YÖK 2006 Temmuz’unda “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” isimli bir rapor açıkladı. Rapor üniversitelerden önce Cumhurbaşkanına sunuldu. Ardından “görüş bildirilmesi” için YÖK’ün internet sitesinden yayınlandı. YÖK, üniversiteler için düşünülen köklü bir reform sürecinin bu rapor üzerine yapılacak tartışmalardan hazırlanacağını, bu raporun kritik bir zemin oluşturduğunu açıkladı. Yükseköğretim stratejisi taslağının içeriğine bakıldığında YÖK’ün üniversiteleri sermaye taleplerine uygun biçimde […]
YÖK 2006 Temmuz’unda “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” isimli bir rapor açıkladı. Rapor üniversitelerden önce Cumhurbaşkanına sunuldu. Ardından “görüş bildirilmesi” için YÖK’ün internet sitesinden yayınlandı.
YÖK, üniversiteler için düşünülen köklü bir reform sürecinin bu rapor üzerine yapılacak tartışmalardan hazırlanacağını, bu raporun kritik bir zemin oluşturduğunu açıkladı.
Yükseköğretim stratejisi taslağının içeriğine bakıldığında YÖK’ün üniversiteleri sermaye taleplerine uygun biçimde yeniden yapılandırma politikasında herhangi bir değişiklik olmadığı görülüyor. YÖK yine “stratejisini” egemenler lehine oluşturuyor. Stratejinin tamamı neo-liberal eğitim politikalarının dünya çapındaki örgütleyicisi DB raporlarından, AB yükseköğretim alanını neo-liberal dönüşüme uygun bir şekilde düzenlemenin programı olan Bolonya süreci metinlerinden alınma kavramlarla ve önerilerle şekillendiriliyor. Bu yüzden bu “taslak rapor” özgün değil kopyalamadır. Türkiye yükseköğretiminin bütününden sorumlu olan YÖK bu ülkenin yükseköğretiminin geleceğini belirlerken ülke halklarının sorunlarını; ihtiyaçlarını göz önüne almıyor bile. Diğer yandan yaklaşık 250 sayfalık raporda üniversite öğrencilerine ayrılmış tek bir bölüm dahi yok. Disiplin yöntemleri için bölüm ayıran YÖK üniversitelilerin tüm sorunlarını, taleplerini hatta varlıklarını görmezden geliyor.
“Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” gibi iddialı bir başlığa sahip olan; eğitim alanında yaşanacak her değişikliğin doğrudan topluma yansıdığı düşünüldüğünde, ülke halklarının bugününü ve geleceğini etkileyecek politikalar geliştiren rapor yine YÖK tarafından kapalı kapılar ardında hazırlandı. Üniversite bileşenleri dahi raporu cumhurbaşkanından daha sonra görebildi. Raporun yaz aylarında, üniversitelerin çoğunluğunun tatilde olduğu bir zaman diliminde yayınlanması da stratejinin üniversitelerde gündem olmasını engelledi. Taslağın tartışmaya sunulmuş olması yükseköğretim stratejisinin demokratik biçimlerde belirleneceğini göstermiyor. Daha çok 2000’li yıllara damgasını vuran ve AKP ve YÖK arasında üniversiteler üzerinde kimin iktidar edeceğine ilişkin bir mücadele dönüşen YÖK Yasa Tasarısı savaşlarının etkisi ile gerçekleştiriliyor. YÖK’ün taslağı önce cumhurbaşkanına sunması ve siyasal iktidara özel bir sunum yapmaması YÖK’ün yeni bir reform süreci öngörürken cephe gerisini güçlendirme amacı taşıdığını gösteriyor. Geçtiğimiz yıllarda gerek siyasal iktidarın gerek YÖK’ün ayrı ayrı hazırladıkları reform projeleri içerik bakımından aynı piyasacı çizgiyi taşıdığı halde ülke içindeki siyasal güç ilişkileri çatışmasının malzemelerinden biri haline getirilmişti. Ordudan cumhurbaşkanına, sermaye temsilcilerinden bürokrasiye ve siyasal iktidara kadar tüm kesimler üniversitenin geleceğini kendi aralarındaki mücadelelerin malzemesi yapmaktan çekinmemiş ve üniversitelerin gerçek sahipleri bu süreçten tamamen dışlanmıştı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ve genel seçimin yaklaştığı önümüzdeki süreçte üniversitelerin benzer çatışmalara konu edilmesi muhtemeldir. Ancak gözden kaçırılmaması gereken, üniversitelerde piyasalaştırmaya ve müşterileştirmeye karşı mücadele ederken ısrarla belirttiğimiz gibi egemenlerin ve bugün üniversite iktidarını oluşturanların üniversiteleri yeniden yapılandırma konusunda onaştığı temel noktanın üniversitelerin sermayenin ihtiyaç ve taleplerine göre şekillendirilmesi olduğudur. YÖK’ün taslak için görüş bildirme formuna doğrudan eklediği “iş dünyası” yani sermaye bugüne kadar fiili olarak egemenlik kurduğu üniversiteler üzerinde yasal düzenlemelerle de desteklenen tam ve kabul görmüş bir egemenliğe sahip olmak istemektedir. Kurulduğu yıldan bugüne üniversitelerdeki piyasalaştırma süreçlerinin temel unsurlarından biri olan YÖK bu sürecin de temel aktörlerinden biri olmaya soyunmuştur. Stratejide kendi varlığına ve üniversite sisteminin işleyişindeki temel konumuna ilişkin hiçbir değişikliğin öngörülmemesi bunun kanıtıdır. YÖK’ün üniversiteyi doğrudan sermaye taleplerine göre yeniden yapılandırma politikasının belirginlik kazanmasında belki de en önemli eşiklerden biri Kemal Gürüz koordinatörlüğünde yayınlanan TÜSİAD 1994 raporudur. Girişimci – piyasacı üniversite modelinin tam tasvirinin yapıldığı ve Türkiye üniversite sistemi için varılması gereken hedef olarak gösterildiği bu rapordan sonra raporu hazırlayan ekibin başındaki Kemal Gürüz YÖK başkanı olmuş ve bu çizgi doğrudan YÖK politikası haline gelmiştir. YÖK’le sermayenin bu ortaklığı 2000’li yılların başında YÖK tarafından hazırlanan “Yasa Taslağı” ile somut bir köklü reform sürecine dönüştürülmek istenmiş, ama daha önce vurguladığımız sebeplerden dolayı yaşama geçirilmemiştir. Bugün yayınlanan strateji bir taslak olduğu için kesin hükümler içermektense daha çok genel yönelimleri belirlemektedir. Raporun kritik noktası ise üniversiteye ilişkin tüm kavramları ideolojik bir çarpıtmayla kullanmasıdır. Raporda üniversitede sermaye taleplerine uygun bilgi üretimi savunulurken bir yandan akademik özgürlükten dem vurulmakta; fırsat eşitliği derken harçların ve özel üniversitelerin arttırılması öngörülmekte; demokratik katılımdan bahsederken sermayenin üniversite yönetimine katılımı amaçlanmakta; kamu hizmeti derken sermayeye ve orduya hizmet kastedilmekte; toplumsal sorumluluk piyasaya karşı sorumluluğa indirilmektedir.
Raporun internet sitesinde yayınlanmasından sonraki gündeme gelme biçimi bize tartışmanın önümüzdeki seyrini de göstermektedir. Televizyon programları, gazeteler özel olarak vakıf üniversitesi rektörlerinin ve öğretim elemanlarının, YÖK üyelerinin, yükseköğretim sisteminde piyasalaştırma uygulamalarının en gelişmiş olduğu kamu üniversiteleri yöneticilerinin görüşlerine yer vermişlerdir. Raporun ağırlığı yükseköğretim sistemi olmasına rağmen, tartışmalarda sadece üniversiteye giriş sınavı konusundaki öneriler öne çıkarılmıştır. Bütünlükten yoksun, raporun içinden seçilen bazı cümleler etrafında yürüyen tartışmalar ve alternatif koyamayan eleştiriler, raporun hiç de YÖK’ün söylediği gibi zengin bir tartışma ortamı yaratmadığını gösterdi. Üniversitenin gerçek bileşenlerini ve halkı dışlayan bir tartışma sürecinden daha fazlası beklenemez.
Üniversiteliler açısından, üniversitelerin geleceğini belirleme planı ile hazırlanan bu stratejiyi bütünlüklü bir şekilde ele almak ve eleştirmek kaçınılmaz bir sorumluluk, çünkü bu taslak şuan üniversiteleri yöneten anti-demokratik, piyasacı, yedeklenme siyaseti ile varlıklarını korumaya çalışan bürokratların üniversitenin evrensel misyonuna karşı yürüttüğü bir saldırı programıdır.
Strateji Neyin Stratejisi?
YÖK hazırladığı strateji taslağını “Türkiye yükseköğretimi vizyonu” nasıl kurulabilir sorusu etrafından geliştirmiştir. Eğitim ve kamu hizmeti vermeyi, bilgi üretmeyi yükseköğretimin üç temel işlevi olarak tanımlayan raporda bu üç konu hakkında da ayrı ayrı vizyon belirlenmektedir.
Eğitim hizmetinin ele alındığı bölümde Türkiye’nin genel eğitim vizyonu açıklanmakta ve burada “eğitim herkesin tam ve fırsat eşitliği içinde ulaşmasına olanak verecek şekilde verilecektir” denmektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 26. Maddesine gönderme yapılarak “eğitim herkesin hakkı” dendikten sonra bu maddeden çıkarım yapılarak sadece temel eğitim için zorunlu ve parasız olacaktır vurgusu yapılm
aktadır. Eğitim süreçleri ayrıştırılmakta, yükseköğretimin parasız olacağına dair hiçbir ibare bulunmamaktadır. Temel eğitimin “zorunlu ve parasız” olması gerekliliği ise asıl olarak “çocuğa yurttaş olması için gerekli nitelikleri kazandırma” misyonu dolayımında anlamlandırılmaktadır. Kısaca sisteme uyumlu bireylerin yetiştirilmesinde işlevlenen temel eğitim parasız olurken, üniversite eğitimi için böyle bir koşul yoktur. Mesleki eğitim ve yükseköğretim konusunda devletin görevlerinin farklı olduğu söylenmektedir. Raporda, devletin, gerekli nitelikte olanların bu hizmetlere erişebilirliğinde fırsat eşitliğini gerçekleştirmekte görevli tutulduğu belirtilmektedir. Ancak fırsat eşitliğinin nasıl sağlanacağına ilişkin hiçbir açıklama yapılmamakta, üniversite eğitimi alma konusunda belirleyici sayılan “gerekli niteliklerin” ne olduğu da belirtilmemektedir. Bu durum akla yükseköğretim alacaklarda aranan nitelikler arasında “yeterli paraya sahip olmanın” da olabileceğini getirmektedir.
Yine eğitim alanında genel vizyona ilişkin vurgularda, eğitimin sürekli olarak kişiye “işine uygun” bilgisini yenileyebilme kapasitesini vermesi gerektiği, bireyin girişimde bulunmaktan kaçınmamasını sağlayacak bir eğitim sistemi sayesinde Türkiye’nin nüfusunu bilgi toplumunda geçerli bir “sermaye” haline dönüştürmesinin mümkün olacağı söylenmektedir. YÖK raporda açıkladığı “Yükseköğretim Vizyonuna” “küresel bilgi toplumu içindeki yarışma, çoklu beceriye ve yaşam boyu öğrenme kapasitesine sahip işgücüne ihtiyacı arttırmıştır” cümlesi ile giriş yapmaktadır. Yine yüksek öğretimin “ilk aşamada dünyanın değişen koşullarına uyum sağlayabilen esnek ve açık programlar…daha sonraki aşamalarda ileri uzmanlaşmaya yönelecek ömür boyu öğrenmeye açık” bir hale gelmesi gerektiğinden bahsedilmektedir. Üniversite vizyonunu belirlerken doğrudan işgücü piyasaları taleplerine vurgu yapılması manidardır. Yükseköğretim stratejisinin halkın ve bilimin, yükseköğretim alacak olanların ihtiyaç ve taleplerine göre değil sermayenin yönelimlerine bağlı olarak şekillendirildiğini göstermektedir. Sermayenin yükseköğretimden talebi; kendini sürekli piyasanın taleplerine göre yenileyebilecek ve piyasada aranan özelliklere sahip esnek vasıflı iş gücü (üniversite eğitiminin sadece meslek edindirme beceri kazandırma vasfı içermesi) ve belirli alanlarda uzmanlaşmış profesyonel araştırmacıdır. YÖK, eğitim vizyonunu belirlerken sermayenin bu talebini neredeyse harfiyen tekrarlamaktadır. Yine aynı bölümde kalite bakımından dünya standartlarına uygunluk vurgusu yapılmaktadır. Ancak kaliteden ne anlaşıldığı da belirtilmemiştir. Hangi kriterlere göre “kalite” belirlenecektir? YÖK daha önceki raporlarında da dünyada piyasacı girişimci üniversite modelinin uygulamaya geçirildiğini vurgulamıştır. Bu durumda “dünya standardı” girişimci üniversitedir; en fazla kaynak yaratan, işgücü ihtiyacına en iyi cevap veren, en fazla patent hakkı üreten, rekabette öne geçen üniversiteler kaliteli sayılmaktadır.
Raporda dünya çapında yükseköğretimin kitleselleştiği söylenmektedir ve hemen eklenmektedir: “bu eğilimin en önemli sonuçlarından biri “eğitim maliyetlerinin” düşürülmesidir”. Kısaca eğitim kitleselleştikçe, devlete mali yükünün artacağı vurgulanmaktadır. Eğitim maliyetlerinin düşürülmesi stratejilerinden en belirgini ise öğrenim maliyetlerini öğrencinin karşılamasıdır. Bu durumda daha önce de vurgulanan “kitleselleşmenin” ancak maliyet azaltılarak olabileceği, bunun da paralı eğitim demek olduğu anlaşılmaktadır.
Kitleselleşmenin ikinci özelliği olarak “yüksek öğretimin ilk aşamalarında eğitimin büyük ölçüde standartlaşması, modülerleşmesi” gösterilmektedir ve şöyle devam edilmektedir: “Bu gelişmeler ekonomi sağladığı kadar eğitim dalları arasındaki geçişliliği kolaylaştırmakta ve sisteme önemli düzeyde esneklik kazandırmaktadır” Buradaki ekonomi vurgusundan ne anlaşıldığı açıklanmamakla birlikte dünya çapında eğitim içeriklerinin standartlaştırılmasının eğitimin uluslararası ticarete konu edilmesini ve eğitim hizmetinin metalaştırılmasını kolaylaştıran bir aşama olarak iş gördüğü bilinmektedir. Standartlaştırma, eğitimin ticarileştirilmesini kolaylaştırıcı bir uygulama olduğu kadar üniversite eğitiminin bilimsel çalışmayla doğrudan ilişkisini, sürekli zenginleştirilerek karşılıklı yeniden üretime dayanan dinamik yapısını ortadan kaldırmaktadır. Bugün standartlaştırma, eğitim içeriklerinin oluşturulan uluslararası eğitim pazarında satışa sunulacak biçimlere getirilmesinde, eğitim içeriklerinin tek merkezden belirlenerek akademisyenleri (öğretmeni) hiçleştiren bir şekilde bilginin öğrencilere aktarılmasında, karlı bir potansiyel olarak görülen paralı öğrenci dolaşımı alanının işlevlendirilmesinde, üretimin esnek biçimlerde dünya çapına yayılmasıyla birlikte açığa çıkan esnek ve belirli vasıflara uygun işgücü ihtiyacını karşılamada kullanıldığı bilinmektedir. Standartlaştırma aynı zamanda eğitimin verildiği coğrafyadaki özel sorun ve ihtiyaçları ve özgün bilgi türlerinin varlığını dışlamak ve eğitimi tek tipleştirmek anlamına gelmektedir.
Yine “vizyonda” belirtilen; sistemin, başlangıçtaki lisans düzeyinde standartlaşmış ve esnek yapısını koruması, ileriki aşamalarda, yani yüksek lisans ve doktora aşamalarında ise ileri uzmanlaşmaya yönelmesi vurgusu lisans eğitiminin tam bir meslek eğitimine dönüştürülmesi ve üniversite eğitiminin bilimle ilişkisinin yüksek lisanstan başlayarak kurulması yönünde bir eğilimdir.
Taslakta “vizyonun” belirtilen ikinci bileşeni bilgi üretimidir, üniversitelerden beklenen bilgi üretim işlevinin öneminin sürekli arttığı söylenmektedir. Burada sorulması gereken soru üniversitedeki bilgi üretim süreçlerinde hangi beklentilere göre hareket edileceğidir. Sermayenin mi yoksa bilimsel gelişmenin gereklerinin ve halkın mı? Raporun ilerleyen bölümlerinde üniversitenin işlevlerinden birinin sermayenin (sanayinin) ihtiyaç duyduğu araştırma-geliştirme faaliyetlerini yerine getirmek olarak belirtilmesi bu soruya da cevap olmaktadır.
YÖK raporunda belirtilen üçüncü vizyon ise kamu hizmetlerine yöneliktir. Raporda Yükseköğretim kurumlarının, kamuya sunduğu, ya da sunması gereken kamu hizmetleri beş grup içinde sınıflandırılmaktadır.
1.Eğitim hizmeti: Üniversitenin kamu hizmeti görevleri arasında sayılan eğitim hizmetinin içine, üniversitelerimizde yüksek ücretlerle sunulan sertifika -kurs programları ve bunları yürüten sürekli eğitim kurumları da sokulmaktadır. Bu hizmetlerin ücret karşılığı verildiği de belirtilmektedir. Yüksek ücretler karşılığı üniversitenin sahip olduğu bilgi birikimini ve eğitim işlevini satışa sunan, piyasalaştırılmış bu hizmetler “kamusal hizmet sunumu” içine dahil edilmektedir. Ancak parası olanın yararlanabileceği, piyasalaştırılmış bu hizmetlerin “kamusal hizmet” olarak tanımlanması tam bir aldatmaca ve çarpıtma örneğidir. Kamusal hizmet anlayışının temeli halkın ihtiyaçlarını kamusal sorumluluk anlayışı ile karşılama ve bu hizmetlerden herkesin yararlanmasını sağlama ilkeleridir.
2.Sağlık Hizmetleri: Üniversitenin sunduğu sağlık hizmeti de üniversitelerin vermesi gereken kamusal hizmetlere dâhil edilmektedir. Buraya kadar bir sorun yoktur. Ancak üniversite hastanelerinin işletmelere dönüştürüldüğü ve sağlık alanında yaşanan son piyasalaştırma operasyonlarından sonra üniversite hastanelerinde sunulan sağlık hizmetinden de ancak parası olanın yararlanabildiği bilinmektedir. Üni
versite hastanelerinden de sorumlu olan YÖK’ün raporunda üniversitenin sunduğu sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması sürecine dair bir eleştiri bulunmamaktadır. Raporun ilerleyen bölümlerinde finansman sorunu tartışılırken, “devlet üniversiteleri ile vakıf üniversitelerinin özellikle hastane hizmetlerinin faturalandırılmasında eşit rekabet şartlarına getirilmeleri gerekir” denilmekte ve eklenmektedir “vakıf üniversitelerine tanınan bütçe uygulama talimatına ek olarak şartların gerektirdiği özel katkı payı talep etme hakkının ve eşit vergilendirmenin yapılması gerekir”. Bu ifadeler YÖK’ün toplumsal yarar gözeterek hizmetlerini üretmesi gereken üniversitelerde ve insan sağlığı gibi asla parayla ölçülemeyecek bir alanda, tam anlamıyla piyasa mantığı içinde davranmayı önerdiğini göstermektedir. Ancak YÖK paralılaştırılmasını talep ettiği sağlık hizmetini “kamusal hizmet” kategorisine sokmaktan da çekinmemektedir.
3. Sanayinin ve ülke savunmasının gereksinim duyduğu yeniliklerin geliştirilmesi ve projelerin yapılması biçiminde sunulan kamusal hizmetler. Bu madde ile üniversitenin sunması gereken kamusal hizmetlere doğrudan sermayenin ve militarist gücün ihtiyaçlarını karşılamak eklenmektedir. Üniversitenin bilgi üretim ve eğitim işlevlerinin doğrudan sermaye ve ordu tarafından yönlendirilmesini meşrulaştıran bu söylemin kamusal hizmetler tanımının içinde yer alması doğrudan ideolojik bir tercihtir. Egemen sınıfların ve onların egemenliklerini sürdürmek için kullandığı temel kurumların ihtiyaçlarının tüm toplumun ihtiyaçları gibi sunulmasının bir biçimidir. YÖK burada yeni neo-liberal politikaların diğer savunucuları gibi kamu ve piyasa kavramlarını birbirini ikame edici şekilde kullanmaktadır. Sanayiye hizmet vurgusu topluma hizmet gibi gösterilmektedir. Ancak sermayenin temel amacının toplumsal yarar gözetmek değil çoğu zaman toplumsal yarar pahasına özel karını arttırmak olduğu bilinmektedir. Toplumun piyasa mantığına indirgenmesi giderek piyasa çıkarının belirli sektörlerin, belirli sektörlerin çıkarının da tekil sermaye kesimlerinin çıkarlarına yani şirketlerin çıkarlarına indirgenmesini getirmektedir. Toplumsal nitelik taşıyan bilimsel üretim üniversiteyle kim anlaşma yaptı ise onun tahakkümü altına girmekte, hiçbir kamusal yarar gözetilmeksizin kar amaçlı kullanılmaktadır. Üniversitenin özel çıkarlara ve askeriyeye hizmet etmesi kamusal hizmetin sunumunun ilkesi olan kamusal yarar anlayışına tamamen karşıt olduğu gibi üniversitenin özerkliğini ortadan kaldırmaktadır. Bilimsel ve teknolojik bilginin toplumsal yarar doğrultusunda değil tekil sermaye gruplarının çıkarları ve egemenlik sisteminin devamı için kullanımını, üniversitelerin bu çıkarlara tabi kılınmasını öngörmektedir. Üniversiteler güçlü devlet-serbest piyasa ikilisinin basıncı altında tüm bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini yitirmektedirler. YÖK raporda bu süreci kamusal hizmet sunumu içinde değerlendirerek tam bir cambazlık yapmaktadır.
4. Yerel kalkınmaya yol gösterecek hizmetler: Yine aynı bölümde, geri kalmış bölgelerde yer alan üniversitelerin yerel kalkınmanın aktörü olması gerektiği söylenmekte ve üniversiteden bir sivil toplum kuruluşu ve bir girişimci gibi davranmasının beklendiği belirtilmektedir. Üniversitelerin elbette bulundukları coğrafyadaki halkın sorunları ve ihtiyaçları ile ilgilenmeleri gereklidir. Ancak burada yine bir kurnazlık yapılmakta, geri kalmış bölgelerdeki üniversitelerin oradaki halkın bilgiye ulaşımını sağlayacak bir özne olarak konumlanması, bölge halkının ihtiyaç ve sorunlarına çözüm üretecek bilimsel çalışmaları yapması değil, oradaki özel sermayenin ihtiyaçlarına cevap vermesini gerektiği söylenmektedir. Raporda üniversitelerin bulundukları bölgelerin “bölgesel kalkınma ajansları” olmaları gerekiyor denmektedir, üniversitelerin yerel sermayeyi beslemek, onlara proje üretmek ve işgücü hazırlamak üzere organize edilmeleri beklenmektedir. Elbette üniversitelerdeki paralılaştırma uygulamaları ve üniversitelilerin ihtiyaçlarının kamusal kaynaklardan sağlanmaması nedeni ile özel sektörden karşılamak zorunda bırakılmalarının üniversitelerin kuruldukları bölgeler için başlı başına bir ekonomik kaynak haline dönüştürüldüğünü de unutmamak gerekmektedir.
Piyasa Neyse Üniversite de Odur
Üniversiteler için tanımlanan kamusal hizmetler alanında raporda yer alan bir diğer önemli vurgu şudur:”Öğretim elemanlarının bu hizmetlerin üretilmesindeki performanslarının akademik kariyerleriyle açıkça ilişkilendirilmiş olması gerekir”. Kamusal hizmetlerin içine sermayeye ve savunma sanayine üretilecek hizmetleri ve üniversitelerdeki piyasalaştırılmış ek eğitim hizmetlerini sokan YÖK açıkça üniversite içinde öğretim elemanlarının bu ilişkiler içindeki performanslarına göre değerlendirileceğini söylemektedir. Kısaca bir öğretim üyesi sermayeye proje yapmayı, orduya hizmet etmeyi, üniversitedeki paralı eğitim hizmetlerinde görev almayı reddederse ya da bu projelerde yeterli “performansı” gösteremezse akademik ilerlemesi tehlikeye atılacaktır. Bu anlayışa göre örneğin yeni bir biyolojik silah geliştiren bir bilim adamının yanında yerel dil ve lehçeleri araştıran bir dil bilimcinin hiç değeri yoktur.
Raporda ayrıca “üniversitelerde hem gelir düzeyini arttıracak hem de performans geliştirecek bir personel rejimine” geçilmesi savunulmakta, kadrolu çalışma biçimlerinin kaldırılması ima edilmektedir. Böyle bir politikanın öngörüldüğü üniversitelerde akademik bilimsel özgürlükten bahsedilemez. YÖK’ün raporda tüm bu hizmetler için “etik” adına yaptığı tartışma ise bu hizmetlerin fiyatlandırılması ve gelirin bölüşümüne ilişkindir.
Yükseköğretim sisteminin yönetim yapısına yönelik olarak önerilerin geliştirildiği bölümde yükseköğretim kurumlarında belirlenen tüm düzeyler için önem taşıyan ilkeler sıralanırken, akademik ve yönetsel özerkliğin hemen yanında “üretkenlik ve kalite bölümü” gelmektedir. Burada yükseköğretim araştırma ve eğitim faaliyetlerinde üretkenliğin ölçülmesinde “performans” göstergelerinden yararlanılmalıdır denilmektedir.
Etkin kaynak kullanımı ise bir diğer ilke olarak belirlenmektedir. YÖK’e göre etkin kaynak kullanımı için “çıktı odaklı yönetim anlayışı” gerekli olmaktadır. Yani üniversiteler, fabrika gibi çıktıları hesaba katarak yönetilecektir. Sayılan bir diğer ilke ise mali özerkliktir. Üniversitenin farklı kanallardan gelir yaratabilmesi, bu gelirleri istedikleri şekilde kullanabilmeleri, esnek bir bütçeye sahip olmaları için mali özerklik elzem gösterilmektedir. Yine mali özerklik çerçevesinde, başarılı çalışmaların maddi olarak desteklenmesi, kurumlar arasında ve kurum içinde kaynak tahsisinde performansı yansıtan göstergelerin olması gerektiği ve bunların da çıktılarla ilişkilendirilmesi gerektiği söylenmektedir. Bu öneriler, tam da neo-liberal üniversite politikalarının önerileri ile örtüşmektedir. Buna göre istihdam edilebilir iş gücü bir çıktıdır, üretimde kullanılacak metalaşmış bilgi bir çıktıdır, üniversitede üretilen ve satışa sunulan eğitim hizmeti, üniversitede üretilen diğer hizmetler de birer çıktıdır. Öğretim elemanlarının ne kadar fazla para kazandıracak proje sayısına ulaştıkları, üniversiteye ne kadar “iş getirecekleri” bir performans kriteridir, bölümün öğrenci başına ne kadar para kazandığı da. Bu çıktıya dayalı performans ölçümü ve var olan kaynakların performans kriterlerine göre tahsis edilmesi uygulaması üniversitelerin doğrudan piyasaya dönük bilgi üretimine y
oğunlaşmalarına, sürekli bir rekabetin içine itilmelerine neden olacaktır. Zaten üniversitelerin ihtiyaçlarını karşılamakta kısıtlı olan kaynakların beklenen doğrultuda performans gösteren üniversitelere ayrılması üniversiteler arası eşitsizlik uçurumunun derinleşmesine yol açacaktır. Kaynak sıkıntısı çeken üniversitelerde dışardan kaynak arayışına itilecek, öğrenciler, sermaye ile kurulan ilişkiler ekonomik kaynaklar olarak öne çıkacaktır. Bu sistem aynı zamanda zayıfların güçlendirilmesine ve eşitliğe dönük olması gereken kaynak tahsisi yapısını da tam olarak güçlüden yana bozacaktır.
YÖK stratejisinde üniversite yönetimlerinin ve sermayenin sürekli dillendirdiği mali özerklik üzerinde özel olarak durulmaktadır. Mali özerklik tartışması bugün üniversitelerin sermaye için karlı bir yatırım alanına çevrilmesinde, üniversitelerin paralılaştırma uygulamalarını istedikleri gibi şekillendirmelerinde, raporda belirtildiği gibi farklı kanallardan gelir yaratmalarında kısıtlama yaratan yasal düzenlemelerin kaldırılmasına dönük bir istemdir. Üniversite mücadelesinin temel taleplerinden biri olmuş “özerkliğin” mali özerkliğe indirgenerek tartışılması ayrı bir çarpıtma örneğidir. Ancak demokratik üniversite kavramı ile birlikte tartışılabilecek “özerklik”; üniversitenin emperyalizmden, faşizmden, egemen sınıfların/sermayenin çıkarlarından bağımsızlığı koşullarında gerçek anlamına kavuşur. Mali özerklik ise üniversitenin kendine istediği yerden gelir yaratması ve bu gelirleri -akademik, bilimsel özerkliğin sağlanmadığı koşullarda- istediği yere harcaması değildir. Mali özerklik üniversiteye toplumsal sorumluluk ve yarar ilkeleri dışında hareket etmesi yetkisini vermez. Ancak kamu kaynaklarından ayrılan bütçesini bu ilkeler doğrultusunda öz karar mekanizmalarıyla kullanmasını öngörür.
Yükseköğretim Paralılaştırılmalı Bilgi Metalaştırılmalıdır!
Raporun finansman stratejisi geliştirilen kısmında üniversitelerin kendi sağlayacakları kaynakların kullanımında serbest olmaları gerektiği, döner sermaye kazançlarına hükümetlerin el koymasının yollarının tıkanması gerektiği söylenmektedir. Üniversitelerin en değerli kaynağı olarak ise “fikri mülkiyete dayalı” gelirler sayılmakta ve bugün üniversitelerin bu tür “haklarını” ticarileştirme olanağı bulamamasından yakınılmaktadır. Raporda, üniversitelerin “fikri mülkiyeti ticarileştirmek” üzere şirket kurmalarına olanak sağlanması istenmektedir. YÖK, açıkça üniversitelerde üretilen bilginin metalaştırılmasını, bilginin özel mülkiyet rejimine tabi kılınmasını ve üniversitelerin ürettikleri bilgileri satarak para kazanmasını istemektedir. Bu durumun fiili uygulamalarını deprem sonrası hep birlikte yaşadık. “Bilim insanlarının” dolaylı şirketlerden kurup dayanıklılık tespitleri için milyarlarca para kazandıkları, “Prof.-Doç.” gibi sıfatları piyasa içinde apoletlere dönüştürdükleri karlı bir dönem oldu. Bugün üniversitelerde fiilen ve teknopark – teknokent gibi kurumsal düzeylerde bilimsel araştırma ve projelerin bir meta olarak piyasaya sunulması sürmektedir. YÖK bugünkü durumu yeterli bulmamaktadır. İnsanlık tarihinin ortak mirası olan bilim üzerinde kurulacak “fikri mülkiyet” hırsızlıktır. Herhangi bir bilginin yoktan var edildiği, insanlığın önceki birikiminden bağımsız olduğu düşünülemez bu yüzden bilgi kimsenin özel malı değildir kamusal mülkiyete tabidir. Toplumsal yarar gözeterek bilgi üretmesi ve bilgiyi hiçbir koşul gözetmeksizin yayması gereken üniversitelerin bilgi üzerinde “mülkiyet” kurması ve bilgiyi satışa çıkarması kabul edilemez. Bunu bir üniversite politikası haline getirmek üniversitelerin toplumsal sorumluluklarını ve toplumsal misyonlarını ortadan kaldırmak demektir. Üniversitelerde üretilen bilgi kamusal kullanıma ve özgürce geliştirilmeye açık olmak zorundadır. (YÖK raporunun başka bir bölümünde bilginin kamusal olduğu tartışılmaktadır. Aynı raporda, bir yandan bilginin kamusal olduğunu söylemek diğer yandan bilgi üzerinde mülkiyet hakkı istemek “kamusal”lık algısının çarpıklığını göstermektedir). Üniversitelerde üretilen bilgi üzerinde mülkiyet kurulması; bilginin belirli ellerde toplanması; üniversitelerde üretilen bilginin toplumsallaşmasının engellenmesi; bilimsel gelişmenin dondurulması; insan yaratıcılığının ve üretiminin kontrol altına alınması anlamına gelmektedir. YÖK fikri mülkiyeti savunarak tüm bunlara onay vermektedir.
YÖK, strateji raporunda yükseköğretim finansman stratejisini belirlerken “üzerinde durulması gereken” konulardan biri olarak “öğrencilerden alınacak harç ya da ücretlerin düzeyinin ne olacağı” sorununu belirlemektedir. Burada da dosyamızın diğer bölümlerinde tartıştığımız gibi yükseköğretimin bireysel yarar sağladığı ve maliyetin de yararlananlar tarafından da üstlenilmesi gerekliliği üzerinde durulmaktadır. YÖK, “Türkiye’de günümüzde de yükseköğretimin paralı olması konusunda belirli bir pratik sürmektedir” diyerek önce üniversite eğitiminin paralılaştırıldığını açıkça dile getirmekte ve devletin “yararlanıcıdan” belli bir para almasının Anayasa bakımından bir sakınca taşımadığını söylemektedir. YÖK’teki bilim insanlarına “yakışır” bir kurnazlık. Yani diyorlar ki “üniversite eğitimi çok paralı yaparsak, varlıksız kesimlerin üniversiteye girişini kolaylaştırırız”. Keskin zekalarını bu kadar yormak yerine çok daha basit bir önermeyi neden düşünemezler: Adil olarak vergilendirilmiş bir toplum. Yine neo-liberallerin savunduğu “ücretsiz eğitim varlıksız kesimlerden varlıklı kesimlere transfer yapmak anlamına gelmektedir” savı burada dile getirilmekte ve bu savdan hareketle harç ya da ücret almanın adil bir tutum olacağı düşüncesinin Türkiye’deki uygulamanın gelişmesinin gerisindeki mantık olduğu söylenmektedir. Raporda yükseköğretim sisteminin gelecek 20 yılı için strateji üreten YÖK üniversite ve üniversiteli sayısının arttırılması gerektiğini belirtmekte bunun için kaynağa ihtiyaç olduğunu vurguladıktan sonra “devlet bu düzeyde bir kaynağı harekete geçirmekte zorlukla karşılaşıyorsa bu miktardaki kaynağın yükseköğretim alanına akımını alternatif kanalları kullanarak, örneğin yükseköğretimden yararlananların katılım payını arttırarak gerçekleştirmelidir.”demektedir. Yine finansman bölümünde yükseköğretimin paralılaştırılmasına ilişkin yapılan bir başka vurgu da şudur: ” Öğrencilerden alınan cari hizmet katkı payının veya daha doğru bir kavramla öğrenciden alınan harç miktarında yükseköğretim kurumlarına bakanlar kurulunca belirlenen harç miktarını örneğin üç dört katına kadar arttırma yetkisinin verilmesi düşünülebilir”. YÖK açıkça üniversitelerde harç miktarının arttırılmasını bilgi edinimi ve aktarımı faaliyeti olarak eğitimi metalaştırmayı savunmaktadır. Rapor boyunca “fırsat eşitliği” söylemini sürekli tekrarlayan YÖK, halkın büyük bölümünün üniversite eğitimi hakkının gasp edilmesine yol açacak paralılaştırma sürecini doğrudan örgütlemeye soyunmaktadır. Raporda fırsat eşitliğini sağlama konusunda temel araçlardan biri olan kredi ve borçlandırma mekanizmalarının ise üniversitelilerin gelecekteki yaşamlarına ipotek koymak anlamına geldiği gözden kaçırılmamalıdır.
YÖK’ün raporunda yükseköğretimin geleceği için strateji belirlenirken vakıf üniversitelerinin sayısının %7’den %16’ya çıkarılmasının hedef olarak konulmuş olması, kamu üniversitelerinin piyasalaştırılmasının yanında eğitim alanın doğrudan sermaye karlılık alanı olarak açılmasının da YÖ
K politikası olduğunu göstermektedir.
Üniversiteler Sermayenin İhtiyaçlarına Göre Farklılaşsın!
Rapordaki ilkeler bölümünde sayılan bir diğer unsur “farklılaşma” dır. Raporda “isteyen kurumların seçecekleri alanlarda odaklanmalarına ve uzmanlaşmalarına olanak verilmeli, işbölümü ve uzmanlaşma desteklenmelidir” denilmektedir. Üniversite kurmada bilimin temelleri üzerine eğitim veren ve diğer tüm bilim dallarındaki araştırmaları destekleyecek bilimsel üretimde bulunan Fen-Edebiyat Fakültelerini kurma zorunluluğunun kaldırılması ile başlayan bu süreç, üniversiteleri doğrudan meslek edindirme merkezlerine dönüştürecek ve piyasanın ihtiyaçlarına göre farklı alanlarda uzmanlaşma itecektir. 1994 TÜSİAD raporunda araştırma üniversiteleri ile kitle eğitimi veren üniversiteler olarak konulan ayrım (ki bu fiilen gerçeklik kazanmıştır) derinleştirilecektir. Bunun yanında farklılaşma vurgusu, neo-liberal eğitim politikalarının “müşteri tercihi” anlayışına da uyum göstermektedir. Eğitimin tamamen parayla alınıp satılacak bir mala indirgeyen neo-liberal eğitim politikaları eğitim hizmetini ticari bir faaliyet olarak ele almakta, eğitime ve bilgiye de diğer tüm metalar gibi yaklaşmaktadır. Buna göre piyasadaki mallar, nasıl farklı tüketici kesimlerine göre farklı “kalite” ve farklı ücrette olabiliyorlarsa üniversitelerde üretilen eğitim ve bilim faaliyetleri için de bu geçerlidir. Bu duruma göre üniversitede eğitim farklı alım güçlerine uygun olarak üretilebilir. Üniversiteler kaliteli ve pahalı olanlar ile ucuz ve niteliksiz olanlar arasında bölünebilir. Bu anlayış eğitim almada ve bilgiye ulaşmada eşitlik ilkesini tamamen ortadan kaldırdığı gibi nitelikli bilginin ve eğitimin giderek daha az sayıda insanın ellerinde toplanmasına neden olmaktadır. Eğitim ve bilgi “tüketicinin” mali durumuna göre değil bilimsel kriterlere göre, insanın ve toplumun ihtiyaçları gözetilerek üretilmelidir. YÖK’ün üniversitelerin kendilerince harç miktarlarını 3-4 kat arttırmaları önerisi bu farklılaşmanın gideceği yeri göstermektedir.
Üniversite Yönetimi Sermayeye Açılsın!
YÖK stratejisi üniversitenin temel sorunlarından biri olan “katılım” konusuna da değinmektedir. Yönetim yapısının ele alındığı bölümde katılım da bir ilke olarak belirlenmiş, katılım mekanizmalarının hangi koşullarda ve nasıl kurulacağı ve işleyeceği belirtilmemiştir. Ancak katılımın diğer ilkelerin üzerinde görülmeyeceği özel olarak vurgulanmıştır. Kısaca bu durumda üniversite bileşenlerinin üniversitelerin işletmeler gibi performans ilkeleriyle yönetilmesine karşı çıkmaları “katılımın diğer ilkelerin üzerinde görülmemesi nedeniyle” anlamsızdır. Koşullanmış bir katılımın demokratikliğinden bahsedilemez.
YÖK, üniversite bileşenlerine üniversite yönetimine katılım kanallarını açmazken raporda “üniversite dışı paydaşların üniversite yönetimine katkı ve destekte bulunmaları gerekir” demektedir. Amerika’daki sistemin örnek olarak gösterildiği raporda bu katılımın idari ve mali konularda olacağı söylenmekte ve Türkiye için üniversitelerin kendi kararları ile üniversite ve fakülte düzeyinde danışma kurulları oluşturulabileceği belirtilmektedir. Benzer bir yaklaşımın ürünü olarak raporda yer alan, toplumla ilişki başlığı altında ise “özel sektör birimleri ve STK’larla çeşitli düzeylerde ilişkiler kurulmasını kolaylaştıracak süreç ve yöntemler sağlanmalıdır” denilmektedir. Sonuçta neo-liberal ideolojiyle paralellik taşıyan bir çıkarım yapılmaktadır toplum = özel sektör. YÖK’ün önerdiği “danışma kurulları” daha önce üniversite sistemi hakkında sermayenin ve yine YÖK’ün hazırladığı raporlarda yer alan mütevelli heyeti ve profesyonel yönetici önerilerinin bir başka versiyonudur ve DB uzmanlarının Türkiye yükseköğretimine dair yaptıkları öneriler arasında yer almaktadır. DB ve AB eğitim politikalarında da yer alan bu öneri, piyasalaştırma uygulamaları ile “işletmelere” çevrilen üniversitelerde yönetimin de işletme yönetimine dönüştürülmesi ve sermayenin doğrudan üniversite yönetiminde söz sahibi olması politikasının bir adımıdır. Bu uygulama üniversitenin toplum yararı gözetme, bilimsel etik, bilimsel araştırma olanaklarında eşitlik, bilimsel nitelikli bir eğitimin ihtiyaçlarını karşılayacak koşulların yaratılması gibi ilkelerinin göz ardı edilmesi demektir. Mali ve idari yönetim akademik ve bilimsel yönetimden ayrıştırılamayacağı gibi onların gerekliliklerinden farkı bir öncelikler dizgesine göre de sürdürülemez. Yönetimin profesyonel işletmecilere devri ve sermayenin doğrudan yönetim mekanizmasına katılması üniversitenin tam olarak piyasa kurallarına göre yönetilmesi, sermayenin üniversiteler üzerindeki tahakkümünün ve yönlendirme gücünün arttırılması demektir. Holding patronlarının üniversite yönetimine geldiklerinde yapacaklarını tahmin etmek hiçte zor değil; her şey para için. Bir de etkileyici bir imaj oluşturmak için profesörlere çanta taşıttırmak var. Bu durum üniversitenin özerkliğine, bağımsızlığına ve özgürce eğitim ve bilimsel üretim faaliyetlerini yürütmesine aykırıdır. Yönetiminde sermayenin yer aldığı bir üniversite eleştirel gücünü ve toplumsal misyonunu kaybetmiş demektir. Bu durum aynı zamanda üniversitenin ihtiyaçlarının bilgisine en fazla sahip olan üniversite bileşenlerinin söz, yetki, karar düzeneklerinden tamamen dışlanması, halkın da eğitim ve bilgi edinme süreçlerinin örgütlenmesine demokratik katılımının tamamen engellenmesi demektir.
Üniversitelerin yönetimine sermayenin katılabilmesi için kanallar yaratmaya çalışan YÖK, stratejisinde kendi varlığına dokunmamaktadır. YÖK’e planlama, eşgüdüm, yönlendirme, finansman ve kalite güvencesi, programların belirlenmesi, açılıp kapanması, kadro tahsisi akademik planlama gibi oldukça geniş bir yönetim alanı bırakılmaktadır. Genel kurulun bileşimi konusunda ise “belirli konularda kurul toplantılarına öğrenci temsilcisini katılabilmesi de yarar sağlar” denilmektedir. Üniversiteye ilişkin genel kararların hepsini kendi kontrolüne alan YÖK öğrenci temsilcisinin ancak kendi belirlediği konularda toplantılara “karar alıcı” olarak değil “yarar sağlayıcı” olarak katılabileceğini söylemekte “katılmalıdır” ibaresini dahi kullanmamaktadır. ÖTK’nın üniversitede nasıl işletildiği düşünülürse bu katılımın “yarar sağlamaktan” da öte “onaylamak” ve meşrulaştırmak işlevi göreceği açıktır.
YÖK strateji raporunda yine rektör seçiminde sadece öğretim üyelerini sürece dahil etmekte bunu da en az iki yıl boyunca o üniversitede kadrolu çalışma koşuluna bağlamaktadır. Bu durumda öğrencilerin ve üniversite çalışanlarının dışında araştırma görevlileri, öğretim görevlileri, sözleşmeli çalıştırılan diğer akademik personel doğrudan seçim süreçlerinin dışına itilmektedir. Raporda demokratik bir temsil mekanizmasının temel ilkelerinden biri olan “geri çağırma” ilkesine rektörler için değinilmektedir. Ama geri çağırma için önce öğretim üyelerinin yarıdan fazlasının yazılı talepte bulunması ve oylamaya katılanların da %60’ı geçecek biçimde geri çağırmayı onaylamaları şart koşulmaktadır (%51’lik çoğunluğu sağlamak yönetimde yetersiz görülmektedir). Bu şartlar bugün rektör sultasında, her hangi bir muhalefete, eleştiriye bile geçit verilmeyen, yönetimle herhangi bir konuda aynı düşünmeyen öğretim üyelerinin üzerinde eğitimcilik hakkının elinden alınmasından sürgüne, bilimsel araştırmalarına fon verilmemesinden atılmaya kadar türlü baskıların uygulandığı üniversitelerde ”
geri çağırma” ilkesinin tamamen lafta kalmasına neden olacaktır. Yine raporda üniversitelerin ana işlevlerinin sürdürüldüğü fakülte düzeylerinde ki yönetim mekanizmalarına öğrencilerin katılımlarının anlamlı bulunduğu söylenmekte ancak bu mekanizmalarda söz yetki ve karar hakkı sahibi olup olmayacakları belirtilmemektedir.
Üniversiteler Sermayeye Nitelikli İş Gücü Yanında Ucuz İşgücü de Üretsin!
Strateji raporunda üniversite sisteminin doğrudan sermayenin ihtiyaçlarına göre organize edilmesi politikasının en görünür olduğu bölümlerden biri de Meslek Yüksek Okulları ile ilgili tartışmalardır. YÖK raporunda “MYO’larının yerel iş ve istihdam piyasalarına gömülü (embedded) hale gelmesini gerçekleştirmek” gerekir denilmektedir. MYO’ların, doğrudan işgücü piyasasındaki yeni düzenlemelerin içine oturtulduğunda anlam kazanacağını söyleyen Rapor, ayrıca MYO’ların yönetiminde yerel iş çevrelerinin yer alması; MYO eğitim programlarının yerel piyasa taleplerine uygun biçimde yeniden düzenlenmesi; MYO’ların yerel sermayenin talepleri ile uyum sağlayabilmesi için “iş dünyasıyla protokoller yapılması ifadelerine de yer vermektedir. Bugün de derme çatma binalarda yetersiz koşullarda eğitim gören, uzun staj sürelerinde özel sektör için köle gibi çalıştırılan MYO öğrencileri YÖK gözünde doğrudan, sermayenin taleplerine göre imal edilmiş işgücünden başka anlam taşımamaktadır. YÖK’ün önerilerinde MYO’lar baştan aşağı sermayenin taleplerine göre şekillendirilecek ucuz işçi imalathaneleri olarak konumlandırılmaktadırlar.
Sınav Sayısı Artsın Özel Sektör Kazansın!
YÖK stratejisi, her yıl binlerce öğrencinin rekabet içine sokulduğu ve çoğunluğunun “elenerek” üniversite eğitimi hakkından mahrum kaldığı, üniversite giriş sınavına da yer vermektedir. YÖK raporda “ortaöğretim ve yükseköğretimin yeniden yapılandırılması kapsamında bir bütünlük içinde” ele alınması gerektiği söylemektedir. Merkezi sınav sistemini “güven uyandıran” bir sistem olarak tanımlayan rapor, üniversiteye giriş sınavında yaşanan olumsuzlukları ortaöğretimin niteliksizliğine/yetersizliğine yüklemektedir. Dershane sisteminin eleştirildiği raporda sunulan çözüm önerisi ise sınav sisteminin ortaöğretime yayılması ve sayısının arttırılmasıdır.
YÖK öncelikle 10. sınıfta “alan belirleme ve yönlendirme” sınavı yapılmasını ve bu sınavın ciddiye alınması için başarı puanının bir bölümünün üniversite girişte ortaöğretim başarı puanı kapsamında değerlendirilmesini önerilmektedir. Önerilen ikinci sınav “ortaöğretimi bitirme sınavı”dır. Bunun da üniversiteye başvuruda ön koşul olarak değerlendirilmesi öngörülmektedir. Yine üniversiteye girişte ortaöğretim başarı puanının hesaplanmasında değerlendirilmesi öngörülen bu sınavın merkezi olarak yapılması gerekir denmektedir.
Üniversiteye giriş aşamasında da yeni sınav önerileri getirilmektedir. Buna göre matematik, sosyal bilimler, fen bilimleri ve dil ile ilgili derslere göre ayarlanacak 4 aşamadan oluşacak bir “Ders Düzeyi Geçme Sınavı” konulması önerilmektedir. Bu sınavın mühendislik, tıp, hukuk gibi iyi temel donanım gerektiren bölümlere yerleştirmede kullanılacağı belirtilmektedir. Önerilen ikinci sınav “Temel Düzey Seçme Sınavı”dır. Bunun ÖSS’ye benzer şekilde ortak müfredata dayalı bir sıralama sınavı olması öngörülmektedir. Bu sınavın da meslek yüksekokullarına, yüksek okulların ve fakültelerin bazı lisans programlarına yerleştirmede kullanılması öngörülmektedir. Tüm bu sınav sistemlerinin okul eğitiminin niteliğini arttıracağı YÖK tarafından iddia edilmektedir. YÖK’ün tüm bu merkezi sınav önerilerinde elemeci yaklaşım devam etmektedir. Ortaöğretime yeterli kaynak aktarımı yapılmadan; nitelikli bir eğitimin tüm gereksinimleri karşılanmadan; üniversiteye giriş elemeci sınav sistemlerine bağlı olmaktan kurtarılmadan getirilen her yeni sınavın dershane sistemini ve paralı eğitim düzeneklerini besleyeceği açıktır. Sınav sayısını arttırmak öğrenciler arasındaki sürekli yarış ortamın pekiştirecek, özel üniversiteye hazırlık sistemine yeni kar olanakları yaratacak, eşitsizlikleri derinleştirecek, üniversite eğitim hakkının yalnız parası olanlara bir ayrıcalık olarak sunulmasını sağlayacaktır.
YÖK, hazırladığı “Yükseköğretim Stratejisi” ile üniversitelerin piyasa kurallarına ve sermayenin ihtiyaçlarına göre nasıl şekillendirilebileceğinin stratejisini çıkarmaktadır. Temel referansları tamamen neo-liberal üniversite politikalarından ve bunların somutlandığı DB raporlarından alınmış olan stratejinin Türkiye uygulamasında anti-demokratikliğin ve iktidar etme dalaşının izlerini taşıyacağı kaçınılmazdır. Bu “taslak rapor”un üniversite sisteminin sorunlarına çözüm olması ve yeni bir üniversite reformunun temel tartışma zemini olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Önümüzdeki on yılın yükseköğretim stratejisini çıkardığını söyleyen YÖK yaklaşık 250 sayfayı bulan raporda üniversitelilerin sorunlarına hiç değinmemiş aksine üniversitelilerin sorunlarının ana kaynağı olan piyasalaştırma sürecinin nasıl derinleştirileceğinin programını çıkarmıştır. Üniversitelerin asli bileşenleri öğrenciler, akademisyenler üniversite çalışanları ve piyasalaştırma süreçleriyle üniversite eğitimi hakkı elinden alınan, eşitliği ve insanca bir yaşamı savunan herkes “yükseköğretimi piyasalaştırma stratejisine” karşı “piyasalaştırmaya karşı mücadelenin” stratejisini ortaklaşa çıkarmalıdır.