Ortadoğu ne şekle girerse girsin, Batının incelikli mağrur kibrinden, ABD ve İsrail’in en kaba saldırganlığına kadar, çeşitli biçimler altında Doğu insanını küçümseme, varlığına el koyma ve yaşamını ipotek altına alma hareketi ortaçağdan bu yana hep ters tepmiştir. 1800’lerde Napolyon’un Doğuya başlattığı sömürge seferi, nasıl ki Batılıların birbirine girdiği bir dönüm noktası haline dönüşüp istediği sonucu […]
Ortadoğu ne şekle girerse girsin, Batının incelikli mağrur kibrinden, ABD ve İsrail’in en kaba saldırganlığına kadar, çeşitli biçimler altında Doğu insanını küçümseme, varlığına el koyma ve yaşamını ipotek altına alma hareketi ortaçağdan bu yana hep ters tepmiştir. 1800’lerde Napolyon’un Doğuya başlattığı sömürge seferi, nasıl ki Batılıların birbirine girdiği bir dönüm noktası haline dönüşüp istediği sonucu alamadan başarısızlığa uğramışsa, 21.yy da da Doğu, emperyalist güçlerin kanlı kavgalı bir savaş iklimine doğru çekilmesine tanıklık etmektedir. Yani ABD’nin, Suriye ve İran gibi devletlere (birkaç hava saldırısı hariç) savaş açması durumunda, Napolyon’un Mısıra saldırıp İngiltere ve diğer sömürgeci güçlerle girdiği sürecin yaşanmayacağını kim garanti edebilir. Çünkü açgözlü Batı’da hiç bir güç “beni buralar ilgilendirmez neyime lazım” diyemez. Aksine Doğunun bağrında barındırdığı petrol kaynaklarının varlığı ve Doğu’nun politik açıdan önemi, herkesin geleceğini derinden etkilemeyi sürdürecektir.
ABD-İngiltere emperyalist bloğunun, Afganistan’dan sonra Irak’a yönelik başlattıkları açık işgal, kapitalist sistemin 21.yy’da karşılaştığı sorunlarına bir çözüm bulabilmek ve en önemlisi de ABD’nin Asya’nın geniş petrol yataklarına sahip olup, 21.yüzyılda dünyanın tek egemen gücü olarak ayakta kalabilmesini sağlama çabasıdır.
Onları bu işgal hareketlerine yönlendiren dürtünün bir diğer ayağı da kapitalist-emperyalist sermaye ile dünya halkları arasındaki büyüyen çelişki ve çatışmadır. Ancak her dönem olduğu gibi, emperyalist güç merkezleri arasında ki hegemonya kavgası , çatışma ve uzlaşma arasında kol kola yürüse de çıkar kavgaları devam ediyor. Yani herkes kendi cephesinden irili ufaklı siyasal ve sınıfsal savaşlara hazırlanıyor.
Batı sömürge güçlerinin ortaçağdan bu yana bölgeye seferler düzenleyip leş kargaları gibi dalışları bölgenin tekil özelliğidir. Doğunun yataklarında kara altının (petrolün) bulunmasından bu yana,doğunun geleceği ve denetimi Batı ülkelerinin iki yüzyıllık süreç içerisinde kendi aralarında tartışma ve çekişme konusu olmuştur.Yani dünya siyasetinin dengeleri dün olduğu gibi bugünde Ortadoğu merkezli şekilleniyor ve emperyalist merkezler dış politikalarını ona göre ayarlıyorlar. Bin yılı aşkındır bölgenin emek, birikim ve yer altı (Altın, maden, petrol vs.) zenginliklerine sahip olmaya çalışan Batı merkezleri,geçmişte olduğu gibi, 21.yüzyılda da bölgeye yönelik seferlerini din eksenine çekerek ve ilişkilendirmeye çalışarak saçmalıktan başka bir şey yapmamışlardır. Emperyalist işgal siyasetinin ön plana çıkardığı ve tüm İslam coğrafyasını da içerisine alan Doğunun işgali, öte yandan siyasal İslamı eksenine alması, kapitalist-emperyalist siyasetin yarım asırlık bir ürünü olup, kalıcı değil geçicidir.
Ortadoğu merkezli gelişen bu siyaset içerişinde de Doğu insanı yönünü arıyor. Yönünü arayan Doğu insanı üç başlı mızrak misali şekilleniyor. Bunun biri anti-emperyalist olduğunu iddia eden siyasal İslamcı hareketler, ötekisi bölge gerici rejimleri ve müttefikleri, diğeri ise de sınıfsal ve toplumsal kavganın ateşini yakmaya çalışan bölge ilerici güçleri. Gerici güçler ile bölge ilerici güçleri arasında, tarihi ve süreci sekilendirecek kanlı kavgalı hesaplaşmalar da süreç içerisinde şekillenecektir.
Ortaçağdan bu yana Vatikan Cizvit’i ekseninde salt Kudüs’ü (böyle bir şeyin aslı astarı yok tersi her şey politik amaçlıydı) kurtarma bahanesi altında, Doğuya yönelik sürdürdükleri çapulcu seferleri, işgal hareketleri bugüne kadar Doğunun sorgulanmasına neden olmuştur.
Batı emperyalist merkezlerinin, Doğuya bu bakış açıları bölgeye politik saygınlık kazandırmışsa da, terkilerine aldıkları bölge rejimleri ve gerici güçleri ile birlikte, bölgenin mazlum halklarına yönelik yarım asırlık vahşi saldırıları da beraberinde getirmiştir. İsrail-Lübnan savaşından bu yana dünya diplomasinin Ortadoğu’yu sorgulayan trafiği ve Lübnan’a gönderilen BM denetimindeki çok uluslu “mülayim” NATO orduları,İran’a yönelik yaptırımların tartışması çerçevesinde, bölgeyi sorgulamaktadır. Burada bir parantez açarak tekrar konuya döneceğiz ve bunu başka bir yazıda ele alacağız. (BM’nin 1701’nolu kararını NATO kararı olarak algılarsak, NATO’nun 1996’dan sonra Ortadoğu’ya yerleşme konsepti gerçekleşmiş oluyor. İsrail’in bekasını korumak ve Lübnan Hizbullah’ının kontrol altına alınması için gönderilen çok uluslu NATO orduları bölge dengeleri bazında tatmin edici değil. Adil ve tatmin edici olmadığı gibi, süreçte İsrail-Lübnan (Hizbullah) çatışmasının yanı sıra Lübnan’ın iç çatışma sürecine girmesine şaşmamak gerekiyor. Bu da salt Hizbullah’la sınırlı kalmaz).
Şu an için emperyalist merkezlere kulluk etmeye yanaşmayan veya onların dayatmalarına evet anlamında kafa sallamayan İran, Suriye, Lübnan (Hizbullah) ve Filistin (Hamas) Irak işgalinden buyana, bu merkezlerce diz çökertilmeye çalışılıyor. Her ne olursa olsun, şu son yıllarda bölgede İran bu sorgulanmanın baş sorumlusu olarak köprü başında tutuluyor. Bunu çok iyi bilen İran mollalar rejimi kendilerine yönelik diz çökertme veya teslim alma siyasetine karşıda, bir çok manevra ve taktikleri devreye sokarak ret cephesinden siyaseti devam ettiriyor. İran üzerinde uluslar arası baskının dozajı artıkça kendilerine saldıracak güçlere karşı ne yapabileceklerini göstermeye çalışıyorlar. Çünkü İran’a yapılacak bir saldırı durumunda, saldırgan güçlere karşı İran bölgede bir çok cepheden çoban ateşini ateşleyeceğinin sinyalini veriyor. Eğer bir ABD İran arası çatışma olursa, bu çatışma salt İran-ABD arasında kalmayacak. Bunun tarafları İran ve müttefiklerinin yanı sıra İsrail, Fransa, Avrupa’nın kimi ülkeleri ve bölge güçleri. Örneğin, Irak Şiileri ABD ve müttefiklerine yönelik Irak’ı bir cehenneme çevirebilirler. Hizbullah Lübnan’a yerleşen BM müttefik güçlerine yönelik saldırıyı başlatır. Hatta dikkat edilirse, İran Lübnan’a yerleşen BM güçlerine öyle aham saham karşı çıkmadı. İran bir yanıyla bunları, tuzağa düşürülecek av gibi görüyor. Yani İran mollalar rejimi, İran’ın coğrafik olarak çift başlı Doğunun ortasında bulunması ve kendilerine dayatılan süreci nasıl bloke edeceklerini Lübnan Hizbullah kanalıyla gösterdiği gibi, bir çok kanaldan da beterin beteri var dedirttirebilir. Genel anlamda dünyada, Latin Amerika’da ve Ortadoğu’da gelişen anti-emperyalist milliyetçi sol, devrimci demokrat hareketten komünist harekete ve İslami akımlara kadar zengin bir muhalefetle şekilleniyor. İran Mollalar rejimi ABD saldırganlığı karşısındaki bu dik siyasal duruşunu, Asya (ŞİÖ) ülkeleri ve Latin Amerikanın ABD karşıtı ilerici ,devrimci iktidarlarıyla ilişkilerini pekiştirmesinden alıyor.
Bu vesileyle de İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, İran’ın nükleer sorunuyla ilgili Avrupa’nın bir çok teklifine “bunları fandok’u we peste” (fıstık ve çikolata) olarak niteliyor ve İran’ın nükleer konusunda ısrarcılığını vurguluyor. İran’ın şu an ki bu kararlı duruşu ABD ve AB arasındaki İran konuşunda var olan kimi görüş birliğinin yanı sıra, ABD’nin İran’a yönelik izolasyon ve ambargo gibi yaptırımlarına karşı, AB’nin kendi içerisinde de farklı eğilimlerin olduğunu göstermiştir. Bu konu da, AB’nin söz sahibi ülkelerinden Almanya, dış politikasını her ne kadar ABD dış siyasetine uygun gösterip ona göre sürdürse de, Fransa tersine yakın siyaset izlemey
i tercih ediyor ve AB’de çıkarları gereği, Fransız dış siyasetinin çizgilerinin ağırlığını taşıyor. Bu vesileyle de Fransa, İran’a karşı yapılacak bir yaptırımdan ziyade sorunun diyalog yoluyla çözülmesinden yana olduğunu açıklıyordu.
Bu anlamda Irak savaşında AB’nin kimi ülkeleri dışında kenarda kalan genel Avrupa Birliği, Ortadoğu’da gelişecek sürecin dışında kalmadan yana değil. Bu açıdan herkes ittifakın gittiği yere kadar bölgede gözü olan güçlerle birlikte yürümeyi sürdürecekler. Ancak emperyalist merkezler açısından Ortadoğu’nun salt bir güçün egemenliği altına girmesine ve bölgenin ekonomik tek merkezli işleyişine herkes kendi cephesinden razı olmaktan yana değil ve karşı duracaklardır. Burada Çin ve Rusya’nın konumu önemlidir. Zira Ortadoğu’da gözü olan herkesi göz önüne getirdiğimizde, bu güçlerin birbirini kullandığı gibi, bunlarında gizli ve açık herkes ile bir çok yönlü bir birine karşı ittifakları mevcuttur. Batı merkezlerinin İran ve Suriye eksenli bloğun dizginlenmesi babında bölgenin diğer güçleriyle ittifak içerişindeler. Yine bölgenin salt ABD merkezli olmasına karşı olan, aynı Batı merkezleri İran-Suriye bloğuyla da ABD’nin tekerine çomak sokulmasından yanalar. Hakeza aynı güçlerin bileşkeleri İran’a ve Suriye’ye ABD ve İsrail ortaklı (birkaç hava saldırısı hariç) yapılacak bir savaşta “hiç kimse benim çıkarlarım yok” diyemez. Bunu bilen İran’da domino oyununun kurallarını çok iyi oynamayı sürdürüyor.
İran bölgede etkili bir güç olduğunu, Batı merkezlerinin anlamasını/kabullenmesini dayatıyor ve bir yıldır nükleer konusunda ha bugün ha yarın yanıt vereceğiz diyerek, “adım adım Fars diplomasisinin” inceliklerini nazlı bir gelinin kur yapması gibi, ustaca oynayarak hayır yanıtında ısrar ediyor. İran Mollalar rejimi genel söylemleri olan “Batıya bizim ihtiyacımız yok, onlar bize muhtaçtır ne söylerse söylesinler İran yoluna devam edecek” politikasında şuan kararlı görünüyorlar. İran açısından dayatmalara boyun eğmemenin altında yatan bir çok neden bulunmakta. Bunlardan birincisi; “şeytan” dediği ABD öncülüğünde kendilerine yirmi yılı aşkındır dayatılan siyasi ve ekonomik sürece boyun eğmemek. İkincisi; yine yirmi yılı aşkın bir süredir İslam adına bölgede oynadığı rol ve en önemlisi de Irak işgalinden sonra bölgede elde ettiği siyasi üstünlük.
İran’ın, Irak, Lübnan ve Filistin’e kapsayan alanda var olan siyasi etkinliği ve ayrıca bölgenin diğer önemli ülkelerinden Suudi Arabistan vs. gibi körfez ülkelerinde Şii topluluğu içerisinde örgütlü olması konumunu daha da güçlendirmekte. Her ne kadar coğrafi olarak İran Lübnan’a hayli bir uzak olsa da, İran ile Hizbullah arasında ruhani ve siyasi bağın olması ve Mollaların deyimiyle “Ortadoğu’nun gelini Lübnan” devletinin kendilerine yakın durmasını sağlıyor. İran’ın bölge üzerindeki bu etkinliği başta Suudi Arabistan’ın Vahabi rejimi olmak üzere, bölgenin diğer önemli ülkeleri olan Mısır ve Ürdün rejimlerini de derinden ürkütmekte. Çünkü İran’ın Arap bir ülke olmayıp, İslam adına Arap dünyasında konumunu derinleştirmesi yukarıdaki ülkeleri hem rejim babında hem de mezhep babında endişelendirmekte. Zaten Irak’ta başta Şii topluluğu olmak üzere El-Kaide’nin sürdürdüğü saldırıları göz önüne getirirsek, Ortadoğu’nun bir çok noktasında özellikle Irak’ta Şii-Sünni çatışmasının zeminleri epeyden beri yoklanıyor. Özellikle Hizbullah-İsrail çatışmasından sonra, İran’ın etkisinin önüne geçilmesi için, süreç içerisinde Lübnan’da vs. yerlerde bunun altı kazınacaktır. Bunun kim tarafından kazınacağı pek önemli olmasa da, bunun muhatapları belli.
Özetle, bölgede İran ve Suriye eksenli gelişen blok karşısında, İran etkinliğinin kırılması için, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün eksenli ittifak ve İsrail’in ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu ABD cephesi mevcut. Keza bu cephe içerişinde yer alan AB’de Suriye’yi İran’dan koparmak için bu cephe adına çabalamaktadır. Yani İran’ı istenilen düzeye çekmenin stratejisi için bir çaba mevcut. Suriye’nin öyle fazla gazı petrolü olmasa da, Arap dünyasında ki siyasal konumu önemlidir. Sonuç itibarıyla bu cephenin İsrail-Lübnan savaşında Hizbullah’ın Arap rejimlerinden ayrı baş çekmesi ve onlara danışmadan hareket etmesi Suudi Arabistan’ı, Mısırı, Ürdün’ü ,Ortadoğu’da bir İran siyasetinin ağırlığı konusunda sessizliğe sürükleyip, adeta Lübnan’ın yok edilmesine gözlerini kapamışlardır. Yukarıdaki Arap rejimler, İran’ın Arap dünyasına yönelik etkinliğinin zayıflatılması babında “Sünni” Hamas’a karşı da mesafeli davranmayı sürdürüyorlar. Şu anda da Filistin hükümetinin Batı merkezlerince bloke edilmesine çıt çıkardıkları yok. Cinsi cibilliyeti ne olursa olsun, Filistin’de demokratik yollarla iktidara gelen Hamas hükümeti işlevsiz bırakılıp, Filistin yeni bir seçim sürecine çekiliyor ve bu süreci de dünya’ya “demokrasi”yi yaydıklarını söyleyen Batı merkezleri Filistin’e dayatıyor bulumaktadırlar.
Tüm bunlar içerişinde Türkiye devleti ise, çok yönlü pis ilişkilere elini sokarak, kirli ittifakları geliştirmeye çalışıyor. Eğer ABD ve müttefikleri Suriye’ye ve İran’a savaş başlatırlarsa, Türkiye hem NATO terkisinde hem de İsrail ile var olan askeri işbirliği çerçevesinde komşu devletlerine karşı savaşa dahil olmuş olacak. Öte yandan aynı komşu devletleriyle birlikte Türkiye, Kürt halkının imhası için kirli ittifakın içerişinde yer alıyor ve İran’la birlikte Kürtlere yönelik imha stratejisinde birleşerek, Kasr-ı Şirin ittifakını oluşturmaya çalışıyor. Kısacası Ortadoğu’nun çetrefilli sorunları içerişinde kimin eli kimin cebinde veya kim kimi kullanıyor denilirse, herkes herkesi kullanıyor.