İnsan iki ayağı üzerine dikeldiği günden beri yoğun olarak emek mücadelesinin içine girmiştir. Tarihin ilk dönemlerinde, doğanın çetin koşulları karşısında var olma çabası olarak biçimlenen emek mücadelesi, alet ve makinelerin üretim sürecinde yerini alması ve egemenliğin merkezileşmesine koşut olarak ortaya çıkan sınıflaşma ile daha karmaşık bir mücadele halini almıştır.Emeğin ve emekçilerin, sömürü denkleminden kurtulmak için, […]
İnsan iki ayağı üzerine dikeldiği günden beri yoğun olarak emek mücadelesinin içine girmiştir. Tarihin ilk dönemlerinde, doğanın çetin koşulları karşısında var olma çabası olarak biçimlenen emek mücadelesi, alet ve makinelerin üretim sürecinde yerini alması ve egemenliğin merkezileşmesine koşut olarak ortaya çıkan sınıflaşma ile daha karmaşık bir mücadele halini almıştır.Emeğin ve emekçilerin, sömürü denkleminden kurtulmak için, tarihin tüm aşamalarında mücadele ettiği bir gerçektir. Bu mücadele sömürü biçimleri karmaşık hal aldıkça giderek daha örgütlü ve siyasal zemine tekabül eden bir mücadele biçimine dönüşmüştür. Tarihsel izlek, emekçilerin sömürü zincirinden kurtulmak için yoğun bir mücadele geçmişi yaşadıklarını belgelemektedir. İşçi sınıfının bu mücadelesi sonucunda işçi devletleri kuruldu. Devrimin kendi kıyılarına yanaştığını gören metropol kapitalist ülkelerin hakim sınıfları, emekçi sınıflar ile “sosyal devlet” iktidarı paylaşmak zorunda kaldılar. Kapitalizmin 1950 den sonra kendini yeniden organize etmesini iyi okuyamayan emek iktidarları,iç yapılarında var olan çelişkilerin de etkisiyle giderek zeminlerini kaybetmeye başladılar. Pentagon patentli sendikal oluşumların bu süreci ters yüz etmede baş rol oyuncusu oldukları bilinen bir gerçekliktir. 1950 den sonra yeniden kurumlaştırılan Türkiye sendikal hareketinin de böyle bir amaçla organize edildiği sır değildir. İçinde mücadeleci bir damar bulundurması bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Emek iktidarlarını devirmek ya da etkisini sınırlandırmak için, emek örgütü olan sendikaları devreye sokan kapitalist sistem, organize ettiği bu sendikaları günümüzde potansiyel tehdit olarak algılayarak, devre dışı bırakmak için yeni projelerin peşine düşmüştür. Evrensel ölçekli neo-liberal,iktisadi sosyal proje bu konseptin adı olmaktadır. Uygulanan bu ekonomik-siyasi program bir yandan emek örgütlerini dağıtıp emekçileri atomize ederken, diğer yandan emekçilerde ortak mücadele etme fikrini kaçınılmaz bir zorunluluk hali olarak bilince çıkarmalarına zemin de sunuyor. Bu zemini sağlamlaştırmak için, sendikaların vakit kaybetmeden yeniden inşa sürecine girmeleri elzemdir. İnşadan kastım, yeni sürecin ekonomik-siyasal-psikolojik gereklerini karşılayan bir modeli yaratmaktır.
Emek alanında mevcut durum
Emek mücadelesinin çağdaş sendikal yapılar ile buluşması çok eskiye dayanmıyor.Emeğin 6 bin yıllık bir tarihinden bahsetmek mümkün iken, sendikal mücadelenin tarihi 300 yılık bir zamana dayanmaktadır. Sendika öncesi, komünler,loncalar vb kurumlaşmaları da bu sürecin birer parçası olarak değerlendirmek mümkündür. Bu mücadelenin toplumsal hareket halini alması hiç kuşku yok ki, komünist manifesto ile başlamıştır (1848).
Sendikaların tarih sahnesinde yerini alması, emeğin toplumsal mücadelesinde önemli bir eşiğin atlanması olduğu gibi, ironik bir şekilde emek mücadelesinin bürokratik bir sarmala girmesinin de başlangıcı olmuştur. Bu süreç bir yandan sermayenin azgın saldırılarına karşı verilen mücadele ile devam ederken diğer yandan sendikaların bürokratik aygıta dönüşmesine karşı iç mücadele olarak devam etmiştir. Günümüz gerçekliği içinde bu iki mücadelenin at başı yürütülmesi daha da önem kazanmıştır. Çünkü sendikalar, sistemin egemen kurumları ile giderek daha çok içli dışlı olmaya ve yasal mevzuatın çemberi içinde kendilerine yer açmaya çalışmaktadırlar. Emekçilerin istemlerinden çok sistemle uyumlu olmayı gözeten sendikalar bir yanıyla yarı resmi kurum hüviyeti kazanmışlardır. Sivil toplumculuğun teorik arka planı bu duruma ideolojik bir zemin sunmaktadır. Bir yandan, sendikaların sistemin yapı taşları halini alma yönüne evirilmeleri diğer yandan kapitalizmin dönemsel ihtiyaçları neticesinde uyguladığı yeni ekonomik ve sosyal politikalar sendikaları zora sokmakta ve daraltmaktadır. Sendikaları zora sokan 3 temel etkenin olduğu söylenebilir;
Bunları şöyle sıralayabiliriz
a) Uygulanan ekonomik ve siyasi programlar(yeni üretim biçimi) sorunu
b) Sendikaların iç işleyişi ve örgütlenme sorunu
c) Aşırı ulusalcı yaklaşım(şovenizm) sorunu
Bunlardan ilk ikisi genel bir sorun olarak karşımızda dururken; Sonuncusu, Türkiye gibi egemen ulus olgunsunun olduğu ülkelerde ortaya çıkan ve sendikaları çürüten sorunların başında gelmektedir. Bunlara kısaca değinerek, önermeleri yapmak istiyorum.
a- Uygulanan Ekonomik Programların Olumsuz Etkisi
Sermaye, yüzyılın başında istihdam yaratmaya dayanan üretim modelini benimserken, giderek istihdamı sınırlayan ve “az ücret-çok üretim” ilkesini ekonomik model olarak benimsemiştir. Yoğun teknoloji kullanımı üretim sürecinde aktif emek gücüne duyulan ihtiyacı azalttığı gibi, emek-ücret denkleminin emek aleyhine bozulmasını ve daha düşük ücretlerle daha fazla emek gücünden istifade etme avantajını sermayeye vermektedir. Bu politikanın uygulanırlığı için, sermaye; örgütlülüğü sınırlayan statüsü yasal metinle tanımlanmamış çalışanların çoğunlukta olduğu esnek istihdamı, üretim sürecinde başat bir model olarak ele almaktadır. Bu durum sendikaları zora soktuğu gibi, hali hazırda örgütlü çalışan kitlesi ile örgütsüz,geniş emekçi yığınlar arsında bir “çıkar” yarılmasını da ortaya çıkarmaktadır. Mevcut hakları, sermayenin yıkıcı saldırıları ile tehdit edilen örgütlü çalışan kitlesi ve sendikalar, geniş emek gücünü dışlayan “ayrıcalıklarını” koruma refleksine saplanıp kalma yanlışına düştükçe, sermayeye bulunmaz bir katkı sunmaktadırlar. Geçmişte, kayıt dışı üretim diye tanımlanan küçük ölçekli sanayi bölgelerinde devreye sokulan bu vahşi sömürü konsepti, giderek örgütlü çalışanların ağırlıkta olduğu endüstri tesislerinde de uygulanmaya başlandı. KİT’ler sürecini anımsarsak, uygulanmak istenen ekonomik modeli deşifre etmek yerine, emekçiyi vahşi politikayı uygulayanlarla aynı bayrak altında toplanmaya iten, millici bir savunu “KİT’ler vatandır, vatan satılamaz” ya da kuru,ajitatif, “özelleştirmeyiz” gibi bir yaklaşım esas alındı.Bunun neticesinde de sermaye kendi tercihini bu toz duman arasında bir güzel tahkim etmiş oldu. Sermaye bunu da yeterli görmedi, yaşamın tüm alanlarını “kar” konsepti içinde ticaret sahası olarak ele aldığını çok geçmeden açığa vurdu. Yurttaş olmanın en temel haklarından olan Kamusal Hizmetler, sermaye için bulunmaz kar alanları olarak bakir şekilde duruyordu, son müdahalesini bu alana el atarak yaptı. Hizmetleri yurttaş hakkı olmaktan çıkararak, parayla satılan-alınan bir faaliyete dönüştürdü. Özellikle kamu emekçileri açısından bu durum iki boyutlu bir saldırı anlamını taşımaktadır. Yurttaş kimlikleriyle sahip oldukları kamusal hizmetleri yitirmelerinin yanında, hizmeti üretenler olarak, çalışma statüleri ve iş akitleri tehdit altına girmiştir. Düne kadar iş yerlerinde ortak statüye sahip çalışanlar topluluğu olarak hizmet üretirlerken, artık farklı statülerde ve görece olarak çıkarları kesişmeyen çalışanlar olarak iş üretmeye başladılar. Geçmiş süreçte işçi sendikalarını zora sokan, ve giderek onları bürokratik aygıta dönüştüren açmaz kamu sendikalarının kapısına dayanmıştır. Yaşanan deneyime rağmen sendikaların özellikle de kamu sendikalarının bu kısır döngü karşısında şaşkın bir halde, klasik sendikacılığın zayıf refleksi ile patinaj yaptığını görmekteyiz. Örgütlenme hakkı olan kamu emekçilerinin yarısına yakını örgütsüz durumdadır. Örgütlü olanların büyük bir kısmı se
ndikalarından memnun olmadıklarını ve her an istifa edebileceklerini söylemektedirler.Statüsü farklı çalışanların böyle bir hakları zaten yoktur!Sendikaların ise böyle bir dertleri yok.
Sendikaların örgütlenme işleyiş vb yapılanmalarına baktığımızda bir aynılık olduğunu görürüz. En azından “örgütlendirilen” sendika ile, dişle tırnakla örgütlenen sendika arasında temelde bir fark olmalıdır. Yaşadığımız çağın verili durumu o farkı yaratmayı kendi gerçekliğinde dayatıyor artık.Dünyada ve ülkede buna yönelik tartışmaların devreye girmesi arayışların somut durum kazanması mevcut durumda yol alınamayacağının kabulü anlamına gelmektedir. Eğitim-Sen’in Program ve Tüzük Kurultayı düzenlemesi bu temelde anlamlıdır. Lokal arayışların, tez zamanda emek güçlerinin tümünü içine alacak şekilde genişlemesi en büyük temennimizdir. Hiç kuşku yok ki, emekçi bilinci ile donanmış ve dar grup pragmatizminin zırhını yırtmış emekçi aktivistler bu konuda öncü rol oynayacaklardır.
b- Sendikaların Örgütlenme ve İşleyiş sorunu
Sendikaları zora sokan en temel sorunlardan bir de; örgütlenme ve işleyiş sorunudur. Üretim ilişkisinin, insanın ruhsal ve psikolojik şekillenmesinde çok önemli bir yerinin olduğu bilinmektedir. Yeni üretim biçimine karşı çıksak da büyük emekçi kitlesinin ve insan gerçeğimizin yeni üretim (esnek) biçiminin etkisi altına girdikleri ve giderek buna göre şekillendikleri gerçeğini göz ardı edemeyiz. Marks “işçi sınıfı ortak duyuş ve eylem yapma gücü olan tek sınıftır” ve o’na “bu gücü veren hiç kuşku yok ki üretim sürecindeki pozisyonudur” demiştir. Kuşkusuz ki öyledir. O dönem üretim süreci çok sayıda işçinin aynı anda ortak üretimine dayanan bir yapıya sahiptir.Bant üretimi sadece çok sayıda işçinin aynı anda aynı işi yapmasını sağlamıyor aynı zamanda da, üretimdeki pozisyonun sürekliliği ve karalı hali kişilik üzerinde bir disiplin sağlıyordu. Bu psikolojik boyut önemlidir. Günümüzde ise tam zamanlı ve kısmi zamanlı esnek üretim biçimi egemen üretim biçimi halini almıştır. Bu üretim biçiminde, iş ve emekçi ilişkisi değişkendir. Üretimin kendisinin esnekliği düşünce ve davranışın esnekleşmesini de ortaya çıkarmaktadır. En azından böyle bir risk, teorik olarak vardır. Çağımızın insanı, hiyerarşik disiplinlerden giderek uzaklaşmaktadır. İyi ya da kötü ama gerçeklik bu doğrultudadır. Üretim şeklinin davranış üzerinde yarattığı psikolojik etkinin yarattığı yeni emekçi kişiliği,yeni bir örgütleme biçimini zorunlu kıldığı gibi, ortaya çıkan ve giderek genel çoğunluk halini almaya başlayan “güvencesiz” çalışanları örgütsel kapsamın içine alan bir örgütlenme biçimine gitmek de zorunluluk arz etmektedir. Ayrıca insanlığın ulaştığı sosyal-siyasal düzey, daha katılımcı-demokratik ve yatay örgütlemeleri talep etmektedir. Oysa mevcut sendika modelimiz bunun tersi olarak dikey,hiyerarşik ve piramit bir modeldir. Aşağı indikçe yetki çoğalmıyor tam tersi azalıyor. Karar mekanizmasını üst organa atan bir diziliş ve örgüt şeması mevcuttur. Katılım ve karar ilişkisi mevcut haliyle merkezi öğenin yetki alanındadır. Mutabakat zeminleri diye tanımlanan, kurullar, tartışma ve farklı sesleri duyma açsında bir anlam taşısa da nihai karalaşmaya direk ve katılımcı bir katkıları olmadığı gibi yetkileri de yoktur.Ayrıca mevcut seçme seçilme yöntemi ve ilişkisi, yönetim organlarını olduğu gibi bu kurulları da “ittifak” formatına göre şekillendirdiği için baştan işlevsizleşmiş olmaktadır. Hem yukarıda altını çizdiğim yeni emekçi şekillenmesinin etkisi nedeniyle hem de çağın sosyal siyasal gelişiminin vardığı düzey açısından katılıma açık, yetkiyi tabana yayan bir örgütlenme biçimi yaratmak gerekiyor.
c- Aşırı ulusal yaklaşım(şovenizm) sorunu
Emekçi saflarında 19 yy sonlarında belirgin olarak ortaya çıkan ve enternasyonalizme zarar veren ulusal ölçekli yaklaşım, giderek ulus devletin ve onu var eden sermaye sınıfının eteklerine tutunan bir sendikal hareketin kökleşmesine neden oldu. Özellikle Türkiye gibi egemen ulus şovenizmi üzerinden uluslaşma süreci yaşayan ülkelerde bu durum daha da trajik bir hal almıştır. Toplumun ve emekçilerin zihnine çakılan Kürt karşıtlığı, emekçilerin birliğini zedelemekle kalmamakta, devletin her türlü baskı ve sindirmelerine onay veren emek karşıtı davranış biçimi özellikle Türk emekçilerde yerleşmektedir. Böyle bir emekçi tipinin sendikalarla ilişkilenmesi emek değerleri ekseninden çıkıp siyasal (milli hassasiyetler)zemininde bir ilişki biçimine dönüşmektedir. Etnik kimliğe göre yaşanan yarılma emekçileri güçsüz ve kendi gerçekliğine zıt bir pozisyona sokmaktadır.Sistemin yarılmayı teşvik eden yaklaşımları, sendikal cenahta kimi “sendikanın” bu politikaya açıktan destek vermesi hatta bu esas üzerinden örgütleme çalışması yapması zemini mayınlı hale getirmektedir. Emek eksenli ve demokratik-eşitlikçi düşünceyi rehber alan sendikalar, (KESK -DİSK) sistemin ve diğer sendikaların şoven yaklaşımı kışkırtan politikaları karşısında şaşkınlaşarak üye yapmak adına farkında olmadan bu gerici politikanın tuzağına düşebilmektedirler. Asıl tehlikeli olan da budur. Yapılması gereken açıktan, şovenizm zehrine karşı sarsılmadan durabilmektir. Bunun için tüm toplumsal sorunlar gibi etnik soruna da (Kürt sorunu) emekçilerin gündemi ve talepleri ile bağ kurarak yaklaşılmalıdır. Bildirgeci sahiplenme yerine, emekçinin algısında sorunu bilince çıkarmak esas alınmalıdır. Ayağımızın altındaki toprak hızla kaymaktadır. Kolay yoldan iktidara gelmek için, seçim dönemlerinde şovenizmi can simidi olarak görenler bu uğursuz politikanın tehlikeli bir gidişat olduğunu hatırlamalıdırlar. Şovenizmin hedef tahtasında olan Kürt emekçiler de, şovenizm sarmalını dağıtmada önemli bir noktada bunduklarını göz ardı etmemelidirler.
PROGRAM KURULTAYINA SOMUT ÖNERİLERİM
a) Hizmetlerin tümü tek işkolu olarak ele alınmalı, “Kamu Emekçileri Sendikası” çatısı altında, hizmet işkolunda çalışan tüm emekçiler statülerine bakılmaksızın örgütlenmelidir.
Hizmet iş kolu hem niteliği hem de muhataplık ilişkisi açısından bütünlük arz etmektedir. Bu alanın kendi içinde “yapay” iş kollarına ayrılması iş veren açısından önemli olabilir fakat emekçiler açısından “yarar” sağlamadığı görülmüştür. Aksine, iş kollarına ayrılan emekçiler birbirlerinden uzaklaşmaktadır. Mevcut sendikal mevzuata göre 11 iş kolu vardır ve kamuda bir kısım iş kolları da örgütlenmeye kapalıdır. Onları da iş kolu kapsamında ele alırsak yaklaşık 15 iş kolu ortaya çıkmaktadır. Bu iş kollarının kendi sahasında örgütlenip konfederasyon çatısı altında toplanmalarına dayanan klasik sendikal model pratik olmadığı gibi, organ enflasyonu yaratmaktan öte bir işlevselliği de yoktur. En önemlisi, iş kolu merkezli yaklaşım emeğin birleşik mücadelesine giderek daha çok zarar vermeye başlamıştır. Emekçileri yabancılaştıran bir mekanizma haline dönüştüğü söylenebilir..
b) Demokratik merkeziyetçilik ilkesi gözden geçirilmelidir. Bu ilke pratikte hep merkezi öğeyi mutlak şekilde öne çıkarmıştır.Hem yönetim hem karar süreçlerine katılımı temsil yetkisi olanlarla sınırlamaktadır. Emekçileri sürece yabacılaştıran bir işlev görmesinin yanında insan öğesinin dönemsel, ruhsal, sosyal ve psikolojik şekillenmesine de denk düşmemektedir.
Yarı merkezi, yetkiyi yatay örgütlenmel
ere paylaştıran, merkezi öğeyi “koordinasyon” şeklinde örgütleyen bir örgütsel dizilişe geçilmelidir.
Mevcut örgüt şemamız, bürokratlaşmaya zemin sunmaktadır.(Bu ifade nesnelliğin tanımlanması kastı taşımaktadır, hiç kimseye yönelik kapalı ya da açık bir yargı içermemektedir) Niyetlerden bağımsız olarak merkezi öğe mutlak olarak ön plandadır.
c) Tartışılan şubeleşme sorunları(metropol şubeler sorunu) yukarıda yaptığım öneri uygulandığında kendiliğinden çözülmüş olacaktır. İlçe bazında şube açma yoluna gidilir, şube açmak için bir sayı sınırlaması aranmaz. İş Yeri Temsilciliği dışında “temsilcilik” diye ara bir örgütlenmeye ihtiyaç yoktur. Ayrıca bu işlevsel bir örgütlenme de değildir. Not(İlçe merkezli şubeleşme tek çatı altında örgütlenmeye geçildiğinde uygulanabilir bir modeldir.)
Örgütlenme dizilişi şöyle olur;
1- İş yeri temsilciliği(komite)
2- İlçe meclisi
3- Şube (ilçe koordinasyonu)
4- İl meclisi
5- İl koordinasyonu
6- Bölge meclisi
7- Bölge koordinasyonu
8- Türkiye meclisi
9- Konfederasyon (Türkiye koordinasyonu)
Bu organların seçimi ve çalışma esasları;
–İş yeri temsilciliği, mevcut tüzükte tanımlanan işleve sahip olur. İş yerinde, en az 3 en fazla 11 kişilik bir komite olarak doğrudan seçimle seçilir.(bu sayı iş yeri üye sayısına göre belirlenir) İş yeri komitesinden 1 kişi dönüşümlü olarak ilçe meclisi toplantılarına gözlemci sıfatıyla katılır.
–İlçe meclisi, en az 99 en çok 250 üyeden oluşur. Doğrudan merkezi seçim sırasında bu görev için seçilenlerden oluşur. 4 ayda bir toplanır. İlçe (şube) ile ilgili karar organıdır.
— Şube (ilçe koordinasyonu) Merkezi doğrudan seçim ile seçilen, en az 7 en çok 11 kişiden oluşan icra organıdır. İlçe meclisinin aldığı karaları yürütür; meclise karşı sorumludur. İl meclisine gözlemci statüsüyle ,3 kişi olarak dönüşümlü şekilde katılırlar.
–İl meclisi: İlçelerin üye sayılarına göre temsilinden oluşur. İlçelerin üye sayısına göre bir dağılım yapılarak, her ilçe kendine düşen temsilciyi kendi üyelerinin doğrudan katıldığı seçimle belirler. İl meclisi en az 110-en çok 300 üyeden oluşur ve il bazında karar organıdır. 4 ayda bir toplanır(zorunlu haller dışında) Kendi içinde (geri çağırma hakkı saklı kalmak üzere) 11 kişilik bir icra (yürütme organı çıkarır) Yıllardır bir türlü yerli yerine oturmayan ve yetki karmaşası yaşanmasına yol açan “Şubeler Platformu”na ihtiyaç da ortadan kalkmış olur.
— İl koordinasyonu (yürütme).İl meclisi tarafından kendi içinden seçilir. 11 kişiden oluşan icra organıdır. Meclise karşı sorumludur.
— Bölge meclisi; Türkiye 6 bölge olarak değerlendirilir. 1. bölge İstanbul merkezli 2. bölge İzmir merkezli 3.Ankara merkezli 4. bölge, Mersin-Antalya merkezli 5. bölge Diyarbakır merkezli 6.bölge Trabzon-Samsun merkezli olarak tanzim edilebilir. Bölge meclisi bu bölgeler içinde yer alan illerin üye sayılarına göre yapılan taksime göre o ilin ilçelerine düşen payların, ilçe alanında doğrudan seçim yöntemiyle seçilmişlerinden oluşur. 4 ayda bir toplanır. En az 200, en çok 300 katılımcıdan oluşur. Bölge ile ilgili karar organıdır. Kendi içinde 11 kişilik yürütme seçer.
— Bölge koordinasyonu; bölge meclisi tarafından seçilen 11 kişilik bir kuruldur. İcra organıdır,meclise karşı sorumludur.(bölge içindeki tüm illerin yürütmede temsil edilmesi pozitif ayrımcılık ilkesi ile gözetilir)
–Türkiye meclisi, (konfederasyon)Bölge meclisi için uygulanan seçim esası uygulanır. Aynı yöntemle ilçelerden seçilmişlerden oluşur. Ülke sathında karar organıdır. Kendi içinde (geri çağırma ilkesi üzerinden) 11 kişiden oluşan bir yürütme seçer. Olağan durumda 4 ayda bir toplanır. Bölgelerin kendi içinde aldıkları bölgesel kararları değerlendirir fakat onu boşa çıkaramaz. Geneli ilgilendiren bölgesel kararların ortak karara dönüşmesi için çaba harcar. En az 300- en çok 500 kişiden oluşur.
— Türkiye koordinasyonu, (konfederasyon)Türkiye meclisi içinden seçilen 11 kişiden oluşan icra organıdır. Türkiye meclisine karşı sorumludur.
Not: 1- Meclislerde tüm seçimler ve kararlaşmalar kapalı oy açık tasnif ilkesi üzerinden yapılır.
Diğer Önerilerim
a) Doğrudan seçim ve nispi temsil ilkesi esas alınmalıdır.
b) Geri çağırma ilkesi meclislerin kullanabilecekleri bir hak olmalıdır.
c) Yönetim kurullarına görev tanımlaması üzerinden aday olunmalıdır. Adayın hangi sekreterliğe aday olduğu baştan belli olmalıdır ki, seçenler daha objektif seçim yapabilsinler.
d) Kadınların sürece katılımlarını teşvik edecek, pozitif destek ilkeleri metinlere taşınmalıdır. Kadın Kurultayı’nın sonuç kararları yeterlidir.Bunun için ayrıca bir tartışma ve değerlendirme yapmaya ihtiyaç yoktur.
Özellikle Ortadoğu da ortaya çıkan yeni süreç ve uygulanmak istenen (B.O.P) yeni plan, tarihin finali olarak değerlendirilebilecek bir içerikte cereyan ediyor. Tarihsel damarlar yeniden canlanıyor. Halkların değişik renklerdeki refleksi emperyalist kapitalist sistemi sarsıntıya uğratıyor. En önemli tarihsel damar olan emekçi sınıflar ise henüz bu çatışma ve hesaplaşmanın kıyısında sessiz bir şekilde figüran rolünde duruyorlar.İnsanlığın şafağı sökerken emekçilerin asli rolünü oynaması tarihin diyalektik bir zorunluluğudur. Emekçi sınıflar kendilerine dar gelen klasik-statükocu sendikal gömleği yırttığında tarihin emek damarı kendi yatağında akmaya başlayacaktır. Önerilerimin bu amaca katkı sunması dileğimle selamlar.
Nejdet UYGUN
Eğitimci