi anlaşılamıyorsa ben ne yapayım, nereye gideyim? Daha fazla bir şey ima etmeye gerek yok. Bundan 50 yıl sonra bu filmi antropologlar ellerine geçirdiği zaman fonetiğine bir bakabilsin bir tarihsel belge de olsun istedim aynı zamanda. “Bu şive İstanbul şivesinden daha iyidir” diye değil bunlar. Burada öyle konuşuluyor, bu ifade ediliyor o kadar. Yani yerellikle modernizm arasındaki kırılmaya benimkisi bir patlama. “Dinlemem abi tanımam abi” gibi bir patlama. Yani “benim üstümden İskender de geldi geçti, Sultan Muratlar da geldi geçti, ben arkamdaki tarihsel mirasa ve kültürel dinamiklere bakarım”. Bu 2-3 bin yıllık mitolojik ve uygarlıklar birikimi olduğu kadar, son 70 yılında birikimi. Yani cumhuriyet kültürünün de bir sirayetidir bu proje. Biz de hep cumhuriyet eşittir faşizm gibi algılandı ya 12 Eylül’den sonra. Cumhur, halk demek değil mi? yani halkın kendi kendini yönetmesi, önemli bir slogan değil mi?

Giderek yok olan yada dar bir alana hapsedilen, tek tipleştirilen yerel kültürleri, yeniden kültürel zenginliğimizin birer parçası haline getirmek için ne yapılmalı sence?
Türkiye aydınlanmasının, hatta genel olarak dünya aydınlanmasının en önemli şiarlarından bir tanesi, halkın kültür ve sanata müdahil olmasıdır. Taşımak değil, “topla köylüleri senfoni dinlet, yahut topla devlet tiyatrosu izlet” değil. Oradan tiyatro üretebilir misin, oradan müzik üretebilir misin? Dolayısıyla Halkevleri’nin kurulması, halk odalarının kurulması, köy enstitülerinin kurulması gibi bir çok çalışma, bu şiara yönelik çalışmalardır. Nitekim Türkiye’deki en baba türküler en baba masallar, en baba bilmeceler, etnografik malzeme Halkevleri aracılığıyla ortaya çıktı. Benim yaşadığım kasabada 1940’larda Halkevi oyun koyarmış, ben ilk tiyatroyu Halkevi vasıtasıyla izledim, 1977-78’lerde kendi kasabamda. Halk evlerinde kütüphaneler olurdu, insanlar oraya giderdi, ödevlerini yapardı. 78’den 80’e kadar her hafta ağabeylerimizin hazırladığı seminerlere katılırdık. Seminer kavramını ilk kez orda öğrendik. Ben o zamanlar orta okuldaydım. Liselerden ve üniversiteden ağabeylerimiz gelirdi, nöbetleşe halkevi süpürülürdü, soba nöbetleşe yakılırdı, Halkevi’nin çaycısı nöbetleşe olurdu ve Halkevi aidatla yaşardı. Halkevleri’nden abilerimiz, İngilizcesi zayıf çocuklara İngilizce dersi verirdi, matematiği zayıf çocuklara matematik dersi verirdi Halkevi’nde. Aynı zamanda da sosyalist literatür karıştırılırdı. 70’lerdeki o yarılma, iç savaş şartları… Bence sivil faşist saldırılar sonucu Halkevleri de kendi pozisyonunu almış, ilerici demokrat ve yurtsever refleksi karşılığında da biraz daha siyasallaşarak kültürel çalışmaları daha talileştirmiş. Konjonktür bunu gerektiriyormuş ve kültürel çalışmalar daha propogandif hale gelm
iş. Ben bunlara biraz tanıklık yaptım. Önceki dönemler daha sofistike daha fonksiyonelmiş. Hakikaten masal derliyormuş, bilmece, türkü derliyormuş, bunları dağıtıyormuş falan. Biz şimdi bu mirasın üzerinde duruyoruz. Halkevleri, halkodaları, köy enstitüleri. Köy enstitülerinde de dikkat edin ders gören öğrenci aynı zamanda okulunu yapan marangozdur, aynı zamanda okulunun aşçısıdır. Bu yalnızca uzmanlaşma değil, global bir bakış açısı, global bir eğitim sistemi vardır ve tamamıyla da adem-i merkeziyetçidir. Gittikleri köyde onlar hem öğretmendir hem de yarma aşı göz aşısı ve kakma aşıyı yapan adamlardır. Hem öğretmendir aynı zamanda da baytardır, aynı zamanda da romancıdır, Fakir Baykurt, Bekir Yıldızlar ve bir kuşak köy enstitülerinden çıkarak önemli bir sanatçı kuşağı yetiştirmiştir. Gidilen köylerde bir tür aydınlanma yaşanmıştır. Dolayısıyla bunların da bir sirayetidir aslında Muğla. Muğla ilerici demokrat bir bölgedir. Cumhuriyetten bu yana böyle bir geleneği vardır. Dolayısıyla insanların medeni cesareti vardır, tiyatro görmüş sinema görmüş insanlardır. Bu diyalektiğin ürünüdür. Yani antik Yunan’dan Halkevleri’ne uzanan bir diyalektik olarak bakmak lazım diye düşünüyorum.

Peki sence bugün bu kültürel önermenin uygulama biçimleri olarak neler yapılabilir?
Genel olarak ben hep şunu söylüyorum: biz Muğla halkı olarak toplandık bir sinema filmi yaptık. Lütfen Çorum halkı da toplansın tiyatrosunu yapsın, Yozgat veya Antalyalılar da folklor derneği kursun, Nevşehirliler musiki cemiyetini kursun, bir başka yerde de edebiyat kulübü kursunlar. Yani kültür zaten sadece metropollere ait bir şey değil. Farklı bağlam ve biçimlerde Anadolu’da da var, köyde de var, metropolde de var, megapolde de var. Sadece bu kültürlerin dışa vurumu yok, merkezi baskıdan dolayı. Kültür sanat dedin mi İstanbul, siyaset dedin mi Ankara anlaşılıyor. Oysa siyaset her zaman her yerdedir, kültür ve sanat her zaman her yerdedir. Sadece oranları farklıdır, bağlamları farklıdır. Yani operacının türkücüye, türkücünün rockçıya üstünlüğü yoktur. Her bağlam kendi değerini üretiyor.

Ben şuna inanıyorum, Türkiye bağlamında aydınların arka bahçesini terk ettiği her yeri gericiler ve faşistler işgal ediyor. Sonra da mızmızlanıyorlar. Git, arka bahçende çalış domates çapala, organik tarım yap, politika öğret, kültür-sanat öğret, yani vefakar ve cefakar ol. 12 Eylül’de beni sattı diye küskünlüğü uzatma. Yeter, bu küskünlüğü ve kırgınlığı bırak. Birinci slogan bu. Aydının yapması gereken bir küskünlük, bir kırgınlık, bir yarılma var buna tamam ama sonra da başkaları işgal ettiği zaman mızmızlanıyoruz. Eskiden bir tane baytar gelirdi, koltuğunun altında bir tane Cumhuriyet yada Demokrat’la, o kasaba başka bir dünya görüşüne sahipse bile onun hegemonyası etkisi yeterdi. Çünkü gece üçte kalkardı binerdi o jipine bilmem kimin hayvanını tedavi ederdi. Beş para istemeden geri gelirdi. İnsanlar hayran kalırdı. Bir ziraat teknisyeni gelirdi. O döküntü meyvelikleri aşılarlardı. Arıcıları bir araya getirip kooperatif kurdururlardı, balıkçıları bir araya getirirlerdi. Burada önemli olan kamusal insanın tekrar geri gelmesi, ülke aydınının kendi taşrasını yöresini terk etmemesi, nasıl bir sanayici gidiyor memleketinde yatırım yapıp zengin oluyor. Ben de para biriktirmedim bilgi biriktirdim, kendi bilgimi oraya taşıdım. Yani bunu söylerken onlar kazma anlamında söylemiyorum. Ben de birçok şey öğrendim. Bu bir karşılıklı etkileşim. Bu bence önerilmesi gereken bir şey.

Halkevleri gibi kültürel karargahların olduğu yerleri başka gerici ideolojiler işgal edemez. Cemaatin terk ettiği yeri başka cemaat işgal eder. Cemaat onlarda tarikat, biz de toplum-topluluk. Tarikatın cemaatiyle, devrimcinin cemaati farklıdır. Bunu bir çatışma alanı olarak da söylemiyorum. Bence sosyalistlerin bugün felaket teorilerinden vazgeçip pozitif duygular üretmesi lazım. Kaza geçiren adama sağlık sektörünün sorunlarından söz etmeden, “bu devlet sana bakmıyor gördün mü” demeden önce yaraya pansuman yapmak lazım. İtiş kakıştan zaten adımız çıkmış. Çok dervişçe ustaca çalışmalar yapmak lazım. Bu konuda Halkevleri de önemli bir karargahtır. Halkevleri’nin çok ciddi bir kültürel mirası da vardır. 70’lerden dolayı adı biraz yıpratılmıştır. Ancak bu ülkede devrimci bir daimiyeti temsil etmektedir.

Son dönem yerel figürler taşıyan filmlerde bir yoğunlaşma var ve Türkiye’deki yapımlarda da filmlerin büyük kısmı Ege kültürünü yansıtıyor sence bu neden kaynaklanıyor?
Bence dünyada da böyle bir arayış var Türkiye’de de bunun sirayetleri var. Türkiye’de sahiciliğe samimiyete ve hakikate yönelik bir arayış var. Tabi bir de bir tür Ege ağırlıklı filmler yapılamaya başladı. “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”, Nuri Bilge’nin filmleri, “Babam ve Oğlum”, “5 Vakit”… açıkçası unutulmuş Ege taşrası yeniden hatırlanıyor. Çünkü 1960’dan itibaren literatür Türkiye taşrasını Güneydoğu olarak işledi. Öyle algılandı. Çünkü ızdırap ve problem en çok oradaydı. Ve ızdırap da sinemanın alanlarından birisi, Yılmaz Güney’in de tabi bunda etkisi var. Toplumcu gerçekçilik ve genel olarak köy gerçekçiliğinin köy romancılığının etkisi var. Unutulmuş Ege’yi tekrardan hatırlama gibi bir şey oldu. Bunu bölgecilik anlamın söylemiyorum ama bence bugün Ege, Türkiye’ye bir önermedir. Ege’nin bugün genel olarak içkinleştirmiş olduğu laik demokratik ilerici yapısından dolayı. Bütün bu kavramları tırnak içinde kullanıyorum tabi. Ama Ege’de meyhaneyle cami yan yanadır. Ege’de bir sosyalist bangır bangır konuşabilir. Ama Erzurum’da İç Anadolu’da biraz zor. Karadeniz’de de zorlaştı. Türkiye’nin diğer bölgelerinde bir sertleşme var. Üzüntü verici bir şiddet var. Dünyanın en keyifli fıkralarını aratan Karadeniz’de papaz öldürülüyor, bir sürü vaka yaşanıyor. Ege bu dönem hakikaten çok pozitif önermeleri olan bir bölge. Avrupa’yla Doğu arasındaki kırılmanın düzgün inşa edildiği bir yer.

Ülkede bir içeriksiz diziler furyası var sence de “Halk bunu mu istiyor”?
Burada talebi belirleyen şey reyting, ama burada bir arz talep dengesizliği olduğunu düşünüyorum. Talebi belirleyen şey de önemli ölçüde arz. Yani sen üst üste nitelikli belgeselleri gösterdin de izlemediler mi? Çok iyi filmler gösterildi de izlenmedi mi? Ondan emin değilim. Yani Türkiye’de egemenler klasik yurttaşlık bilincine haiz bir toplumu yönetmek istemezler. Çünkü klasik burjuva aydınlanmasını yaşamamış bir sınıf var karşımızda. Bu anlamda zaten kompleksleri olan bir egemen sınıf.

Bunun yanında ben Türkiye halkının çok önemli şeyleri de talep ettiğini düşünüyorum. Örneğin Kaptan Kusto öldüğünde benim annem çok üzülmüştü. İlkokul mezunu bir kadın. Dağdaki çoban bile ağlamıştı. Şu an Kaptan Kusto’yu bilmeyen var mı? Demek ki Ajda Pekkan kadar bir starmış bu adam da. Üstelik yaptığı herkesi ilgilendiren bir belgesel alanı da değil. Buna rağmen adam star olmuş.

Türkiye’de siyaset meydanı diye bir program 14 saat yayın yaparak dünya rekoru kırıyor. Mehmet Ali Birand’ın “Demir Kırat” belgeseli ilk yayınlandığı dönemde sokaklarda kuş uçmuyordu. Ki bir siyasal belgesel dizisiydi. Yine Can Dündar’ın belgeselleri öyleydi. Bir dönem de “32. Gün” programları… Bence nitelikli bir biçimde sunulduğu sürece bizim tırnak içerisinde muteber bulduğumuz her şey izlenir. Mesela “İkinci Bahar” son derece iyi bir diziydi ve iyi reyting yaptı. Yani toplum içi boşaltılmış 5 para etmez dizileri izliyor diye bir şey yok. Nasıl arz ettiğinize ba

Sendika.Org'u destekle

Okurlarından başka destekçisi yoktur