Çocukluğumuzda çoğumuz defalarca “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna cevap vermek zorunda kalmışızdır. Hakkında pek bir şey bilmesek de, doktor, öğretmen, astronot gibi mesleklerden birini seçer, seçtiğimiz mesleği kısa bir süre sonra unutsak bile, içinde yaşadığımız toplumda varolabilmek için bir meslek sahibi olmamız gerektiğini öğrenmiş olurduk. Sonraki yıllarda ya bir atölyede karın tokluğuna çalışırken ya da o […]
Çocukluğumuzda çoğumuz defalarca “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna cevap vermek zorunda kalmışızdır. Hakkında pek bir şey bilmesek de, doktor, öğretmen, astronot gibi mesleklerden birini seçer, seçtiğimiz mesleği kısa bir süre sonra unutsak bile, içinde yaşadığımız toplumda varolabilmek için bir meslek sahibi olmamız gerektiğini öğrenmiş olurduk. Sonraki yıllarda ya bir atölyede karın tokluğuna çalışırken ya da o sınavdan bu sınava koştururken artık kimsenin bize ne yapmak istediğimizi sormadığını acıyla fark ettik. Yaşamak için para kazanmak zorundaydık ve öyle ya da böyle bunu gerçekleştirmek için çok ama çok çalışacaktık.
Herhalde bundan 9 bin yıl önce Çatalhöyükte toplayıcılık ve basit tarımla yaşamlarını sürdüren, sınıfsal veya cinsi herhangi bir farklılık göstermeden yaşayan insanlar, modern dünyanın çalışma sistemini korkunç boğucu bir kâbus ya da distopya olarak algılayabilirlerdi.
Gerçekten de, modern yaşamı, iş kavramından soyutlayarak düşünmemiz mümkün değildir. Endüstriyel toplumun şanslı(!) modern bireyleri, yaşamlarının ilk çeyreğini bir mesleğe sahip olabilmek için eğitim almakla geçirirler. Dünyanın birçok yöresindeki şanssızlar ise kendilerini çok erken yaşlardan itibaren tezgâhların, atölyelerin başında bulurlar. Yaşamların çoğu öğrenilen meslekleri icra etmekle, karşılığında gelir elde ederek yaşamlarını sürdürmeye çalışmakla geçer. Son çeyrekte ise, hastalıklarla boğuşmak, üretken ve verimli oldukları yılların birikimleriyle geçinmek zorundadırlar. İş ve çalışmayla ilgili olan etkinlikler insan yaşamının merkezindedir. İnsan denilen varlık yaşamının en güzel yıllarını bir meslek edinmek için didinmekle, geriye kalanını da bu mesleği icra ederek ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmakla geçirir.
Çağlar boyunca işe yüklenen anlamlar üretim biçimlerine, sınıfsal çıkarlara ve toplumsal yapılara göre farklılık göstermiştir. Antik Yunan’da iş kavramının karşılıklarından biri olan “ponos”, köleler tarafından gerçekleştirilen acı verici, zorunlu faaliyetleri anlatmaktaydı. Ev hayvanları ile aynı kategoride olan köleler, zaruri ihtiyaçların karşılanması için kullanılır, insani etkinliklerde bulunabilmek için temel ihtiyaçların karşılanmış olması gerektiğine inanılırdı. Antik Yunan’da insani faaliyetler ile kölelerin zorunlu faaliyetleri arasındaki ayrım, birinin kol gücüne, diğerinin zihinsel ve ruhsal etkinliklere dayanması üzerine kurulmazdı. Onlara göre bazı faaliyetleri değersiz kılan şey, bu faaliyetlerin kendileri için değil, para kazanmak gibi başka amaçlar için yapılıyor olmasıydı. Dolayısıyla, Antik Yunan toplumu insanın kendini gerçekleştirmek için yaptığı faaliyetler ile yapmak zorunda olduğu etkinlikleri birbirinden keskin çizgilerle ayırırdı(1).
Modern kapitalist topluma baktığımızda bu ayrımın tamamen ortadan kaldırıldığını görebiliriz. Antik Yunan kültürünün insani faaliyetler olarak nitelendirdiği, kişinin kendini gerçekleştirmek için yaptığı, haz aldığı, yaratıcı faaliyetler ile kapitalist üretim sürecinin içerisinde üretim mekanizmalarından birine dâhil olmak anlamı kazanan, ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan faaliyetler tek bir “iş” başlığı altında birleştirilmiştir. Ancak bu birleşim sayesinde kapitalist üretim süreci başkalaşım geçirerek insani bir nitelik kazanmamış, aksine tüm insani faaliyetleri kendi içinde eritmiştir. İnsan bedeni tam anlamıyla üretici bir güç, emeği de üretim girdisi haline gelmiştir. Sihirli bir sis perdesinin arkasında gizli olan “iş”, her türlü faaliyeti kapsamış, kapsadığı her yeri kendi tanımları çerçevesine sokmuş, dönüştürmüş, doğal özelliklerini yitirmelerine neden olmuştur.
Kuşkusuz insanın kendini gerçekleştirmesiyle, yaratıcı ve insani faaliyetlerle; günün belirli saatleri arasında, süresi, şekli başkaları tarafından belirlenen standart işleri gerçekleştirmenin aynı şey olduğunu tüm insanlığa kabul ettirmek kapitalizmin en büyük başarılarından biridir. Tamamen verimlilik ve kar odaklı olarak sonsuz bir artı-değer birikimine yönelik, çoğu zaman doğaya ve insana zararlı koşullarda çalışmayı zorunlu kılan bir sistem, insanın temel amacının üretim döngüsü içerisine girmek olduğunu kabul ettirerek aynı zamanda kendi varlığını ve çarpıklığını da meşrulaştırmıştır.
Öyle ki, emeğin metalaşması insanlık için işi, sadece hayatlarını idame ettirmenin değil, aynı zamanda çeşitli mallara sahip olmanın, toplumsal statünün yükselmesinin, toplum içerisinde saygı görmenin de yegâne yolu haline getirir. Böylece milyarlarca insan, kapitalist üretim sürecinin içerisinde çalışmaya başlayacak, karşılığında da belirli bir ücret almayı normal kabul edecektir. Çalışmak, para kazanmak normal-insani, çalışmamak ya da üretime katma değer sağlamayan faaliyetlerde bulunmak da anormal-gayri insani olarak algılanacaktır.
Modern toplum, her eseri çalışma, her çalışmayı eser olarak kabul ederek; her yaşamı üretim, her üretim edimini de kendini ifade olarak görmemizi sağlar. Bireyin hangi kapasitesini geliştirmesi, hangilerini nadasa bırakması gerektiğine toplumsal normlar aracılığı ile sistem karar verir(2). Kişilere gelir sağlamayan, yani üretim süreçleri içerisinde katma değer yaratmayan tüm faaliyetler boş işler damgası yiyerek çöpe yollanır. Olası tek kişisel ifade tarzı üretim ve karşılığında elde edilen gelirle metalara sahip olma, yani tüketimdir. Kamusal alanın ve kamusal ifade araçlarının zayıfladığı toplumlarda iş belirli saatler arasında sürdürülen bir faaliyet değil, tek kamusallaşma mekânıdır. Ancak, çalışma kültürünün bireyci yönü bu kamusallaşma mekânını bir yarış pistine, kurtlar sofrasına dönüştürür. Kişi, gelirini arttırmak, statüsünü yükseltmek için oyunu kurallarına göre oynamalı, şirketlerin ve devletlerin davranış biçimlerini kendi hayatına uygulamalıdır. Çalışmayı bu şekilde algılamak, kapitalist üretim sürecinin yapısında olan sömürü mekanizmasını gölgeler, doğal ve insani kaynakların tahribatının olumlanmasına kapı açar.
Kuşkusuz, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, üretimin tamamen emek güçleri tarafından belirlenen, kontrol edilen ve yönetilen bir süreç haline dönüştürülmesi emeğin özgürleştirilmesi ve çalışmanın insanileştirilmesi için büyük önem taşır. Ancak alternatif bir gelecek vizyonu kurabilmek için tüm insani faaliyetleri verimlilik ve etkinlik temelli olarak üretim girdisine dönüştüren modern çalışma kültürünü de tartışmamız gerekmektedir.
Yeni bir dünya inşa etmek istiyorsak, verimlilik ve kar odaklı olmayan bir çalışma kültürü de oluşturmak zorundayız. Çalışmanın temel insani faaliyet olarak insan yaşamının merkezine yerleşmediği, üretimin yanı sıra başka sosyallik tarzlarına da imkân tanındığı ve çalışma saatlerinin insani ihtiyaçlar temel alınarak belirlendiği bir dünya olasıdır.
30.08.2006
1 Grint. (1998) The Sociology of Work, Second Edition, Oxford: Polity Press, Ch.1
2 Meda, D. (2004). Emek Kaybolma Yolunda Bir Değer mi?, Işık Ergüden (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 7-15.