Yeni-muhafazakâr fantezilerde ABD artık bir imparatorluktu, 21. yüzyıl ona ait olacaktı. Son gelişmelere, örneğin Kuzey Kore’nin ABD’nin tehditlerine aldırmadan bir nükleer patlama gerçekleştirmesine bakarak, bu “imparatorluğun yüzyılı” çok kısa sürecek diye düşünüyorum. Vazgeçilmezlikten yetersizliğe Soğuk savaş sonrasında, tek süper güç olduğuna karar veren ABD yönetimleri, Kissinger‘in deyimiyle, dış politika doktrininde ortaya çıkan “paradigma sorununu” aşmaya […]
Yeni-muhafazakâr fantezilerde ABD artık bir imparatorluktu, 21. yüzyıl ona ait olacaktı. Son gelişmelere, örneğin Kuzey Kore’nin ABD’nin tehditlerine aldırmadan bir nükleer patlama gerçekleştirmesine bakarak, bu “imparatorluğun yüzyılı” çok kısa sürecek diye düşünüyorum.
Vazgeçilmezlikten yetersizliğe
Soğuk savaş sonrasında, tek süper güç olduğuna karar veren ABD yönetimleri, Kissinger‘in deyimiyle, dış politika doktrininde ortaya çıkan “paradigma sorununu” aşmaya çalışırken imparatorluk refleksine doğru yönelmeye başladılar. Örneğin: “Rakip güçlerin yükselmesini engellemek gerekir” Wolfowitz, I. Bush), “ABD vazgeçilmez ülkedir”, “Kullanmadıktan sonra bu kadar büyük bir ordu beslemenin anlamı ne?” (Clinton dönemi, Albright), “Dünyada, küresel çıkarları olan tek ülke ABD’dir” (Rumsfeld,QDR-2001)
11/09 saldırısı, çöken İsrail-Filistin barış süreci, Afganistan ve Irak‘ta rejim değişiklikleri, Rusya çevresinde ‘renkli devrimler’, İsrail’in Hizbullah‘ı yok etme operasyonu, İran krizi, Kuzey Kore‘nin nükleer denemesi derken şimdi yukarıdaki saptamaları ileri sürenlerin öngördüklerinden çok farklı bir dünyayla karşı karşıyayız.
Örneğin rakip güçlerin yükselmesini engelleme projesinin sonuç verdiğini söylemek olanaksız. Aksine ABD, “arka bahçesinde”, Latin Amerika’da etki kaybı yaşarken Rusya, ABD’nin çıkarlarını, arzularını hiçe sayarak Ukrayna ve Gürcistan’a yaptığı baskılarla, Avrupa ile kurduğu enerji ilişkileriyle, artık bir “enerji süper gücüdür”. Rusya bu gücü hızla kendi çevresinde, Avrupa üzerinde siyasi etkiye tahvil etmekte, bu sırada ekonomisini, askeri gücünü restore etmektedir. Bu arada Çin, ABD ve Asya ekonomileri için “vazgeçilmez ülke” konumuna yükselmiş, bölgesinde bir jeopolitik çekim gücü oluşturmuştur. Dahası bu iki ülkenin, artık enerji piyasalarından silah piyasalarına, Çin’in durumunda, Latin Amerika’dan Afrika’ya, uluslararası yatırımlara, ticari anlaşmalara, enerji tedariki ve yollarına kadar özgün küresel çıkarları oluşmuştur. Artık ABD, “küresel çıkarları olan tek ülke” değildir.
ABD, artık, dünya ekonomisinin istikrarı, İran ve Kuzey Kore gibi yerel krizler bağlamında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin’in desteğine, hatta inisiyatifine gereksinim duyuyor. Bu gereksinim, stratejik analiz ajansı Stratfor‘un altını çizdiği gibi İran, Gürcistan ve Kuzey Kore krizlerinde, ABD’yi, kendini kısıtlamaya zorluyor. Diğer güçlerde ise, ABD’nin uluslararası krizlerde, artık iradesini dayatmakta yetersiz kalabildiğine, onun manevra alanı daralırken kendilerininkinin genişlemekte olduğuna yönelik bir algı güçleniyor. Bu algı, önemli bir gerçeklik payı içermekle birlikte, risk yönetimi hatalarına, büyük güçler arası gerginliklerde ani tırmanmalara yol açabilecek bir konjonktürün de habercisidir.
‘Sürekli barış’ için ‘sürekli savaşta’ son durum
11/09 saldırısının ardından Bush yönetimi dünyayı iki kategoriye ayırdı: Bir tarafta, El Kaide, Afganistan, Irak, İran, Kuzey Kore, sonra Hamas, El Fetih, Hizbullah ve Irak’taki direnişçilerden oluşan “Islamo-faşistler”, diğer tarafta ABD’nin yanında olanlar. Ve gündemde terorizme karşı, “sürekli barışa” ulaşana kadar “sürekli savaş”. Ancak ne kimsenin bu “garip” saflaşmaya ne de, Azmi Bişara‘nın bu ay Le Monde Diplomatique‘te dikkat çektiği gibi bu, ancak ölümle çözümlenebilecek “sürekli barış” için “sürekli savaş” çelişkisine aklı yattığından, Bush yönetimi de uluslararası alanda giderek yalnızlaştı.
“İstekliler koalisyonu” giderek küçüldü, nihayet gecen hafta İngiltere Genelkurmay Başkanı da, hükümetle bir siyasi krizi göze alarak Irak’tan çekilmek istediklerini açıkladı.
Ancak bu yalnızlaşmanın kökünde, bence Bush yönetiminin “sert gücü” doğru kullanamaması ve “yumuşak gücüne”de yeterince başvurmaması gibi bir “yanlışlık” değil, yapısal sorunlar var. Örneğin, bu ikilemin, “Holywoodlaştırılmadan” önceki haline, Antonio Gramsci‘nin hegemonya kavramına bakarsak, “yumuşak gücün”, öyle istendiğinde raftan alınarak kullanılacak bir alet değil, bir devletin/sınıfın belli (ekonomik, kültürel, diplomatik) kapasitelerine ilişkin bir kavramdır. ABD’nin bugün “yumuşak gücü” yeterince kullanamıyor olması bir tercihten değil, bu güce enerji veren kapasitelerinin artık çok zayıflamış uluslararası, göreli güç ilişkilerinin değişmekte olmasından kaynaklanıyor.
“Sert gücün” beklenen sonuçları üretemiyor olmasının da iki nedeni var. Birincisi, ABD’nin “sert gücü” de özelikle yeni muhafazakâr “teolojinin” benimsediği “yaratıcı yıkım”, “denetimli istikrarsızlık”, sürecini kontrol altına alabilecek, mali kaynaktan, yeterli personel sayısından ve teknolojik olanaklardan yoksundur. Bu yüzden, Afganistan’da, Taliban direnişi geri gelmiş, Hikmetyar yeniden güçlenmiş, sürece aşiret reisleri, uyuşturucu üretimi ve ticareti de eklenmiştir NATO da tüm çabalarına karşın bir sonuç alamamaktadır (The Nation,12/10). Irak’ta, küçük çaplı bir soykırıma rağmen, (655 bin kişinin ölümünü başka nasıl niteleyelim) direniş giderek gelişti, güvenlik ortamı, kukla yönetimin yolsuzlukları, çeteleşme, etnik dini çatışmalar, hesaplaşmalar, İslami terorizmle iyice karmaşıklaştı: Şimdi ABD bu topraklarda ne kalabiliyor ne de gidebiliyor; kanamaya devam ediyor. Somali’de, ABD’nin desteklediği güçlerin, İslamcı güçler karşısındaki yenilgisini, Lübnan’da, İsrail’in stratejik caydırıcılık konseptine büyük darbe vuran Hizbullah direnişini de ABD’nin yetersizlikler listesine ekleyebiliriz.
Üstelik, “Sürekli savaş”, Ortadoğu, Afganistan ve Afrika hinterlandından, Avrupa’nın büyük kentlerindeki gettolarda yaşayan hoşnutsuz, mutsuz ve umutsuz Müslüman geçliğin arasına sıçramaya, Bush’un “terorizme karşı” savaş sürecinde yanında tutmaya çalıştığı ülkelerin siyasi istikrarlarını tehdit etmeye başladı.
Ben, bu nedenlerle, Stratfor‘un direktörü Friedman‘ın “Irak ve Afganistan ABD’nin savaş kapasitesinin büyük bir kısmını emerek başka bir yerde askeri operasyon kapasitesini sınırladı. Bir iç siyasi kriz de Bush yönetiminin opsiyonlarını sınırlıyor. Kasım seçimlerinin sonuçlarının belirsizliği de dışarıda güçlere risk alabilecekleri bir fırsat penceresi açtı”…
“Kuzey Kore de Washington’a karşı bir tavır almak için mükemmel bir zamanlama yakaladığını düşündü” saptamalarını iyimser bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Bu geçici, rastlantısal bir “fırsat penceresi” değil, yukarıda irdelemeye çalıştığım gibi yapısal özelliklerden kaynaklanıyor. Nitekim, Anatol Lieven‘in “Kuzey Kore bizim sorunumuz değil”…
“Bırakalım Çin ve Hindistan halletsin” önerisi (Los Angeles Times, 11/10), Yeni-muhafazakârların, Çin ve Kuzey Kore’yi dengelemek amacıyla, Japonya’yı nükleer silahlanmaya, Bush yönetimini de nükleer denemelere yeniden başlamaya davet eden yazıları (Jim Lobe, Interpress,12/10), Kuzey Kore’ye karşı caydırıcılık stratejisi benimseme önerileri (Financial Times i>12/10,Washington Post, Krauthammer, 14/10) bu yapısal özelliklerin bilinçlere çıkmaya başladığını gösteriyor. Sorun şu ki, birinci öneri bölgeyi Çin’in etkisine terk etmeyi kabullenmek, ikincisi de yeni bir nükleer silahlanma yarışının kapısını açmak anlamına geliyor. Uluslararası ilişkiler ortamında belirsizlikler, beklenmedik anlarda, kriz olasılıkları giderek artıyor.