Gazeteci yazar Ertuğrul Mavioğlu, Bağlantısızlar Hareketi’nin Havana’da toplanan 14. zirvesini izlemek için Küba’daydı. Mavioğlu’yla Bağlantısızlar’ın dünü ve bugünü, Bağlantısızlar içinde Küba-Venezüella-Bolivya ekseninin yarattığı yeni rüzgar üzerine konuştuk Bağlantısızlar Hareketi, Havana’daki son zirveyle yeniden gündeme geldi. Bugün için bu hareketin anlamı nedir? Şimdi, Bağlantısızlar Hareketi denilince, dünkü ve bugünkü anlamları itibariyle birbirinde farklı iki olgudan bahsetmek […]
Gazeteci yazar Ertuğrul Mavioğlu, Bağlantısızlar Hareketi’nin Havana’da toplanan 14. zirvesini izlemek için Küba’daydı. Mavioğlu’yla Bağlantısızlar’ın dünü ve bugünü, Bağlantısızlar içinde Küba-Venezüella-Bolivya ekseninin yarattığı yeni rüzgar üzerine konuştuk
Bağlantısızlar Hareketi, Havana’daki son zirveyle yeniden gündeme geldi. Bugün için bu hareketin anlamı nedir?
Şimdi, Bağlantısızlar Hareketi denilince, dünkü ve bugünkü anlamları itibariyle birbirinde farklı iki olgudan bahsetmek zorundayım. Biliyorsunuz, Bandung Konferansı’yla Bağlantısızlar Hareketi’nin ilk harcı atılıyor. Yugoslavya, Tito başını çekiyor bu işin. Esas itibariyle, ne Sovyetler Birliği’nin ne de ABD’nin hükmü altında olmadan nasıl bir Üçüncü Dünyacılık üretebiliriz, nasıl bunların dışında kendimize bir yaşam alanı bulabiliriz, sorusunun yanıtını aramaya çalışıyorlar.
Şimdi, Bağlantısızlar Hareketinin o dönemde ilerici ya da gerici olup olmadığını tartışmak, aslında dünyada Sovyetler Birliği’ni, Amerikan emperyalizmini vb. bir sürü konuyu yeniden tartışmak anlamına geliyor. Ben bu yüzden, Bağlantısızlar Hareketi o dönemde nasıl bir konjonktüre sahipti, ilerici miydi, gerici miydi sorusunu çok anlamlı bulmuyorum, bugün içerisinde.
Şimdi, 1980’li yılların sonlarına doğru, özellikle Doğu Bloku’ndaki çözülme almış başını gitmiş durumda. Bu çözülmenin getirmiş olduğu şöyle bir sonuç var: Sovyetler Birliği çözülüyor, Doğu Bloku parçalanıyor, Sosyalist Blok parçalanıyor ve Bağlantısızların daha önceki varlık şartları ortadan kalkıyor. Ne orda ne burada olmama adına yola çıkanların, bu iki çekişmenin dışında kalıp da nerede durabilecekleri konusunda çok büyük bir netlik elde edemedikleri için hayat içerisinde karşılık bulamıyorlar. Karşılık bulamadıkları için de uzunca bir dönem toplanamıyorlar.
Epeyce sonra toplanan bir zirve var Kuala Lumpur’da. Orada alınmış olan kararlar da çok da çarpıcı kararlar değil. İşte bir site oluşturmak gibi, bir haberleşme ağı oluşturmak gibi bir karar almışlar. Ve bu kararın gereği de yerine getirilmiş. Sanki dünyanın bütün meseleleri bunlar arasındaki bir temastan ibaretmiş gibi bir durum çıkmış. Başka bir deyimle, kendi aralarında ortak bir rüzgar yakalama şansı elde edememişler. Tabii o dönemde kararlaştırılmış olan, 2006 yılında yapılması planlanan Havana toplantısı var.
Bu Havana toplantısına gittim katıldım. Bu Havana toplantısına ilişkin, öncesinde ve sonrasında kafamda netleşen bazı noktalar oldu. Öncelikle şunu ifade etmek lazım, Bağlantısılar Hareketi’ndeki ülkelerin sayısı, son iki üyenin de katılımıyla 118’e çıkmış durumda. Bu 118, aşağı yukarı, dünya nüfusunun %61’ine tekabül ediyor. Birleşmiş Milletlerden sonraki en büyük güç Bağlantısızlar Hareketi, şu anda.
Bağlantısızların yeniden harekete geçmesinin temel nedeni nedir?
Bağlantısızları bir araya gelmeye ve birlikte hareket etmeye güdüleyen birkaç neden var. Bunlardan bir tanesi, Birleşmiş Milletlerde kendi haklarını savunamayacak durumda olmaları. Son 15-20 yıldır, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte, BM’nin bir Amerikan güdümü altına girmesi. Özellikle Güvenlik Konseyinde veto hakkı bulunan ülkeleri kıyasıya eleştirmelerinin kaynağı da burada. BM’nin, başta ABD olmak üzere veto hakkı olan ülkelerin güdümüne girmiş bir topluluk olduğuna inanıyorlar Bağlantısızlar; ve kendi ülkelerinin çıkarlarını savunacak bir zemine sahip olmadıklarını düşünüyorlar. Bu en geniş neden. Yani bu Bağlantısızları bir araya getiren en geniş neden. Tabii, bunu çok daha gelişkin çok daha zengin sebeplerle beslemezsek, bu bağlantı hiçbir ortak zemin yaratmıyor aslında.
Alınan kararlardan biri mesela, BM’de veto hakkı olan ülkelerin yetkilerinin, müdahalelerinin sınırlandırılması doğrultusunda almış oldukları karar, eylem planı.
Sadece ABD’ye yönelik değil miydi bu karar?
O da var, o da var. Esas itibariyle “ABD başta olmak üzere” diye yapılan bir vurgu var. Bu, Venezüella gibi bazı ülkeler açısından diğer ülkelerin ismi dahi anılmadan ifade ediliyor. Bazı ülkeler açısından da, konu Bağlantısızların politikası olduğu için bunu bu şekilde ifade ediyorum, Güvenlik Konseyi’ndeki veto hakkı olan ülkeler diye de ifade ediliyor.
Bu, işin bir tarafı. Ama esas tarafı şu; “dünyada nasıl bir tabloyla karşı karşıyayız” sorusuna verilen cevapla alakalı; bu ülkeleri bir araya getiren ve bir aradalıklarının geçmişteki gevşekliğini hafif hafif ortadan kaldırma eğilimine girdiren. Bunlardan bir tanesi, biliyorsunuz, 11 Eylül sonrasındaki gelişmeler. Afganistan işgal edilmiş. Pakistan, yeni yeni ortaya çıkıyor ki, o dönemde işgal tehdidiyle karşı karşıya kalmış; Müşerref boyun eğmiş, o işgal tehditleri karşısında da öyle çok fazla tavır alma cesaretini gösterememiş. Ortadoğu’daki gelişmeler ortada. Lübnan’da İsrail’in açık saldırısı. Filistinlilerin haklarının büyük ülkeler tarafından hiçbir şekilde tanınmaması, tamamen gasp edilmiş olması. İran’ın ve Suriye’nin hedefteki ülkeler olması. Bütün büyük ülkelerdeki nükleer programlara hiçbir şekilde ses çıkartılmazken, Kuzey Kore’nin nükleer çalışmalarını, keza İran’ınkini de öyle, ABD’nin düşmanca bir tavırla karşılaması. Küba’nın yaşadığı ambargolar. Venezüella’ya karşı hasmane tutumlar. Bolivya’da ve benzeri ülkelerde, darbe tehditlerinin sürekli gündemde tutulması…
Kısacası, dünyayı ABD’nin bir jandarma gibi yönetiyor olması; başka bir ifadeyle tek kutupluluğun artık ifrada varması; ülkelerin kendi egemenlik haklarını ciddi bir şekilde tehdit ettiği gerçeğinden hareketle başka bir birlik zemini ortaya çıkartıyor. Ama bu zemin, açık söylemek gerekirse, Bağlantısızlar üyesi 118 ülkenin 118’ini de kucaklayacak bir özelliğe sahip değil, bana sorarsanız.
Bunun başlıca sebebi, hakikaten, dünya 11 Eylül’den beridir, tam da Bush’un televizyonlara çıkıp “ya bizdensiniz ya onlardan” şeklinde özetlediği yeni doktriner nokta zemininde ilerliyor. “Ya bizdensiniz, ya onlardan”; yani ya ABD’nin güdümünde bir politika izlemek zorundasınız; ya da, ya ABD düşmanısınız ya da ABD’nin her zaman potansiyel saldırı tehdidiyle karşı karşıya olmaktan başka çareniz yok. Ayrın bunun üzerine dünyada. Aslında dünyada ülkelerin konumlanış şekli de bu tarza denk düşmeye başladı. Yani bütün ülkeler ABD’nin öfkesini hesaplayarak adımlarını atmaya başladı. Büyük politika denilen şey aslında böyle bir şey. “ABD kızar mı, kızmaz mı? ABD’nin politikalarına denk düşer mi düşmez mi? ABD’nin hasmane tutumuyla karşı karşıya kalabilir miyiz, kalmaz mıyız?” veya “ABD’ye bir mesaj vermek istesem ne yapabilirim?”
Bunları hep bir çerçevede düşünmek lazım aslında. O ifade edilen Ortadoğu Latin ilişkilerini veya Hindistan’ın konumlanışını veya Kuzey Kore’nin çok net bir şekilde ben sizinle görüşmüyorum bile demesini veya Suriye’nin açık tehdit altında olmasına karşın Beşar Esad’la Bağlantısızlar Zirvesi’nde en üst düzeyde temsil edilmesini veya başka başka ülkelerin daha alt düzeyde temsil edilerek ABD’ye “ben Bağlantısızlar Zirvesi’ne katılıyorum ama aslında ben de bunlarla bir arada olmaktan pek de hazzetmiyorum” mesajı vermesini… Yani, artık dünyada bütün ülkeler, 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan bu saldırganlıktaki artış ivmesine göre hesaplar yapıyor. Bu hesapları yapmayanlar, bir süre sonra yine ABD tarafından bu hesapları yapmaya zor
lanıyorlar.
Somut örneklerle anlatsak…
Bir gün geliyor üs talebinde bulunularak zorlanıyorlar; gün geliyor hava sahasının bir başka ülkeye düşmanca bir teyakkuz halinde kullanılmasına yönelik zorlanıyorlar. Bu çerçevede düşünüldüğünde Türkiye’nin son beş yıl içerisinde yaşamış olduğu 1 Mart tezkeresi krizi, sonrasındaki hava sahası meselesi, İncirlik Üssü’nün kullanılıp kullanılmaması meselesi, bu tartışmalar sürerken bir yandan da Ortadoğu ülkeleri ile nasıl ilişkiler sürdüreceklerine dair hesaplar, “Türkiye Truva atı mıdır, değil midir” tartılmaları hep bu çerçeve esasında değerlendiriliyor. “Amerika’nın çizmiş olduğu o sınırlar içerisinde neredesiniz?” sorusu.
Şimdi bu noktada kıvırtma, yan çizme, görmezden gelme şansı yok. Bir şekilde, Chavez’in deyimiyle, “şeytan”, onları günah işlemeye zorluyor, bütün ülkeleri. Bu bir sınanma aşaması aslında. Bu, Şeytan’ın günah işlemeye zorladığı aşamada, kesin olarak, o ülkenin tutumunu ortaya çıkartıyor.
Pervez Müşerref’in Afganistan’ın işgali sırasında, ABD’nin “Sen de Kaide mensuplarını kendi ülkende barındırıyorsun ve işgalime maruz kalabilirsin” şeklindeki tehdidi karşısında, ülkesinde düzenlediği operasyon; oradaki insanları tutup ABD’ye satması; üstüne üstlük ABD’ye, “ben senin politikalarının yanındayım” diye mesaj göndermesi; ama bugün yeniden BM toplantısı döneminde, “tekrardan karşısına böyle bir işgal tehdidi çıktığında Pakistan gereğini yapacaktır, direnecektir” demesi, olağanüstü bir çelişki gibi görünse de, aslında dünyanın nerden nereye doğru evrildiğini; başka bir ifadeyle aslında mazlum ülkelerin sırtlarının duvarda olduğunun, gidecek bir yerlerinin kalmadığının da göstergesi. Şimdi burada, Bağlantısızlar Zirvesi’ni bu minvalde değerlendirirsek ortaya böyle bir tablo çıkıyor. Artık 11 Eylül’ün arkasından beş sene geçmiş, dünyada yangın yerine dönmemiş herhangi bir yer kalmamış, bu yangının yalınları herkese bir şekilde değer olmuş ve bu değiş, ülkeleri yeni kararlar almaya itmiş. Bu kaçınılmaz. Ya o ülkeler işgale boyun eğecek, ekonomik alanda IMF, DB vb. çerçevesinde kaybetmiş oldukları bağımsızlıklarının yanında, siyasal varlıklarının, bağımsızlıklarının da bütünüyle yok edilmesine razı olacaklar; ya da bir biçimde o köleleşme sürecini biraz daha uzun sürece yayacaklar, o süreç içerisinde de, belki de dünya yeniden konumlanacak.
Peki bu süreç tamamen kendiliğinden mi gelişti, bu kadar ülkeyi bir araya getiren sadece nesnel koşullar mı?
Bağlantısızlar için ifade ettiğim bu çerçeve içerisinde, hakikaten bu olayı kendiliğinden bir süreç gibi algılamayan, dünyaya daha iradi bir müdahil tavır içerisinde bulunan, son Havana Zirvesi’nin lokomotifi konumunda olan ülkeler var. Bunların tamamen olayın dışında tutmak lazım bir kere. Bunlar çok daha bilinçli politikalar izliyorlar. Örneğin Venezüella, örneğin Küba, örneğin Bolivya, örneğin Kuzey Kore, Belarus. Bu ülkelerin, konumlanışları ve siyasal duruşları itibariyle, zirve öncesinde belli bir anlaşma zeminleri olduğu çok açık. Zirve boyunca çok net bir şekilde hissettik.
Şimdi, “bunun içerisinde İran’ın yeri nedir?” sorusu; bu anti-Amerikan birliğin çizmiş olduğu çerçeve içerisinde değerlendirilmesi gereken biraz daha geniş bir halkanın içerisinde ifade edilebilecek bir konu. Ben, orada gördüğüm manzarayla değerlendirdiğimde şöyle düşündüm açıkçası. Küba, Venezüella, biraz kardeş Bolivya… Mesela Arjantin falan tamamen bu işlerin dışındaydı.
Arjantin ve Brezilya’nın pozisyonu neydi?
Arjantin gözlemci ülke konumunda. Brezilya’nın sesi soluğu bile çıkmadı, yoktu Bağlantısızlar Zirvesi’nde.
Bir önceki dönemde nasıldı bu ülkeler?
Bir önceki dönemde daha etkindi ama şimdi o etkinlik yok. Şu anda çok açıkça, Küba’nın gerçek bir inisiyatifi vardı. Teknik heyetler, önceden yapılmış olan hazırlıklar, hazırlanmış olan dünyanın açlık, eğitim sorunlarına ilişkin Küba’nın bugüne kadar ki deneyimlerinden elde etmiş olduğu, “bağlantısız” politikalarla bu sorunların nasıl halledilebileceğine dair elde fikir ve birikimler sunuldu. En azından katılımcılara bir pencere açmış oldu Küba.
O pencereden görünen ne?
Temsilciler ülkelerine dönüklerinde, küresel kapitalizmin dünyayı açlığa mahkum eden tavrının sorgulamasını hiç kuşkusuz yeniden yapacak. Dünyanın bir yakasının buna zorlanması bile, bence bu Bağlantısızlara ayrı bir karakter üstünlük kazandırıyor.
Son söyleyeceğini ilk söyle derseniz, bu Zirve’den bir rüzgar yakalanmıştır derim ben.
Peki dünya bu rüzgarı nasıl değerlendirebilir?
Zirve öncesinde de “bu sonuç çıkacak” denilenden daha ileri noktalar elde edilemedi. Niye? Bilemiyorum. Kapalı kapılar ardında sürdürülen heyet çalışmaları var. Muhtemel ki, daha ileri noktalarda, örneğin ABD’ye daha açık tavır ve ABD’nin işgaline karşı bir yaptırım oluşturma gibi öneriler de gelmiştir. Bunların, en azından, yayınlanan bildiri düzeyinde bir karşılığının olmadığını biliyoruz.
Burada, mevcut bileşimin bir öncekine göre ileri olmasına rağmen amorf bir bileşim olması mı etkili?
Tabii, çok amorf. Ama öncekine göre, 2003 Malezya bileşimine göre çok ileri. Ama, altını çizerek ifade ediyorum, “siyasal düzlemdeki somut sonuçları ne olacak?” sorusu, hakikaten belirsiz.
Dünyada düne kadar ABD’nin borusu öterdi. Ama görüldü ki, aslında ABD’nin borusunun sesinin kısıldığı yerler de var. Öyle cesur tavır almış, vatanını savunma namusunu başının tacı yapmış ülkeler var.
Başka bir gerçek daha var ki, ABD’nin dayatmaları hala sürüyor. ABD, Bağlantısızlar var diye herhangi bir hesabından geri adım atış değil. O yüzden bağlantısızların hayata geçirebilecekleri somut bir şeye ihtiyaçları var.
Küba-Venezüella-Bolivya’nın, ABD tehdidi karşısında, ilerici liderliklere sahip olmayan İran gibi uluslararası ittifaklara ağırlık vererek, içteki ilerici süreci geri plana atma riski var mı sizce?
Chavez sadece İran’a gitmedi. Rusya’ya, Çin’e, pek çok ülkeye gitti. Soru şu belki de, “Venezüella niye kendi ülkesindeki devrimi tamamlamak yerine uluslararası ilişkileri daha öne çıkartıyor?” Anlayabildiğim kadarıyla, Chavez şöyle bir strateji izliyor. Kendi ülkesinde saldırıları boşa çıkarabilmesinin yolunun, aslında ABD’yi güçsüzleştirmekten geçtiğini biliyor.
Peki, bağlantısızların hareket ettiği zemini, hegemonyası sarsılmakta olan ABD’nin tek taraflılığı karşısında çok kutuplulaşma eğilimine girmiş bir dünya olarak tarif edebilir miyiz?
Bağlantısızlardan yola çıkarak, dünya çok kutupluluğa gidiyor dersek doğru bir şey yapmayız.
Bağlantısızları bir kutuplaşma olarak kastetmiyorum zaten, Rusya ve Çin’in pozisyonunu değerlendirirken diyorum mesela…
Yok, henüz bence ayrı bir kutup oluşma gibi bir durum söz konusu değil. ABD başta olmak üzere dünyanın en büyük 7 ülkesi G-7’ler, “Biz her yerde istediğimiz gibi sömürü mekanizmalarını oluşturmak istiyoruz” diyorlar.
Bence, Bağlantısızlar içinde bir damar bunu engellemeye kararlı. Venezüella lideri Chavez’in, çıkıp da Bush’a “ayyaş” demesi, “sen bir eşeksin” demesi aslında biraz karizma çizme çabası. “Bu aslında sanıldığı kadar korkunç bir herif değil” diyor yani. Gerçekten artık şunu düşünmeye başlıyorsunuz; dünyaya