YOL TBMM’den Lübnan’a asker gönderme kararı -bu satırların yazılmasından kısa bir süre sonra- muhtemelen çıkmış olacak. Zira bu kez ABD yığınağını iyi yapmış ve Türkiye’deki tüm siyasal güçleri iyice silkelemiş durumda. ABD’nin Ortadoğu planlarında yer almamak (Lübnan’a asker göndermemek), son dönemde ABD tarafından önce silkelenip ardından madalya verilen Büyükanıt ve Bush’tan zor bela randevu koparan […]
YOL
TBMM’den Lübnan’a asker gönderme kararı -bu satırların yazılmasından kısa bir süre sonra- muhtemelen çıkmış olacak. Zira bu kez ABD yığınağını iyi yapmış ve Türkiye’deki tüm siyasal güçleri iyice silkelemiş durumda. ABD’nin Ortadoğu planlarında yer almamak (Lübnan’a asker göndermemek), son dönemde ABD tarafından önce silkelenip ardından madalya verilen Büyükanıt ve Bush’tan zor bela randevu koparan T.Erdoğan için yapılabilecek bir şey değildir. Siyasi iktidarın kuruluş biçimi her türden halkçı ve anti emperyalist yönelimi en baştan beri dışlama üzerine kuruludur. Diğer düzen partilerinin (CHP, DYP, ANAP, MHP,vd) muhalefeti (!) kuru gürültüden başka bir şey değildir. İktidarda olsalar, aynı şeyi onlar da yapacaklardı. Tıpkı Erdoğan’ın da Afganistan’a asker gönderilmesine bir zamanlar karşı olduğu gibi.
Bu tablonun ortaya çıkardığı ve yakın geleceği etkileyecek bir dizi zincirleme gelişmeye dikkat çekmek gerekir. Öncelikle Ordu ve AKP arasında (şimdilik Cumhurbaşkanlığı seçimi dışında) bir mutabakat sağlandığı görülüyor. ABD eliyle sağlanan bu mutabakat yeniden yapılandırılmakta olan ekonomi, rejim, iç ve dış siyaset açısından önemli bir dönemeçtir. Ordu ve AKP’nin aralarındaki kimi sorunlara yönelik çözümlerden ziyade, esas olarak yeni Amerikancı politikalara ve neo-liberalizmin yeni saldırganlıklarına uyum sağlama üzerinde mutabık kaldıkları açıktır.
Bu gelişmeye bağlı olarak, ABD’nin ölçülü onayıyla girişilen “PKK’yi ezme” operasyonu, Batı’da da savaş karşıtı sola yönelerek genel bir baskıcılığı hedeflemektedir. Şimdiden bunun ilk ipuçları İstanbul, İzmir, Samsun, İzmit’teki savaş karşıtı eylemlerde doğrudan polisin yönlendirdiği linç kışkırtmaları ya da ölçüsüz saldırılarla sergilenmeye başladı. Diğer yanda ise, Diyarbakır DTP mitinginin yasaklanması ve İstanbul DTP mitinginde bizzat C.Cerrah gibi polis müdürleri eliyle yürütülen kitle gösterilerini ezme operasyonu da Kürt kitle hareketine yönelen yeni bir şiddet politikasının ilk sinyalleridir.
Ancak milliyetçi köşe yazarı Avni Özgürel’inki gibi her hangi bir solcu veya Kürt söylediğinde “acilen derdest edileceği” türden devletin Kürt siyasetinde radikal değişiklik öneren düşünceler de daha sık dile gelmeye başladı. Ek olarak, PKK ile çatışmalarda giderek artan cenazelerin yarattığı çığlıklar arasında farklı sesler de duyulmaya başladı. T.Erdoğan’ın kahve ağzıyla söylediği “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” türü pervasızlıklar ise bilinçlerde birikiyor. Yani bir yandan alıştırılmaya çalışıldığımız “Lübnan’a değil Kandil’e” sloganları ve geliştirilmeye çalışılan linç kültürünün karşısına; “Ortadoğu’da da, içerde Kürtlerle de barışçıl çözüm” isteyen geniş yığınların etkili sesinin yükselebilmesinin zemini geliştirilebilir. Burada solun atak bir çizgi izleyebilmesi kadar; Kürt hareketinin, Kürt sosyalist ve devrimcilerinin milliyetçi savrulmalar, ABD ile ilişkiler ve lanetlenmesi gereken birçok TAK eylemi gibi konularda hızla yeni politikalar geliştirmesi gerekir. Bilinmeli ki, bu konuda ısıtılmaya başlanan “Amerikancı çözüm” gerçek ve kalıcı çözüm olmayacaktır.
Diğer yandan, cemaat camilerine artan ilgi; burada alenen yaşanan bir linç olayı; şeriatçı-gericilerin yuvalandığı polisin bunu intihar olarak sunma cüretkarlığında da ortaya çıktığı üzere, gündelik yaşamımızda gerici değer yargılarının baskıcı etkileri giderek artmaktadır. Buna karşın, rejimin (İslam’dan istediğinde faydalanan) otoriter-laisizminin çıkmazları da açık seçik hale gelmiş durumdadır. Bu konudaki Amerikancı çözüm zaten ılımlı İslam projesiyle birlikte devletin bu konudaki tutumunda önemli bir değişime ittirilmesi ve dinsel gericiliğin devletin ana eksenlerinden birisi haline getirildiği bir rejimin oluşturulmasıdır. Adım adım bu hedefe doğru mesafe alınmaktadır. (Olası ikinci bir AKP döneminin uygulamalarının bu açıdan daha derin olacağı öngörülmelidir.) Bu konuda da solun laisizmi yeniden ayakları üzerine dikecek yeni bir “vicdan ve kanaat özgürlüğü çerçevesi” geliştirmeye ihtiyacı olmakla birlikte, bugün bu konu “gericilikle mücadeleyi” ihmal etmeden ele alınmalıdır. Günümüzde gericilikle mücadeleyse, AKP’nin işbirlikçiliğine odaklanarak yükseltilmelidir. Zira bu nokta Türkiye’deki Sünni gericiliğinin en zayıf karnıdır. Ayrıca solun kendisini ulusalcı-otoriter laikçi çevrelerden ayrıştırabilmesinin zeminini de sunmaktadır.
***
Tüm bunlar yan yana konduğunda, AKP ile ordu arasındaki mutabakatın önemli ölçüde sağlanmasının bir diğer politik etkisi üzerinde de düşünülmelidir: ülkemizde “orduyu arkaya alma üzerine kurulan ulusalcılığın sınırları” bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu cenahın ordu ve bürokrasi içindeki son ele gelir kalıntıları da anlamsızlaşacak, bunların sivil siyasete yönelmek zorunda kalan bölümü de yeni bir hayal kırıklığına ardından da hezeyana düşecektir. Bu dalganın önümüzdeki dönemde Kürt düşmanlığının öfke seli içinde eritilerek geleneksel milliyetçi-faşist kampa açıktan katılması sürpriz olmamalıdır. Bunun soldaki yansıması ise, CHP’den İP’e ve diğer sol parti ve gruplara kadar uzanan sol-ulusalcılığın etki alanının cılızlaşması olacaktır.
Siyasal gelişmelerin bir diğer boyutu ise, Kürtler arasında artan milliyetçilik eğilimi ve soldan uzaklaşmaya karşın, ABD’den medet umma beklentilerinde yaşanacak sığlaşmanın birbirine karşıt etkisinin Kürt kitlelerinde ve Kürt siyasetine yaslanan solda yaratacağı boşluktur.
Diğer yandan, 1990’ların ardından iflas eden sol-liberalizmin şimdilerdeki kendini yenileme çabasının güdüklüğü ortadadır. İslamla işbirliğini savunan liberal-sol, üç dünyacı ve militer eğilimlerin yarattığı savrulmaların solu halk kitleleri nezdinde etkisizleştirdiği de görülmektedir.
Halk kitlelerinin giderek yoksullaştırıldığı ve ABD ekonomisindeki bir yavaşlama/kriz durumunda bu yoksullaşmanın etkisinin katlanarak artacağı bir zaman dilimine doğru hızla yol alıyoruz. Bu koşullarda ülkemizde sol hareket, liberal, otoriter-milliyetçi (ulusalcı), İslamcı ittifaklara hiçbir biçimde bulaşmadan, kesinlikle bağımsız bir çizgiye yönelerek yeni işçi ve yoksul kitleler içinde bir yeniden kuruluş atağı gerçekleştirmeyi hedeflemelidir.
***
Seçimlere kadar ki süreçte, toplumsal muhalefetin (savaş, kamunun tasfiyesi, Kürt sorunu ve halk demokrasisi üzerinden geliştirilebilecek) gerek kısa vadeli programına gerekse de uzun vadeli yönelimlerine ket vuracak bir dizi politik kavrayış zafiyeti bulunuyor. Emperyalizmin bölgemizdeki ve geneldeki askeri/siyasal uygulamaları, ekonomik/sosyal uygulamalarından bağımsız, apayrı parçalar değildir. Aksine genel bir programın alt başlıklarıdır. Bir taraftan Ortadoğu’nun yeraltı kaynakları gasp edilmeye çalışılırken, diğer taraftan yerüstü kapitalist pazarın prensiplerine göre kurulmaya çalışılıyor. Bir taraftan bizim gibi ülkelerin askeri/siyasal üst yapısı mutlak boyunduruk altına alınırken, diğer taraftan kamusal alanın tasfiye ediliyor, yoksunluk ve yoksulluk genelleştiriliyor. Saldırı programının bu bütünlüğü karşısında etkili bir savunma/direniş programı da bütünlüklü olmak zorundadır. İşte tam da bu yüzden, ilerici güçler bütünsel bir “toplumsal muhalefet programı” oluşturmak durumundadır.
Toplumsal muhalefetin bugünkü başarısızlığının nedenleri arasında,
1) Sorunların birbirinden ayrıştırılması (sa
dece eğitim-sağlık, sadece Kürt sorunu, sadece AB, sadece ücret);
2) Toplumsal kesimlerin ayrışması (sadece memurlar, sadece işçiler, sadece kadınlar, sadece Kürtler);
3) Mücadele eden güçlerin aynı sorun etrafında ayrışması (savaş karşıtlığı konusunda, toplumsal muhalefetin çeşitli unsurlarının siyasal İslam ve AB’ye yaklaşımlarındaki savrulmalar nedeniyle birbirinin önünü kesen tarzda konumlanması), önemli birer yer tutmaktadır.
Bu sorunlu yaklaşımların solun ve işçi hareketinin içinden geçtiği yapısal değişim ve kriz atmosferinin nesnel etkileriyle bağı olmakla birlikte, bu parçalı sürecin yaklaşık 25 yılı bulan uzunluğu bu zaaflı kavrayışları adeta kronikleştirmiştir. Bu durumun aşılması ve ideolojik yakınlaşmanın/ayrışmanın sağlıklı bir tarzda gerçekleştirilebilmesi için ideolojik üretkenliğin arttırılması; politik/pratik bir program etrafında ortaklaşma ve demokratik bir temsil etrafında birlik sağlanması bir gerekliliktir.
Bu noktada bize düşen görev, yaparak gösterirken aynı anda gösterirken yapmaktır. Kendi eylemimizi başka hiç kimse gelmeyecek gibi güçlü bir iradeyle gerçekleştirmek ama binlerce kişi katılacakmış gibi esnek örgütlemek gerekir. Kendi politik programımızı bütün ilerici güçlerin ortak programı gibi oluşturmak ama tamamen yalnız kalsak bile kararlılıkla uygulamak zorundayız. Kısacası hem çekeceğiz, hem iteceğiz.
Bu yazı Halkın Sesi Gazetesi‘nin 7 Eylül tarihli 11. sayısının YOL isimli köşesinden alınmıştır