Bundan 17 yıl önce, 9 Kasım 1989 Berlin Duvarı’nın yıkıldığı gün olarak tarihe geçti. Demokratik Alman hükümeti Federal Almanya’ya geçişin serbest bırakıldığını açıkladığında Avrupa’daki en “gelişmiş” sosyalist ülkenin yurttaşları duvara hücum etti. Duvarın yıkılışı, gerçekte reel sosyalizmin birkaç yıl önce başlayan ve 1991’de SSCB’nin dağıtılmasıyla resmen tamamlanacak olan çöküşünün simgesi oldu. O sıralarda sosyalizmin bir […]
Bundan 17 yıl önce, 9 Kasım 1989 Berlin Duvarı’nın yıkıldığı gün olarak tarihe geçti. Demokratik Alman hükümeti Federal Almanya’ya geçişin serbest bırakıldığını açıkladığında Avrupa’daki en “gelişmiş” sosyalist ülkenin yurttaşları duvara hücum etti. Duvarın yıkılışı, gerçekte reel sosyalizmin birkaç yıl önce başlayan ve 1991’de SSCB’nin dağıtılmasıyla resmen tamamlanacak olan çöküşünün simgesi oldu.
O sıralarda sosyalizmin bir daha geri dönmemek üzere duvarın altına gömüldüğünü düşünen çok oldu. Ama aradan daha üç yıl geçmişti ki Leonard Cohen’in şarkısı duyulmaya başlandı: “give me back the berlin wall / give me stalin and st paul / i’ve seen the future, brother: / it is murder.” (bana berlin duvarını geri ver / stalin ve st. paul’ü / geleceği gördüm kardeşim: / cinayet). Cohen elbette “eski güzel günleri” geri çağırmıyordu. Ama “Cennetin tekerleği durduğunda, şeytanın hasadı kaldırdığını hissetmişti”.
Ve aynı sıralarda dünyanın dört bir yanında yeni işçi hareketleri, kendisini “sol”, “sosyalist” sıfatlarıyla tanımlayan, kurulu düzenin dışına çıkmaya yönelen yeni siyasi denemeler, arayışlar görülmeye başlandı. Ve şimdi, bu arayışlarla, sosyalizmin yeniden gerçek bir politik ve toplumsal alternatif olarak somutlaşma yoluna girdiği görülüyor.
Yeni sosyalist arayışların arkasındaki gerçek toplumsal enerjinin son 30-40 yılda işçileşen, işçileşmeye zorlanan insanların varlıklarını kabul ettirme, kendilerini tanıtma zorlaması olduğunu söylersek hata etmiş olmayız.
Bu yeni ilerici toplumsal gücün iki önemli özelliği var. Henüz kendi hareketlerini, 19.-20.yüzyıl işçi sınıfının yapabildiği ölçüde deneyimlemiş, bu hareketlerden kendi bağımsız ideolojik konumunu çıkarsayabilmiş değil. Ama, selefinin başarısızlığının bedelini kendisinin ödediğinin de farkında.
Bu nedenle, bugünün sosyalist hareketleri amaçlarını ve bu amaçlarına ulaşma yol ve yöntemlerini belirlerken, bir önceki deneyimde genel kabul gören amaç, yol ve yöntemleri tanımlayan kavramlardan uzak duruyorlar. Bu mesafe, işçi sınıfı hareketinin kendi öz bilincini yeniden kazanmasının temel zorunluluklarından.
Bence bu noktada en önemli yeniliklerden birisi, yeni devrimci halk hareketlerinin, kendilerini “politikaya karşı” tanımlamaları.
Türkiyeli sosyalistler politik iktidar mücadelesinin devrimci sürecin kilit momenti olduğunu epey uzun bir zamandan beri biliyor. Ülkelerinde iktidar olan veya iktidar olma yolunda ilerleyen halk hareketlerinin bu gerçeğin farkında olmadığını ileri sürmek güç. Ama yine de “politika” ile aralarına çizgi çekmeye özen gösteriyorlar. Kurulu düzenin politik ilişkileri iflas edip dağılmaya uğradıktan sonra politik iktidarı teknik olarak ele geçirmeleri mümkünken, bundan kaçındıkları dahi oluyor.
Burada bir incelikleri var. Kurulu düzenin iktidar ilişkilerine “kurumsal politika” adını veriyorlar ve kendilerini bu “politikanın dışında” tanımlıyorlar. Kurulu düzenin empoze ettiği politikanın çürümüş, ahlaken iflas etmiş bir ilişki tarzı olduğunu vurguluyorlar. Bireylerin ve toplulukların iktidar ilişkilerinin kuruluşunda rol aldıkları temel kurumları, politik parti ve temsil ilişkilerini, her düzeydeki iktidar olanaklarının kullanım tarzını, insanlar arasındaki eşitsizlik ve tahakkümün temel mekanizmaları olarak ele alıyorlar. Ve halkın kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere ortak hareket etmesi için ihtiyaç duyduğu “düzen”in savaştığı “düzen”den kökten farklı olması gerektiğine inanıyorlar.
Bu noktada, yazılı ve yazılı olmayan kurallarla hareketin “öncü”sünün yönetici elite dönüşmesini önleyecek bir “etkileşimli kitle ilişkisi”nin kurulmasına özel bir önem veriliyor; ahlak katına yükseltiliyor.
Kendi kendini yönetme iradesinin halk ahlakına dönüşümü belki de reel sosyalizmin temel açmazının aşılmasının, yani sömürücü sınıf üzerinde diktatörlük ihtiyacı ile sömürülen sınıfın özgürleştirilmesi ihtiyacının uzlaştırılmasının anahtarıdır.
“Bade harabül Basra” – “Basra yıkıldıktan sonra”, iş işten geçmiş olabilir; ama Berlin duvarı yıkıldıktan sonra ezilenler yeni bir duvar değil yeni bir halk iktidarı anlayışı inşa etmek gerektiğini anladılar gibi görünüyor.