Nice alametler belirdi. Vakit geldi besbelli. Yürek ağızda bekliyoruz, Genelkurmay Başkanı’nın bugün yapacağı fanfarla duyurulan konuşmasını. Her şey doğal akışında bitkin bir alışkanlıkla sürüyormuş gibi yapanlar var hâlâ. Başbakan, yine seviyeli gazetecileri o bildik uçağa, aynı düzende toplamış, “Tank sesi devri kapandı, artık Avrupa Birliği süreci var” demiş. Üstünde alışık olmadığımız bir barışmaya hevesli oğlan […]
Nice alametler belirdi.
Vakit geldi besbelli. Yürek ağızda bekliyoruz, Genelkurmay Başkanı’nın bugün yapacağı fanfarla duyurulan konuşmasını.
Her şey doğal akışında bitkin bir alışkanlıkla sürüyormuş gibi yapanlar var hâlâ.
Başbakan, yine seviyeli gazetecileri o bildik uçağa, aynı düzende toplamış, “Tank sesi devri kapandı, artık Avrupa Birliği süreci var” demiş. Üstünde alışık olmadığımız bir barışmaya hevesli oğlan çocuğu hali; nadanlığından, nobranlığından eser yok. Yine hepimize geçmiş hayali mahallelerimizden sevgiyle andığımız delikanlıları hatırlatıp burnumuzun direğini sızlatıyor. Onların başbakan da olsa büyüklerine ‘abi’ diye hitap edeceğini bilirdik. Erdoğan da ‘Hasan abi’siyle sevgili kardeşlerine anlatıyor. İrtica tehlikesi safsatadır, diyor. İran olmayacağız, diyor. Ezcümle, görecek güzel günler var daha, diyor.
Öte yandan aynı gün, ağardıkça gözünü son kırıntılara dikmiş olan ebedi baba, ölümsüz ak baba, içinden ‘İşte, ilelebet bir tek ben payidar kaldım’ sayıklamasını geçirerek şu an içinde bulunduğumuz durumu, yani malûmu, görmezden gelenlere ilam ediyor. Zamanlaması mükemmel elbet. Çünkü o bir ‘ilelebet’.
O konuşunca devletin sesine kulak verdiğimizi biliyoruz. Diyor ki, “Türkiye’de çok yüksek seviyede bir tartışma açılmıştır; Türkiye’nin nitelikleri tekrarlanmaktadır.”
Elbet bununla kalmıyor. Bu memleketin halkı olarak zincirlerimizin uzunluğunu da bir güzel hatırlatıyor: “Askerler konuştuğunda, söylediklerine dikkat etmek ve ciddiye almak lazım.” Ve konuşmasını, Hakkâri’de tugay mensuplarının nümayişe kılıf şehri temizlemeleri hakkındaki düşüncesini soranlara, darbımesel olacak sözlerle noktalıyor:
“Sokakları pis görmüşler, temizlemişler. Onu büyütmeyin.
Bütün mesele, askerin sokakları temizlemek zorunda kalmamasıdır. Askeri sokakları temizlemek zorunda bırakmayacaksınız.”
Doğru. Bu millet, Hakkâri’de geçtiğimiz hafta Dağ Komando Tugayı’na mensup askerlerin, komutanlarının nezaretinde, eş ve çocuklarını da yanlarına alarak, ellerinde ‘Belediye Başkanı, bölücülük yapma! İşini
yap!’ yazılı pankartlarla sokakları temizlemesi hakkında ne hissedeceğine bir türlü karar veremiyor.
Çoğu yorumcu, Demirel gibi olayın adını da koyamadan, bunun abartılması gereksiz, hatta neredeyse doğal bir vatandaşlık gösterisi
olduğu konusunda yazılar döktürdü. Nümayişçi temizlikçilerin sivil giyimleri, altı çok çizilen bir noktaydı. Hakkâri’yi çöp götürüyordu. Kürt belediyeler işleri savsaklıyordu.
Devlet memuru vatandaşlar da vatandaşlık inisiyatifi göstererek, üniformalarından soyunup paçaları sıvamıştı. Kimi coşkulu zevat yılışık bir hazırcevaplıkla, ‘Her zaman da tank yürütülmez ki’ diyesi oldu.
Onlar da ak babaları gibi lafı gediğine oturtmuştu işte.
Bu eylemin doğal, anlaşılır, kabul edilebilir gösterilmesi çabası altında yatanı gayet iyi biliyoruz. Savaş sözcüleri, yoluk şahinler, gönüllü devlet müsteşarları, seçilmiş siyasilere karşı askerin bu gövde gösterisini elbette meşrulaştırmaya çalışacaktır. Bölücünün önde gideni olan bu güruh çoktandır hazırolda, komut bekliyor zaten. Meclis’ten kim böyle bir eylemin demokrasiyi, Meclis’i, milletin vekillerini, milleti tehdit eder bir davranış olduğunu dile getirebilir?
Pekiyi bu nümayiş hukuki bir soruşturmadan geçecek mi?
Savcıyı dışarıdan mı getirteceğiz?
Komutanlar susmuyor
Demirel’in çaldığı gonga bakılacak olursa bir kez daha askeri sokakları temizlemek zorunda bıraktık. Memleket yine bir ‘mıntıka’ olarak tanımlanmış, emir-komuta zincirine vurulmuş durumda.
Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ ve Hava Kuvvetleri Komutanı Faruk Cömert’in ardından, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Yener Karahanoğlu da konuştu iki gün önce.
İlker Başbuğ, bir yazısında şöyle demişti: “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni başka ülkelerin ordularıyla karşılaştırarak farklı sonuçlar üretmeye çalışan bu kesimler, Türk toplumunun tarihini de gerçeklerini de bilmeyenler ya da kendilerine yabancılaşmış olanlardır.” Başbuğ, ordunun bir taraf olduğunu ve olmaya devam edeceğini de ısrarla vurguladı.
Faruk Cömert, geçenlerde bir konuşmasında, “İrtica ve terörü besleyen farklı yaklaşımlar ulusumuzu felakete götürür. Çatı yıkılırsa herkesin altında kalacağı bir son kaçınılmaz olabilir” diyordu.
Paşaların mikrofondan uzak kalamaması, sürekli seferberlik çağrısında bulunması, Demirel’in uyarısına gerek yok, elbette ciddiye alınması gereken bir durumdur. Fakat ak babanın tepemizde bitivermesiyle biraz gecikmiş olduğumuz hissine kapılmadan edemiyoruz.
Türk ordusunun farklılığı, görev ve selahiyet alanının gerçekten de dünyanın hiçbir ordusuyla ölçülemeyecek kadar geniş olması, üçlünün sonuncusu Karahaoğlu’nun da vurguladığıydı. AB’nin TSK’nın siyasetteki ağırlığı konusundaki eleştirilerine, TSK’nın geri çekilmesi gerektiğine yönelik uyarılarına karşı öfkeliydi. O hiç eskimeyen ‘iç ve dış mihraklar’ tekerlemesiyle alacak olanlara gözdağı dağıtıyordu. Avrupa Birliği uğruna Türk Silahlı Kuvvetleri kendisinden istenilen tavizleri vermeyecekti. Karahanoğlu, TSK’nın milletin kendisine kanunla verdiği bu görevi her koşulda yerine getirdiğini ve bundan sonra da tereddütsüz her koşulda yerine getireceğini, kimi iç ve dış mihrakların Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak için işbirliği halinde saldırılarını yoğunlaştırdıklarını belirtiyor, “Sonlarını kendileri hazırlayan bu zavallılara biz sadece acıyoruz. Bu mihraklar, ya onlar bu ülkeyi terk edecekler ya da Anadolu denizinde boğulacaklardır” diyordu.
Sivil kalanlara
Türkiye’nin ‘stratejik konumunun’ farklılığı sonucu onyıllardır tuhaf ve benzersiz bir demokrasi dili üretmeye çalışan muktedirler hâlâ ortada.
Şimdi, yüksek rütbeli askerlerimiz de Türk ordusunun bildiğimiz ordulara benzemeyen yapısından, milletin ve kanunların gözünde farklı konumlanmışlığından dem vurarak artık bu AB masalından vazgeçmenin zamanı gelmiştir buyuruyor.
Gerçekten de sözlerine bakılacak olursa, doğruluğundan asla kuşku duyulmaması gereken, duyanların denize dökülmeyi hak ettiği
gerçekler, onların şapkalarının altında. Bütün sosyal bilimcilere sosyoloji, bütün tarihçilere tarih, bütün siyasetbilimcilere
siyaset öğretecek kadar yeterli buluyorlar kendilerini. Bununla da kalmıyorlar. Meclis’in vermesi gereken kararlar konusunda da
en ufak bir geri çekilme sezilmiyor sözlerinden. Meclis’in yükünü hafifletiyorlar. Meclis adına kararlar alıp onları tebliğ ediyorlar.
Bu da gerçekten demokrasi iddiasıyla tanışmış hiçbir ülkenin ordusunda görülmeyen bir genişlik.
Siviller ve sivil kalmak isteyenler için yine çok sancılı günler kapıda. AKP iktidarının Şemdinli yenilgisiyle birlikte iyice hızlanan uğursuz bir döneme girdik. Avrupa Birliği konusunda beklenmedik adımlar atan, demokrasi mücadelesi verebileceğine neredeyse herkesi inandırmış hükümet aslına rücu etti işte. Hâlâ şuncacık hicap etmeden ona buna postal yalayıcısı diye hakaret yağdıran sözcüleriyle birlikte tarihimizin karanlık bir sır kasasına karşı hazırolda selam durdular.
Siyaset alanı aynı damardan ikiye çatladı. Durumun vahametini düşünün ki şu aralar demokrasi adına en doğru çıkışları Mehmet Ağar yapıyor.
AKP, milliyetçilik yarışında Faşist-Kemalist sentezle at başı gidiyor. Bize kalansa oturup tarafı olmadığımız bu be
rbat yarışın izleyicisi olmak.
CHP ve dadaş Baykal, çavuşluktan onbaşılığa terfi etti. Çoktan tezkere bıraktı. Son umudunun Türklük pazarında kendine açmış olduğu tezgâh olduğuna iman ettiğinden beri frenleri tutmuyor. Kemalist-faşist blokta kendine biçtiği konum, ordusunun desteği, Allah’ın izniyle Başbakanlık. Hatta Başkanlık. Hatta Büyük Şeflik.
Dindar milliyetçiler mi faşist milliyetçiler mi, fark etmiyor.
Korkutucu olan, milliyetçilik dışında bir dile temsil, dolayısıyla hayat hakkı tanınmamasıdır.
2 Ekim 2006