Cumhuriyetin ilk yılları, hatta Osmanlı’nın son yıllarından bu yana süregelen bir tartışma, son günlerde yeniden alevlendi. Bu tartışmanın bir tarafında Cumhuriyeti de kuran ve bugüne dek onu koruma ve kollama görevini sadece kendisinde bulan sivil-asker bürokratlar ile Kemalist aydın kesim vardır. Diğer tarafında ise kendisini geniş halk kesimlerinin temsilcisi olarak gören ama esas olarak, dini […]
Cumhuriyetin ilk yılları, hatta Osmanlı’nın son yıllarından bu yana süregelen bir tartışma, son günlerde yeniden alevlendi. Bu tartışmanın bir tarafında Cumhuriyeti de kuran ve bugüne dek onu koruma ve kollama görevini sadece kendisinde bulan sivil-asker bürokratlar ile Kemalist aydın kesim vardır. Diğer tarafında ise kendisini geniş halk kesimlerinin temsilcisi olarak gören ama esas olarak, dini kullanarak siyaset yapma geleneğinden gelen ve kendi isimlendirmeleriyle liberal muhafazakarlığın bugünkü temsilcisi olan AKP ile onun liberal yönünü ve/veya muhafazakar yönünü savunan bir kesim aydın vardır.
80-90 yıldır süren ve Türkiye’de siyaset ortamını geren bu geleneksel tartışmada Kemalist aydın kesimden destek alan bürokrasinin birkaç temel savı vardır. Bunlardan birincisi, her zaman olduğu gibi siyasi iktidarın irticai faaliyetlere göz yumduğu ve bu nedenle de Cumhuriyetin en temel ilkelerinin ortadan kaldırıldığına yöneliktir. Diğer bir başka sav ise ülkenin siyasi ve ekonomik olarak zayıf konuma düşürüldüğü yönündedir. Burada özellikle vurgulanan nokta, AB’nin Türkiye’nin taahhütleri çerçevesinde getirdiği talepler ile AB yetkililerinin Türkiye’ye ve başta ordu olmak üzere kimi kurumlara yönelik eleştirileridir. Bu eleştiride AKP’nin payına düşen ise bu gelişmeler karşısında sessiz kalması ya da bu süreci desteklemesidir.
Özellikle Cumhurbaşkanı, kuvvet komutanları ve bazı üniversite rektörleri tarafından dillendirilen bu iddialardan birincisi önemli ölçüde doğrudur. Gerçekten AKP, iktidarda bulunduğu dört yıl içerinde onyıllardır var olan devlet içindeki gerici-İslamcı kadrolaştırmayı artırarak sürdürmektedir. Ayrıca, cemaat ve tarikatların faaliyetleri de giderek yaygınlaşmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, bu gerici-İslamcı akımın siyasal gücünün artışı ve kadrolaşma hareketlerinin en yoğunlaştığı dönem, Kemalist aydınlar ile sivil-asker bürokrasinin hâlâ savunmaya devam ettiği ya da en azından karşı çıkmadığı 12 Eylül 1980 darbesi ile başlamıştır. Öte yandan, cemaat ve tarikatların faaliyetlerindeki yaygınlaşma ve derinleşme de Sayın Cumhurbaşkanı ve tartışmanın bu kesiminde yer alan diğer kişilerin konuşmalarında sıkça olumladıkları “sivil toplum örgütü” anlayışı içerisinde gerçekleşmektedir.
Türkiye’nin uluslararası arenada zafiyet içerisinde olmasına dönük savlara gelince; AKP’ye bu noktada yöneltilen eleştirilerin sahipleri öncelikle AB ve ABD’ye karşı olmadıklarını açıkça ifade etmektedir. Ayrıca, IMF, Dünya Bankası ve benzer uluslararası finans örgütleri ile ilişkiler konusunda da bir sorunları yoktur. Buna karşılık, gerek Cumhurbaşkanı, gerekse kuvvet komutanlarının konuşmalarındaki öncelikli çözüm önerileri; milli burjuvazinin ya da diğer bir söyleyişle ulusal sermayenin daha fazla korunması ve geliştirilmesidir.
Doğrusu, hükümete uluslararası siyaset ve ekonomi konusunda yöneltilen eleştiriler ile sunulan çözüm arasında son derece ironik bir durum vardır. Zira, bir taraftan AB ve ABD temsilcilerinin açıklamalarına alınganlık gösterilirken ya da bunların önerdiği politikalar doğrultusundaki uygulamalar eleştirilirken bu devletler ya da örgütlere karşı olunmadığı vurgulanmaktadır. Öte yandan, “milli burjuvazinin geliştirilmesi” söylemi, mevcut dönemsel koşullar düşünüldüğünde son derece çağdışıdır. Çünkü, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde dile getirilen “milli burjuvaziyi geliştirme” söyleminin bugünün küreselleşmiş ekonomisinde hiçbir gerçekliği yoktur.
Görüldüğü gibi irtica ve ulusal bütünlük üzerinden yürütülen geleneksel tartışmanın bugünkü versiyonunda Cumhuriyetin temel ilkelerini savunan tarafın, bugünün dünyasını algılamada ve değerlendirmede önemli eksiklik ve yanlışları vardır. Buna karşılık, eleştirilerin muhatabı olan ve iktidarı süresince kendisini iktidara taşıyan içerideki ve dışarıdaki destekçilerine vermiş olduğu taahhütleri büyük ölçüde yerine getiren AKP, bu konuda çok daha doğru analizlerde bulunmuştur. Başbakan’ın bundan bir süre önce yine benzer eleştiriler karşısında sarf ettiği “sermaye ırkçılığı yapmayın” sözü ya da son ABD gezisinde sarf ettiği “Türkiye’de darbe olmaz çünkü piyasalar istemez” sözü bunun en açık örnekleridir.
İçeriği son derece boş da olsa giderek yoğunlaşan bu tartışma, siyasi ortamın giderek gerilmesine neden olmaktadır. Bu gerilimin temel nedeni ise kapitalist sistemin dönemsel gereklerini Türkiye’ye taşımada AKP’nin yerini alacak bir siyasi oluşumun bulunmamasıdır. Bir süre önce Kemal Derviş daha sonra da Süleyman Çelebi öncülüğünde birtakım alternatif oluşturma girişimleri olmuş ama sonuç elde edilememiştir. Bu nedenle mevcut düzen içinde yeni bir alternatif yaratılına kadar, AKP’nin görüntüsünü biraz düzeltip yoluna devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Sözün özü: Türkiye tarihinde gelenekselleşmiş olan bu tartışmaların daha öncekiler gibi bugün de emekçiler başta olmak üzere geniş toplum kesimleri için getireceği hiçbir şey yoktur. Zira tartışmaların iki tarafının da ortaklaştığı nokta sermayenin çıkarlarıdır. Emekçilerin sömürülmeden daha insanca yaşayabilmesini sağlayacak bir alternatif ancak, emekçilerin kendileri tarafından inşa edilen bir siyasi yapı ile gerçekleşebilir.
e-posta: [email protected]