Mezopotamya sınırlarının etrafında yer alan ve topraklarının insanlığa kattığı büyük kültürel birikimler ekseninde oluşan, Lübnan’ı izah etmeye çalışalım. Lübnan, coğrafi olarak Doğu Arap ile Batı Arap ülkeleri arasında ki giriş kapılarının merdiven başı olduğu gibi, Ortadoğu’nun da köşe taşlarında birini oluşturur. Ortadoğu’nun köşe taşlarından birini oluşturan Fenikler diyarı Lübnan, karmaşık yapısı ile birçok din, inanç, […]
Mezopotamya sınırlarının etrafında yer alan ve topraklarının insanlığa kattığı büyük kültürel birikimler ekseninde oluşan, Lübnan’ı izah etmeye çalışalım.
Lübnan, coğrafi olarak Doğu Arap ile Batı Arap ülkeleri arasında ki giriş kapılarının merdiven başı olduğu gibi, Ortadoğu’nun da köşe taşlarında birini oluşturur. Ortadoğu’nun köşe taşlarından birini oluşturan Fenikler diyarı Lübnan, karmaşık yapısı ile birçok din, inanç, topluluk ve cemaatin yanı sıra, çeşitli dilleri konuşan etnik toplulukları da bir arada barındıran mozaik bir ülkedir. Söylentilere ve rivayetlere göre, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi belli başlı bir çok din, buradan doğup dünyaya yayılmıştır. Yani Lübnan Arap çoğunluğun yanı sıra, Hıristiyan (Maruniler), Yahudiler, (ve Türklerin dinsiz olarak gördüğü) Dürziler, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Fransızlar, İtalyanlar vs. gibi çeşitli cemaat ve toplulukların bir arada yaşadığı bir ülkedir. Ortadoğu’nun ortasında yer alan Lübnan’ın, küçük bir adaya benzemesinin yanı sıra, belli başlı bütün inanç ve dinleri bağrında barındıran ve dini değerleri kültürel yapısında taşıyan bir ülkedir. Bu vesileyle Arap ve diğer bölge uzmanlarının bu ülkeyi tam olarak irdeledikleri de söylenilememektedir.
Zira, bu ülkenin jeostratejik ve jeopolitik konumu kavimler, cemaatler ve toplulukları ile hem Batı merkezlerinin hem de Ortadoğu ülkelerinin ilgi odağı haline gelmiştir ve aynı zamanda herkes kendi çapında bu ülkede örgütlüdür. Yani ajanların, Mitlerin, Mossad’ların CIA’ların ve bil-cümle İstihbarat örgütlerinin cirit attığı bir yerdir Lübnan. Lübnan Ortadoğu coğrafyasının diğer ülkelerine nazaran küçük hatta Bahreyn’den sonra bölgenin en küçük bir ülkesi olup, 10.500 kilometre karelik alanı ile hem Batı hem de Ortadoğu ülkeleri açısından hassas bir noktada bulunuyor. Sınır boylarının kısalığı ve yüz ölçümünün darlığı nedeniyle önemli stratejik noktaların birbirine yakın olması bu ülkeyi iki yüz yıla yakındır diken üzerinde yürütmektedir.
Akdeniz kıyılarına uzun bir şerit seklinde uzanmış olan Lübnan, denize açılan irili ufaklı limanlarıyla önemli bir stratejiye sahiptir. Lübnan, Doğusu ve Kuzeyi ile Suriye, Güney yakasından Filistin, İsrail ve Batı yakasından Akdeniz suları ile çevrili, Kıbrıs’a 200 Km gibi uzakta olup (deniz yoluyla) üç koldan Kıbrıs’a girişi olan bir ülkedir. Lübnan’ın bu özelliği ve Akdeniz’in açık kıyılarına açılan jeopolitik konumu tarih boyunca batılıların Ortadoğu’ya giriş kapısı olarak görülmüştür. Napolyon 1700’lerin sonunda ki Mısır işgalinden sonra, talancı işgal ordularıyla Ortadoğu’ya yönelirken, Akka (Filistin) kuşatmasının ertesinde Lübnan’a girerek, oradan da Suriye’yi işgal ederek bölgeye hakim olmaya çalışmıştır. Böl ve yönet siyasetinin mimarisi olan Fransızlar, yerleştikleri Ortadoğu’da ilk olarak kavim, cemaat ve mezhepleri birbirine düşman etme politikası izlemişlerdir. 1800’lere doğru Fransız’lar ve diğer sömürgeciler Ortadoğu’yu işgal ettiklerinde, her alanda topluluklar arası nifakı körüklemiş, Lübnan’da da cemaat, kavim ve mezhepleri bir birine düşürerek Maruniler ile Dürzilerin kanlı kavgalı çatışmalarına sebep olmuşlardır. Batı emperyalist merkezlerinin böl ve yönet politikası zeminlerinin en çok yer edindiği ülke ise, Lübnan’dır. Örneğin Fransızlar sömürgeleri süresince Suriye’de böl ve yönet politikasını pek tutturamazken, Lübnan’ı işgal eden batılı güçler, buradaki cemaat ve toplulukları birbirine düşürerek, istediklerini elde etmiş ve burada sürekli bir çatışma alanı yaratmışlardır.
Hatta bugünki cemaat ve toplulukların arasındaki birçok husumetin nedenlerinden birinin de, Batılıların birbirini destekleyip Lübnan üzerinde söz sahibi olmak istemeleri ve dolayısıyla Lübnan halklarını hiçe sayması olduğu söylenebilir. Napolyon Ortadoğu’yu istilaya yöneldiğinde işgal ordularının yanı sıra binlerce de istihkamcı, Arkeolog, yazar çizer ve kadrolar ile bölgeye yerleşmeye çalıştı. Fransızlara bu çıkarmada olduğu gibi 1. Dünya Savaşı yıllarında da Maruniler yardım ettiler. Maruniler Napolyon’a yaptıkları yardımın karşılığı olarak Osmanlı topraklarına ait olan Lübnan’da, 1862’de özerk konum elde ettiler.
1. Dünya Savaşı’nda Osmanlıların yenilmesi için Fransızlara yardım eden Maruniler, Batılıların desteği ile egemenliklerini pekiştirmeye çalıştılar. Fransa, Marunilerin bu yardımından dolayı, 1943’te Batılıların himayesi altında Suriye ve Lübnan arasında meşruluk kazanan Ulusal Pakt (El Misak El Vatani) anlaşmasının gereğince, ülkeyi en tepeden yönetme hakkını Marunilere devrettiler. 1943 Anlaşmasının Anayasa’sının halen geçerli olduğu Lübnan’da, anlaşma gereğince en geniş yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanlığı Maruniler’indir. Ülkenin Başbakanı Sünnilerin ve Meclis başkanlığı ile bazı bakanlıklar ise Şiilere ve Dürzilere tayin ediliyor.
Yani ülkenin en tepesinde Maruni egemenliği, onun altında Sünni kesimi ve en alt sırada da Şiiler ve Dürziler yer almaktadır. Bu yönetim biçimi ve kuralı halen bugünde ülkenin siyasi sisteminde geçerlidir.
Marunilere tanınan bu tepeden yönetme hakkı, 1958 iç savaşında Arap milliyetçilerin tepkisine neden olmuş, Arap milliyetçilerinin öncülüğünde ayaklanmaya çıkmıştı. Arap milliyetçiliğinin eksenine aldığı bu ayaklanma, ülkenin Maruni-Sünni egemenliğine ve gerici yönetimine karşı, siyasal dengeleri yoksullar lehine değiştirmeyi de hedeflemişti. Ancak Batı merkezlerinin müdahalesi ile var olan statü korundu ve sistemin bu statüsünün günümüze kadar devam etmesi sağlanmış oldu.
Dışta yayılmacı, içte ırkçı olan İsrail devleti, çeperini genişletme hareketini resmi düzeyde 1948’de hızlandırdı. Siyonist İsrail rejimi aynı yıl içinde hem Filistin’e hem de Lübnan’a yönelik işgal hareketini başlatarak Güney Lübnan’ın bir bölümünü istila etti. Bu süreçten sonra belirli aralıklarla komşu toprakları üzerinde işgal hareketini sürdüren İsrail, 1967 İsrail-Arap savaşında en büyük istilayı gerçekleştirdi ve Güney Lübnan’dan büyük bir parça daha kopardı. 1967 İsrail-Arap savaşının getirdiği siyasi istikrarsızlık genel anlamda 70’li yıllardan sonra İsrail-Arap çekişmesine odaklandı ve Lübnan’da bildiğimiz on beş yıllık iç hesaplaşma süreci başladı. Lübnan’da resmi nüfus sayımı 1932 yılından bu yana halen yapılmadığı için, resmi nüfusun bugün 3.5 ile 4 milyon olduğu tahmin ediliyor. Bunun % 27’si Hıristiyan ve % 63’ü Müslüman topluluğu ve geriye kalanın da Yahudi ve diğerlerinden olduğu varsayılıyor. Her ne kadar 1932 yılında yeni bir nüfus sayımının yapılması istenmişse de bu durum Marunilerin azınlıkta kalma korkusuyla yapılmamıştır. Ülkedeki Maruni-Sünni egemenliğinden rahatsız olan Şiiler, Dürziler ve diğer cemaatler 70’li yıllarda çeşitli sol, milliyetçi ve komünist örgütlerde hızla örgütlenerek, Maruni-Sünni egemenliğine karşı mücadele başlattılar. Ülkenin aşağı yukarı % 40 gibi bir nüfusuna sahip olan Şiiler, parlamentoda nüfusa göre adil bir temsil hakkı istiyorlardı. 1975 iç savaşının çıkış nedenlerinden biri de bu. Bu hesaplaşma, Suriye’nin tarafları bir araya getirerek Ekim 1989 imzallattığı El Taif anlaşmasına kadar sürdü.
İsrail 1978’lerden sonra, bu ülkeye yönelik dört büyük operasyon gerçekleştirdi ve her defasında da bir isim taktı. 1982 Elcelil operasyonu olarak bilinen, kasap Ariel Şaron’un yönettiği havadan ve karadan bu savaşta, Güney Lübnan’ın büyük bir bölümü işgal edilerek, İs
rail sınırlarını 20 km Lübnan içine taşıdı ve Beyrut 2.5 ay kuşatma altında kaldı. 12 Temmuz 2006 İsrail-Lübnan savaşında olduğu gibi, o dönemde de ABD, İngiltere ve Fransa tarafından desteklenen İsrail, “Bu (1982) saldırının amacının FKÖ militanlarını Lübnan’dan temizlemek, Lübnan’a Hıristiyan bir Cumhurbaşkanı getirmek ve Falanjistleri iktidara taşımak olduğunu” ileri sürdü. İsrail Lübnan’a yönelik sürdürdüğü bu savaşta Tel Zaatar, Sabra ve Şatilla mülteci kamplarına saldırarak binlerce savunmasız sivili katliamdan geçirdi, FKÖ’nün merkezini ve Arafat’ı Beyrut’tan uzaklaştırdı.
İsrail işgaline karşı Hizbullah da bu süreçte Baalbek-Hermel gibi Güney bölgesinde şekillendi ve kendilerini Ayetullah Humeyni ve İran İslam devriminin izleyicileri olarak adlandırdılar. Örneğin, “Humeyni 1983`te Amerika’nın Lübnan`daki utanç verici işgaline son verilmesini isteyince, Beyrut`taki patlayıcı yüklü kamyonun infilak etmesi sonucu, 241 Amerikalı ve 58 Fransız askeri ölmüştü” (Aktaran Faik Bulut, İslamcı Örgütler). Bu eylem Hizbullah’ın gelişip büyümesinde bir çığır açtı. 1983 ile 1985 arası Batılı ve İsrail güçlerine karşı art arda gerçekleşen eylemler Hizbullah’ı ülkenin savunan güçü haline getirdi. Dönemin Hizbullah liderlerinden, Seyyid Abbas Musevi bu eylemlere yönelik, o dönemde devam eden Irak-İran savaşına gönderme yaparak; “İran’a dayatılan savaşta Baasçılara ve batıya karşı İranlı gençlerin mücadele yöntemi Lübnan’lı Müslüman gençlerin şehit olmalarına örnek oldu ve 1200 kg patlayıcı ile Müslüman bir gencin düşmana saldırmasına şaşmamak gerekir” diyordu. Hizbullah, 6 Ocak 1984’te Lübnan İslami direniş hareketi olarak kuruluşunu ve 16 Şubat 1985’te kimliğini, stratejisini, ideolojik hedefini açıkladı. Hizbullah hedefinin, “Siyonist rejimi Lübnan’dan geri çekilmeye zorlamak olduğunu” söylüyordu. Bu vesileyle de Hizbullah tipik bir ulusal kurtuluşçu örgüttür. Bu örgütün eylemlerine yönelik dönemin İsrail Başbakanı İzak Rabin, “İsrail saldırıları Şii devinin ortaya çıkmasına sebep oldu” demişti. İslamcı örgütler 80’li yıllardan sonra İsrail işgaline karşı direnirken, Güney ve Kuzey Lübnan’da diğer siyasi sol-milliyetçi ve komünist güçlere karşı acımasız saldırılarla, örgütlenmelerini engelleyerek birçok bölgede yaşam hakkı tanımadılar. Hizbullah ve diğerlerinin kuruluş gerekçeleri her ne kadar İsrail’e karşı savaşmak olsa da, Arap milliyetçiliğine, sol ve komünist güçlere karşı da mücadele etmekti.
Geçtiğimiz günlerde Beyrut’ta yapılan Hizbullah ağırlıklı mitingde konuşan Hassan Nasrullah, hem içe hem de dışa yönelik bir çok tehditleri içeren ifadeler kullanıyordu. Tıpkı 2002’de Fransa’yı hedef alan Bint Cubeyl konuşmasında olduğu gibi, bu kez de Almanya’nın İsrail’e karşı vebalını ödeme babında bölgeye asker göndermesine gönderme yaparak “hiçbir güç bizi silahsızlandıramaz” diyerek bölgeye giden NATO askeri güçü eleştiriyordu. İçte ve bölgede işe, Arap rejimlerine yönelik “Kudüs’ü korumakla koltuğu korumak arasında kalınırsa Kudüs’ü bırakıp koltuğa yapışıyor” diyordu. İçe yönelik ise, “bizim hedefimiz Lübnan’da temiz bir hükümetin kurulması” ve “eğer Lübnan devleti, hükümeti ülkeyi ve milleti koruma görevinde kusur gösterirse, 1982’de olduğu gibi halk ikinci defa sorumluluğu üstlenecek” ve ayrıca “kim Lübnan’da federalizmden söz ediyorsa İsrail’in sözünü söylüyor demektir” diyordu. 1982 savaşında Rafik Hariri gibi kimi şahısların o dönemde savaş ganimetçisi olarak palazlanmalarına karşı da uyarılarda bulunan H.Nasrullah, “onurumuz için yıkılan evlerimizin heder edilerek yapılmasına izin vermeyiz. Midelerimizin onurumuz bahanesiyle dolmasına izin vermeyiz. Bu çerçevede herkesten yanlış planlar içerisine girmemelerini istiyorum” diyordu. Bu söylemler bazında şu son günlerde, Hizbullah lideri Hassan Nasrullah’ın Arap ilericiliğinin öncülüğüne oynadığı yönündeki değerlendirmeler, Hizbullah’ın ideolojik doğrularına ters olduğu gibi, düşünce olarak da doğruları yansıtmıyor. Çünkü H. Nasrullah’ın ve diğer İslamcıların ideolojik temellerinde sosyal ve sınıfsal bir aidiyet yok. Aksine ilerici karşıtı, gerici bir sistemin vizyonunu sürdürmektedirler.
Öte yandan İsrail saldırıları karşısında, ülkenin savunulmasının sadece Hizbullah’a mal edilmesi ise doğru değildir. Tersi İsrail saldırısına karşı 1982’den bu yana var olan “halk direniş cephesi”nde yer alan sol güçler, İsrail’in saldırılarında imkan ve olanakları dahilinde cephede direnmişlerdir. İsrail’in geçmiş saldırılarında olduğu gibi, bu saldırıda da Lübnan komünistlerinin yanı sıra, sol ve milliyetçi güçlerde halk direniş cephesinde yer alarak çarpıştılar. Zira Lübnan Komünist partisi Genel Sekreter yardımcısı Saadallah Mazraani’nin, söylemiyle, Lübnan komünistleri geçmiş direnişlerde olduğu gibi, İsrail’in bu son saldırısında da direnişin ön saflarında çarpışarak 13 savaşçısını şehit vermiştir.
Özetle, İsrail’in batı emperyalist devletlerden aldığı sınırsız mali ve askeri destekle Lübnan’a yönelik sürdürmüş olduğu 33 günlük yoğun hava ve kara savaşında Beyrut başta olmak üzere, ülkenin yer altı ve yerüstü sistemi alt üst edildi ama, “sınırlarını yeniden çizme” düşüncesi tutmadı. Yani savaşın birinci evresi (işgal) başarısız geçti ve Condoleezza Rice’nin söylediği “yeni bir Ortadoğu” şu an doğmadı ama bu emelleri de sona ermedi.
Çünkü Siyonist ideolojiye göre, Allah katında! Kendilerine hediye edilmiş toprakları savaş yoluyla ele geçirme hakkının olduğunu iddia ediyorlar. İsrail bu savaşta işgal babında istediği randımanı alamadı ama, Ortadoğu’ya NATO’nun yerleşmesini sağladı. Her ne kadar İsrail içte siyasal krizlerle boğuşsa da bu savaşta yenilmiş anlamına gelmiyor. Çünkü İsrail’in elinde güçlü bir silah var: “İsrail devletinin saldırgan politikasını kim yargılamaya çalışırsa, o anti-semitistir!”.