Fransa Ulusal Meclisi’nin “Ermeni Soykırımı’nı reddedenlere ceza öngören” kanunu çıkarması, 301. Madde ve Orhan Pamuk’un aldığı Nobel Edebiyat Ödülü, “siyasal gelişmeleri” kısmen de olsa ülke gündeminin arkalarına itti. Bu üç konudaki tartışmalar ve gelişmeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin katı (rijit) olduğu kadar da kırılgan/işlevsiz olduğunu kanıtlar nitelikte. Türklük’e hakarete ceza öngören 301. madde, aslında devletin resmi […]
Fransa Ulusal Meclisi’nin “Ermeni Soykırımı’nı reddedenlere ceza öngören” kanunu çıkarması, 301. Madde ve Orhan Pamuk’un aldığı Nobel Edebiyat Ödülü, “siyasal gelişmeleri” kısmen de olsa ülke gündeminin arkalarına itti. Bu üç konudaki tartışmalar ve gelişmeler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin katı (rijit) olduğu kadar da kırılgan/işlevsiz olduğunu kanıtlar nitelikte.
Türklük’e hakarete ceza öngören 301. madde, aslında devletin resmi ideolojisini (olumlu yönde bile olsa) değiştirmeye yönelik her türlü “fikri etkinliği” zor kullanarak (hapsederek) engellemeyi amaçlıyor. Ancak uygulama süreçleri (üç-beş çapulcunun her “laf”ı bu maddeye sokma girişimleri) devleti traji-komik bir konuma soktu.
Benzer bir yaklaşımı “Ermeni Sorunu”nda zaten uzun (epey uzun) bir süredir görüyorduk. Resmi ideolojisine karşı en ufak sorgulamayı bile “var olma-yok olma” ikilemi içinde değerlendiren anlayış bir yanda, tarihi bugünkü siyasal amaçları için kullanma anlayışı diğer yanda duruyor. Emperyalistlerin tarihinin ne kadar kirli olduğunu bilmemize rağmen bu haliyle bile kendisini önemli ölçüde Osmanlı’nın mirasçısı sayan T.C. Devleti’nin “Ermenilerine” bir özür borcu yok mu?
Sadece “Ermeni sorunu” bile sosyalizme duyulan ihtiyacı tek başına anlatabilir. Çünkü ancak sosyalistler tarihe, önyargısız ve siyasal çıkar gütmeden bakabilir ve gerçeğin (ne olursa olsun) üzerine yeni bir dünya inşa edebilir.
Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü verilmesi ise buruk bir tat bırakıyor solcuların ağzında. Nobel Ödülü’nü verenlerin sicillerinde bir takım siyasal amaçlarla davranıyor olmaları, Pamuk’un davranış ve açıklamalarında bir takım pazarlama taktiklerinin olduğu kuşkusu, tadın buruk yönü. Ama bu toplumun kültürünü geliştirmesi ve diline sağladığı katkı bakımından (Nobel bile olsa) ödüllendirilmesi değerli.
Önemli(!) siyasi gelişmelere dönersek, ilk sırada Başbakan’ın ABD’den dönüşü var. T. Erdoğan’ın Bush’dan aldığı talimatların tamamını görebilmek için önümüzdeki süreci izlemek gerekecek. Ancak ilk talimat belli; orduyla aranı en azından cumhurbaşkanlığı seçimine kadar iyi tut. Erdoğan’da dönüş yolunda başlayarak “orduyla diyaloğu geliştireceklerini hatta Milli Eğitim Bakanı’nı Genelkurmay’a göndereceğini” söylemeye başladı. Bush’un Erdoğan’dan ABD’nin Ortadoğu planlarında birtakım görevler istediği herkes tarafından biliniyor. Tekrarlarsak; Lübnan’a İsrail’e yardım etmesi amacıyla asker göndermesi, Irak’ın federalizme geçiş sürecinde özellikle Kürt bölgesinin yapılandırılmasında sorun çıkarmaması ve elbette İran konusundaki gelişmelerde aktif yandaşlık yapması.
Kürt sorununun (PKK’nin) Amerika’ya havale edilmesinin resmi ilanı olan koordinatörlük müessesesi (ki anlaşıldığı kadarı ile PKK’de bu müesseseyi meşru bir otorite olarak kabul ediyor) ile birlikte bu sorunun çözümü, Irak’ın yeniden yapılandırılması ile doğrudan bağlantılı hale geldi. Irak’ın üç bölgeye ayrılması ve Kürt federe devletinin oluşturulması ABD için ilk gündem. Türkiye’nin Kürt sorunu bu ana plana bağlı olarak değerlendirilecek.
ABD’nin Türkiye’nin iç siyasetine ilişkin girişimlerinin sadece Erdoğan’ın ziyareti ile sınırlı kalmayacağını, önümüzdeki dönem bir dizi müdahalenin olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bu konudaki en somut adım Büyükanıt’ın ABD ziyareti olacak. Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine yaşanacak gerilimli süreçte ABD, hiç zorlanmadan önemli bir inisiyatif alma fırsatı yakaladı. Bu fırsatı Genel Seçim’e kadar da kullanacaktır kuşkusuz.
Seçim tarihleri yaklaştıkça siyaset erbaplarının artması ve var olanların da rollerini değiştirmeye çalışması siyaset sahnesinde ilginç görüntüler oluşmasına neden oluyor. Bunun en sıcak örneği de Mehmet Ağar. Kırk yıllık kurdun kuzu kostümüne girmeye çalıştığını ibret ve hayretle izliyoruz. “Benim iktidarımda asker konuşamaz”, “dağda elde silah dolaşmak yerine ovada siyaset yapsınlar”, “bana kimse vatanseverlik dersi veremez”. Bir zamanlar Çiller’in tetikçiliğini yapan, şimdi de ABD’nin siyasi tetikçiliğine aday olan Ağar’ın sözleri bunlar.
AKP’nin tek başına iktidar olamayacağının, ABD’nin bir koalisyon ortağına ihtiyaç duyacağının kokusunu almış olmalı ki en iyi ortak ben olurum mesajı verme ihtiyacı duyuyor.
Ama siyaset ince dengeleri idare etme işi. Bir tarafın adamı olayım derken diğer taraftan mesela ordudan tokadı yiyiverirsin. İsmini bile telaffuz ettiremez, “o zat” oluverirsin.
Üzerinde binlerce masumun kanı olan Ağar’ın ne yazık ki başka çaresi yok; yeniden seçilmek ve yeniden dokunulmazlık kazanmak zorunda. Yoksa mahkeme süreçlerinde kurda kuşa yem olacak.
Diğer yandan diğer aktörlerde en yeni kostümlerini giyip Demirel’in Güniz sokağını aşındırmaya, icazet aramaya başladılar bile. Daha önümüzde bir yıl var, çok daha ilginçlerini göreceğimizden hiç kimse kuşku duymasın. Üstelik solun geneli daha işe başlamadı. Her zaman ki gibi geç kalacak.
Bizler ise önemli bir görevin üstesinden başarıyla geldik. Filistin ve Lübnan halkıyla dayanışma etkinliklerimiz amacına ulaştı. Solun sadece propaganda yapmaması gerektiğini, pozitif bir üretkenliği de (hakkını vererek) yerine getirebileceğini; üstelik bunun “ben merkezci” olmadan ve solun diğer kesimlerine bel bağlamadan da yapılabileceğini bir kez daha kanıtladık. Ancak, böylesi yoğun dönemlerin arkasından yaşanması olası bir rahatlama dönemiyle karşı karşıya kalabiliriz. Benzer bir sıkıntı geçen yıl kısmen yaşanmıştı. Şimdi bize düşen, politik mücadelenin bütünsel görevlerini ara vermeksizin devam ettirmek olmalı.
Hatırlanacağı gibi eğitimin paralılaştırılmasına karşı sürdürülen mücadele kısmen başarılı olmuş ve siyasi iktidar bu yıl okulların ihtiyacı olan paraları kayıtlar sırasında gasp edememişti.
Ancak MEB ve okul idareleri bu gasp girişimlerinden vazgeçmediler. Şimdi bütün okullarda veli toplantıları yapılıp para isteniyor. Kimi Eğitim-Sen’li idareciler bile tepkileri Bakanlığa yöneltmek yerine bu uygulamanın parçası oluyorlar.
Siyasi iktidar ise bırakın görmezden gelmeyi bizzat el altından bu gasp sürecini örgütlüyor. “Eğitimin bir hizmet değil, hak olduğunu”, “eğitim sürecinin tüm masraflarının vergi toplayan devlet tarafından karşılanması gerektiğini” bilmeyenleri bilgilendirmek, bunları bilip de karşı faaliyet gösterenleri teşhir etmek bizlerin sorumluluğunda.
İdeolojik olarak teslim olanlara, kişisel olarak karşı çıkacak gücü bulamayanlara, bizler cüretimiz ve ataklığımızla başarının sağlanabileceğini gösterebiliriz.
Öğrencisi, öğretmeni ve velisiyle ortak bir mücadeleyi, eğitim sürecinin tüm maddi ihtiyaçlarının (elektrik, su, enerji, kadro, v.b.) siyasi iktidardan (MEB’den) istenmesi temelinde geliştirmeliyiz. Bu mücadeleler, halkın en basit, en temel ihtiyaçlarını karşılaması için dahi sola ihtiyacının olduğunu ortaya çıkaracaktır.
Yeniden hatırlamakta ve hatırlatmakta yarar var; tüm bu mücadele konularının bütünsel bir politik programın parçalarıdır. Bazı dönemler bu konuların biri ya da bir kaçı öne çıkıyormuş gibi algılansa da sürekliliği ve çeşitliliği korumak zorundayız. Üstelik; savaşa, kamusal alanın tasfiyesine karşı ve Kürt sorununda demokratik çözüm temelinde oluşacak asgari bir politik program, solun önümüzdeki dönem fazlasıyla ihtiyaç duyacağı birlik zeminini oluşturabilir. Böylesi bir ç
aba, pragmatik birlikler oluşturma kültürünün yerine asgari politik programlar üzerinden çalışmaları kurma anlayışına da hizmet edecektir.
Bu makale aynı zamanda Halkın Sesi gazetesinin 14. sayısında da yayınlanmıştır