HALUK GERGER – ABD-ORTADOĞU-TÜRKİYE kitabı üzerine… “Toplumsal kurtuluş mücadelesini inkar ederek artık devrimci mücadelenin tümünün bir ulusal bağımsızlık mücadelesine, bu bağımsızlığı kazanma ve emperyalist devletlerin saldırısına karşı savunma mücadelesine indirgenmesi gerektiğini vaaz eden revizyonist teorisyenlerin karşısındayız. Gerçek ve tam ulusal özgürlük, bağımsızlık ve egemenlik, yalnızca toplumsal kurtuluş mücadelesinin zaferiyle sağlanır.” Enver Hoca. I. Bir yazar; […]
HALUK GERGER – ABD-ORTADOĞU-TÜRKİYE kitabı üzerine…
I. Bir yazar; Haluk Gerger
Haluk Gerger’in bilim adamlığına ve entellektüel düzeyine duyulan hayranlıkla, ideolojik / politik yakınlık arasındaki olumsal ilişkiye dikkat çekerek yazıya başlamak istiyorum. Gerger, yalnız ülkemizin önemli bir bilim adamı değil, aynı zamanda dünya çapında önemli bir Marksist entellektüelidir. Sadece entellektüel değil, ezilen halkların gerçek bir dostu ve işçi sınıfı davasının da bir eylem adamıdır.
Gerger’i yakından tanıyanlar bunun asla abartma olmadığını çok iyi bilirler. Elbette dünyamızda böyle insanların sayısı çok fazla değildir. Hele bu coğrafya da daha da az… Elbette amacım yeterince anlaşılır bir mesafede yaklaşamayacağım bir düşünür ve bir eylem adamının başarılarını, üretim yeteneklerini ve mükemmel insan karakterini teslim etmektir ama, sanırım daha da önemlisi onu anlayabilmektir. Ancak bu zor ve sorumluluk gerektiren görevi yeterince başarıp başaramayacağımı doğrusu bilmiyorum. Yine de denemeye değer bir çaba olacağına inanıyorum.
Doğrusu ben Haluk Gerger’i son yazdığı “ABD-Ortadoğu-Türkiye” kitabı bağlamında değerlendirmeye çalışacağım. Doğal olarak bu yazının ana konusu da “ABD-Ortadoğu-Türkiye” eseri olacaktır. Kuşkusuz Haluk Gerger’i bütün eserleri ve eylemi ile değerlendirmek gerekir. Ancak bu başka bir çalışmanın konusu olmak zorundadır.
Haluk Gerger’in “ABD-Ortadoğu-Türkiye” adlı kitabı kuşkusuz, sadece tarihsel olayların dökümü olan bir tarih yazımı değildir. Kanımca bu eser bir tarih tezi özelliği de taşımaktadır. Çünkü adı geçen eser, Ortadoğu’da bir dönemin, soğuk savaş yıllarında yaşanmış tarihsel olayların kısa ve özlü bir kesitini verirken, ama aynı zamanda tarihsel olarak bölgenin en karmaşık ve en girift ilişkilerinin parlak bir çözümlenmesi ve sonuçlar çıkarılması anlamına da gelmektedir. Bu tarih tezi ile Gerger, halk düşmanı sistemlerin zalim özünü salt bize göstermekle kalmamış, ama bu dönemin tarihini nasıl okumamız gerektiğini de izah etmiştir. Ona göre tarih, olayların kronolojik dökümünden ziyade bu tarihin nasıl okunması gerektiği daha önemlidir. Bu eser, tarihsel deneylerin sonuçlarını, başarısızlıkların nedenlerini, dünden bugüne doğru akan tarihsel pratiklerin sonuçlarını yorumlayan, sonuçlar çıkaran ve böylece işçi sınıfı devrimcilerinin eline mükemmel bir kaynak sunan temel bir kaynak anlamına gelmektedir. Eşsiz bir tarih tezi olmasının sırrını da burada aramak gerekir.
Kuşkusuz belgesel bir tarih yazımı başkadır, tarihi sorunları bilimsel olarak yorumlamak ve buradan insanlığın ortak kurtuluş sentezini çıkarmak başkadır. Gerçekten bu eser, tarihsel olayları proletaryanın bilimi açısından yorumlayan, tarihi sorunların gerisindeki ideolojik ve politik gerçekliği gösteren, iç bağlantılarını saptayan, ABD emperyalizmi’nin gücünü ve zayıflıklarını analitik olarak ele alan ve bunları yüzlerce belge ile kanıtlayan, akıcı ve şiirsel bir dil ile yazılan, ama aynı zamanda yazarın insani özlem ve duyguları ile harmanlanmış adeta bir deniz romanı gibidir. Belli ki bu eser büyük bir emek yoğunluğunun ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Ortadoğu’nun tarihi elbette bu eserden önce de yazılmıştır. Ama hiçbir eser böyle bir bütünselliğe ve olayların iç bağlantılarından hareketle ezilenler lehine dönüşen bir programatik senteze ulaşmamıştır, ulaşamamıştır. Bu başarı Gerger’e aittir.
Haluk Gerger, tarihsel olaylarda sürekli Marksist yöntemi kullanmakta usta bir yazar, önemli bir bilim adamıdır. Kuşkusuz Haluk Hoca, Marksist yöntemin özünün ‘tarihsellik’ olduğunu bilerek yazar. Olaylara bu perspektiften bakar. Bütün eserleri bunun kanıtıdır. Nitekim kendisi bir eserinde bunu Lucas’dan aktardığı bir cümlede şöyle göstermiştir; “özünün özünde tarihseldir.” (1) Dolayısıyla Gerger, ‘ABD-Ortadoğu-Türkiye’ adlı eserini bu temel bakış ile yazmış, bizlere önemli bir temel sağlamış ve yol gösterici bir harita çizmiştir. Bu eserle Gerger, sadece tarihin özünün yine tarihsellikte yattığını göstermekle kalmamış, esere bilim yöntemini sokmuş, en karmaşık tarihsel olayları bile usta bir edebiyatçının akıcılığında sunmuş ve böylece sözcükleri konuşturan büyük bir dil ustası olduğunu da kanıtlamıştır. Onun anlatımında adeta tarih edebiyata dönüşmüş, edebiyat da tarihin sürükleyiciliğinde anlam bulmuştur.
Genellikle tarih ile insan arasındaki bağ, aslında hem nesnel / doğasal tarihin hem de insansal tarihin diyalektik yasasını ifade eder. Doğasal tarihi bir tarafa koyarak konuşursak, nasıl ki insanal varoluş olmadan tarih olmazsa, tarih olmadan da insan gerçekliği / doğruluğu anlaşılamaz. Nitekim Marx, tarih ile insan bağını anlatırken bu gerçekliği şöyle çözümlemiştir; “insan, tarihin varolması ve tarih de doğruların kanıtının varolması için vardır.’ (2) Günümüzde yaşanan tarihsel olaylar (Filistin, Irak, Lübnan, İran vb) ve bu olayların derin tarihsel içerikleri, sonuçta insana düşman olan emperyalist-kapitalist sistemin gerçek özünü açığa çıkarırken, yaşanan bu acılı tarihin kendisi de Marx’ın dediği gibi ‘doğruların kanıtının varolması’nı göstermeye neden olmuştur.
Kuşkusuz güçlü olan her zaman doğru değildir. Doğru olan da her zaman güçlü değildir. Ancak tarihin bize öğrettiği gerçeklikte şu vardır; haklı olanlar, önünde sonunda gücün merkezini oluşturmuşlardır. Çünkü bu merkezi belirleyenler, tarihi olarak, ezilen ve sömürülen halkların ve emekçi sınıfların öz gücünde şekillenmiştir genellikle. Şimdilik bu gücün, toprağın derin fay hatlarında bulunması kimseyi şaşırtmasın. Onlar, toprağın altında biriktirdikleri enerjik volkanlara ve her an fışkıracak grizu patlamalarına benzerler. Yeter ki onu işlemesini bilsinler…
Eğer güçlü olmak ABD örneğinde olduğu gibi ‘paraya ve silaha sahip’likle ölçülecekse, bu doğruluğun değil, zalimin ‘güçlülüğünden’ doğan yalancı bir ‘doğrulamadır.’ Oysa doğruluk daima haklılığın gücünü ifade eder. Tarih döner dolaşır, kuşaklar gelir geçer; ama mazlumların, emekçilerin, halkların doğruluğu ve gücü, kanıtlarıyla tarih sayfasında yerini alır. Böylece tarih yeniden yazılır. Tarih rolünü oynamaya devam eder. Zalimler ise bir dönem güç gibi görünen güçsüzlüğünü ‘teknik ve para’ile örtebilir. Bunlar yalana dayanan gücü temsil ederler. Yine de tarihin diyalektiği emekçi halkların gücünü ve haklılığını her zaman kanıtlamıştır. Dolayısıyla iktidar yürüyüşünü hiçbir zaman engelleyememiştir. Böylece tarih de kendi mecrasında ilerlemeye devam etmiştir. Gerger bunun en güzel örneğini Ortadoğu halklarının direnişinde göstermiştir. Zalimlerin devasal gücüne karşın ne Filistin düşürülebilmiştir ne de Irak. Veya diğer ülke halklarının direnişleri… ABD bölgede her geçen gün batağa saplanmış ve bu süreç ABD imparatorluğunun çöküşünün başlangıcına neden olan inancı da pekiştirmiştir. Bilimsel olarak inanmak gerekiyor ki, o impara
torluk, çöküşü Ortadoğu’da başlayacak ve bu imparatorluğun yıkıntıları Kudüs’ün mezar taşlarını süsleyecektir. O mezar taşlarının üzerinde ise Filistin’li çocuklar oynayacaklardır.
İşte Haluk Gerger, tarihin bir döneminin nesnel kanıtlarını ya da gözümüzün önünde hergün yaşanan bu acılı tarihin kritik özünü sadece göstermekle kalmamış, ama daha önemlisi yine Marx’ın dediği gibi “sistemin gizemini” de açığa çıkarmıştır. (s.144) O, toprak altında biriken volkanların nasıl grizu olarak patlayacağının toplumsal fiziğini göstermiştir mazlum halklara. İşte Haluk Gerger, bir dönemin tarihini anlatırken, o tarih içinde hem emekçi halkların tarihini doğrulamış oluyordu, hem de zalim düzenlerin barbarlığını ve halk düşmanı özünü göstermesiyle ayrıcalıklı bir konum kazanıyordu. Dahası Gerger, tarihe yolculuk yaparak Mısır’ın 1798’de N. Bonapart tarafından işgalinden bugünkü Irak ve Afganistan işgaline, Nil Nehri boylarından bugünkü Bağdat’ın kadim tarihinin kalıntıları olan binlerce yıllık eserlerin talanına kadar vahşi emperyalizmin ‘kültürel soykırım’ını da anlatıyordu. Yazar, emperyalist-kapitalist düzenin sistemsel özünü de böylece açığa çıkarmış oluyordu.
Haluk Gerger, bu eser ile bizlere sadece olayların arkasındaki sistemin gizemini göstermekle kalmamış, dahası her satırında görebileceğimiz gibi, özlemini duyduğumuz özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm gibi amaçlara doğru koşan ve koşması gereken insanın kendi öz etkinliğini, bunun yolunu, biçimini ve araçlarını da göstermiştir. O, kurtuluşun, bağımsızlığın ve özgürlüğün elde edilmesinin yolunun ve güvencesinin sosyalizm ile olanaklı olduğunu kanıtlarla gözler önüne sermiştir. Gerçekten bu eser, yoksulların, adam yerine koyulmayanların, ‘ayak takımı’ olarak suçlanan halkların, sınıfların özlemlerini anlatan bir metin anlamına gelmektedir. Onların kazanımlarının, başarılarının ve yenilgilerinin nedenlerini tartışmaktadır. Bu nedenle eserin daha şimdiden, bölgenin mazlum halklarının, yoksullarının, işçilerinin bir kurtuluş Manifestosu düzeyine ulaşmasının gerekçesi de budur.
Bu eser, gerçek bir ulusal kurtuluşun zorunlu durağının mutlak surette toplumsal / sınıfsal bir kurtuluş ile taçlandırılması gerektiğine işaret etmektedir. Yaşanmış tarihsel devrimlerin yenilgisinin nedenlerinin burada aranması gerektiğini ifade etmiş, en gizemli, en karmaşık tarihsel süreçleri parlak bir zeka ile analiz etmiş ve olayların iç bağlantılarından önemli sonuçlar çıkarmıştır.
Emperyalizmin ve halk düşmanı rejimlerin nasıl ki askeri, ekonomik, politik vb. gibi yerel ve enternasyonal kurumları varsa, bu eser bize işçilerin, emekçilerin ve tüm ezilen halkların örgütlenmesini, ideolojik ve politik önderliğe kavuşmasını, bölgesel anlamda da olsa birleşik cephesinin kurulması gerektiğine işaret etmektedir.
Kuşkusuz Haluk Gerger biz emekçilere bu gerçekleri anlatmak için yazıyor. Bilim adamı olarak en çeterefilli sorunlarda bile usta bir dekorasyoncu gibi çözümlemeye gidebiliyor. Bilimi politik tarihte ustalıkla kullanıyor. İlk defa bilimsel metod yolu ile karmaşık süreçleri açık, anlaşılır ve ikna edici bir şekilde analiz ediyor. Okuyucuyu yormuyor. Aynı hedef doğrulutusunda mücadele edenler ile onların ideallerini / amaçlarını birbirleriyle buluşturan bir role soyunuyor, okuyucuyu düşündürüyor, sorguluyor ve önüne hedefler koyuyor. Nitekim J.P.Sartre’nin dediği gibi “…bana kalırsa bir yazar, Hegel’deki bilinçlerin birbirini bulması anlamında başkalarıyla buluşmak için yazar.” (3) Haluk Gerger bu bilinçle, prolataryanın bilimi olan Marksizmi, onun yol gösterici analiz gücünü bölgesel olaylarda kullanıyor, bu bilinç başkalarıyla buluşuyor ve bunun için yazıyor. İrfan Cüre dostumuzun ‘Sosyalist Demokrasi’ gazetesinde yazdığı ‘Mutlaka okunması gereken bir kitap’ adlı yazısında belirttiği gibi; “Kitabın her sayfasının gerisinde muazzam araştırma, bilimsel emeği hissetmekle kalmıyorsunuz; Haluk Gerger’in olayları incelerken ve sunarken gösterdiği bilimsel titizlik ile devrimci sosyalist coşkusunun, öfke ve umudunun da birleştiğini görüyorsunuz.” (28 Temmuz 2006, sayı.35)
Basireti kapanmış ve geçmişte örgütlü olan veya olmayan çok sayıda aydın, sosyalist, ‘önder’ vb. gibi kadroların bugün safları terk ettikleri ve sistemin birer palyoçoları haline dönüştüğü bir dönemde Gerger, ortak davanın onur timsali, sosyalist hareketimizin gerçek bir öz çocuğu, proletaryanın ve ezilen emekçi halkların gerçek bir dostu olarak ortaya çıkıyor. Alçakgönüllü, uygar ve gerçek bir insan olan Gerger, B.Russel’in (4) dediği gibi “Bilgi ile basiretin biraraya gelmesinden doğan bir hayat tarzını” devrimci kuşaklara gösteren bir bilim adamı, aydın ve emekçilerin gerçek dostu bir Marksist olarak günümüz tarihine damgasını vuruyor. Bunu hak da ediyor.
Gerger’in varlığı kuşkusuz Türkiye Devrimci Hareket’i için büyük bir kazanımdır. Ondaki eşsiz birikim ve önemli sorunlarda stratejist bir uzman olarak ortaya çıkması, en anlaşılmaz sorunlar karşısında bile kıvrak bir zeka ile çözümleyici olması, ileriye dönük analizlerinde genellikle yanılma payının sıfıra yakın olması, sosyalist hareketin kriz dönemlerinde ön açıcı çözümlemeleri vb. elbette sosyalist hareketimiz için büyük bir olanak ve büyük bir fırsat anlamına geliyor.
Haluk Gerger, ABD, Türkiye ve Ortadoğu tarihini yazarken tarihsel olayların kendi yaşamı ile çakışması, olaylara tanıklık etmiş olması, hatta Beyrut Üniversitesi’nde okuduğu yıllardan başlamak üzere süreci yakından takip etmesi, elbette tarihi kitaplardan okuyarak yazanlardan daha sağlam bir gözleme, rahat yazmasına ve Marksizm’in bilim yöntemi ile daha doğru analizlerde bulunmasına neden olmuştur. Aynı şeyi önemli tarihçilerde, bilim adamlarında ve ekonomi politik alanda çalışma yapan Marksistlerde görmek de mümkündür. Mesela önemli bir tarihçi olan Eric Hobsbawm’de de buna rastlarız. O, mükemmel bir eser olan “20 Yüzyıl-1914-1991 Aşırılıklar Çağı” adlı eserinin önsözünde şöyle der; “Yirminci yüzyılın tarihini hiç kimse bir başka dönemin tarihini yazdığı gibi yazamaz. Çünkü hiç kimse, yaşadığı dönemi, sadece dışarıdan, ikinci üçüncü elden, o dönemin kaynaklarından ya da daha sonraki tarihçilerin eserlerinden bildiği bir dönemi yazabildiği (ya da yazması gerektiği) gibi yazamaz.” (5)
Gerger bu eserde büyük bir suçlamada bulunuyor. Evet, onun suçladığı insanlık düşmanı emperyalizmdir, kapitalizmdir. Emperyalist burjuvazinin yerel işbirlikçisi faşist rejimlerdir. Yine kendisinin bir yazısında Paul Nizan’dan aktardığı gibi “Dünyada hiçbir büyük yapıt yoktur ki, aynı zamanda dünyaya karşı da bir suçlama da olmasın.” (6)
Son günlerde İsrail’in Filistin ve Lübnan’da, ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yaptıklarını hepimiz acı bir hüzünle izliyoruz. Artık Filistin’in, Lübnan’ın ve Irak’ın çocukları, kadınları, erkekleri adeta ölüme seve seve gitmektedirler. Onlar adeta ‘ölüme mazeretiyle izinlidir.’ Onların ölüme gerekçeleri yok, mazeretleri de yok… Ölüm onlar için bir bayramdır, güneşli bir güne kavuşmak gibidir adeta. Ne acı bir tarih…. ‘Ölüme mazeretiyle izinli’ sözü elbette bana ait değildir. Ama bu ortak tarihimize aittir. Bir Rus Komünisti olan Levine’nin 1919 da Münih Sovyetini yıkanlar tarafından idama giderken söylediği bir sözdür. Herhalde bu söz en çok Filistin’li, Lübnan’lı, Kürdistan’lı ve Irak’lı emekçilerin kullanabileceği ve anlamlaştırdığı bir söz olsa gerek. İşte Ha
luk Gerger’in kitabını okuduğunuzda, sadece halk düşmanı olan emperyalist vampirlere karşı kini değil, aynı zamanda sorumluluklarınızı, ödevlerinizi ve neden bu onurlu kavganın içinde olduğunuzu da anlıyor, kavrıyor ve duyumsuyorsunuz. Sınıf kininiz bilimin öğreticiliğinde nedensiz kalmıyor. Kavganız bilinçleniyor ve ne için savaştığınızı anlıyorsunuz. Ama dahası umudunuzun nedensiz olmadığını da…
Doğrusu bu eseri okuduğumda, Arap halklarına karşı süreç içinde bende de oluşmuş olan önyargılar vardı. Sanırım bu önyargı sadece bana ait de değildi. Kanımca Devrimci Hareket’imizin de ortak yargılarıydı bunlar. Daha sonra bu önyargılar bir kültüre dönüşmüştü. Arap halklarının mücadelesine ilişkin yaklaşımlarımız sosyal şovenizmle bozulmuş, devletin propagandaları ile adeta etkileri derinlere kadar nüfus etmiş ve bu devrimci hareketimizi de kirletmiştir. Kanım o ki bu eser, yanılgılı olan bu yargılarımızı da düzeltmeye yol açacaktır. Bir dönemin önemli süreci olan Arap Ulusal Hareketi’nin, batıcı sol anlayışı nasıl felç ettiğini, anti empeyalist hareketleri geliştirirken komünistlerin batıcı ve skolostik hatalarını nasıl ortaya çıkardığını anlamış da oluyorduk böylece. Asla Arap Ulusal Hareketi’nin küçümsenmeyecek bir tarihselliği olduğunu da kavramış oluyorduk tabii.
Bu eserde yüzlerce kaynak kullanılmıştır. Ama hiçbir kaynak / veri asla anlatımı boğmamış, tersine okumayı daha da ikna edici ve anlaşılır bir seviyeye çekmiştir. İlk defa ABD’nin gizli belgeleri olarak bilinen “Gizliliği Kaldırılmış Belgeler Referans Sistemi” (DDRS), “Amerikan Dış İlişkileri Belgeleri-ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından derlenerek basılan belge yıllıkları”, yani “Foreign Relations of the United States” (FRUS) ve değişik memorandumlar bu eserde kullanılmıştır. (Not; ABD, geçmiş zamana ilişkin dış politika belgelerini ABD çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde zaman zaman yayınlar. Bazı önemli bölümler ise siyah bantlarla kapatılır. Bu eserde kullanılan belgelerin adı kısaca DDRS olarak bilinir. Bu belgelerin orjinal ismini Geger’in adı geçen kitabından aktaralım; “Declassified Documents Reference System. Farmington Hills, Michigan, Gale Group, 2005.” Bundan sonra Gerger belge numaralarını verir eserde.)
‘ABD-Ortadoğu-Türkiye’ adlı eserde, günümüzde tartışmalı olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) sürecinin tarihsel arka planı, önceki sürecin örnekleri ile bağlantılı bir şekilde açıklanmış, analitik bir süreç izlenmiştir. Öncelinde BOP sürecinin bir parçası olan ‘Ortadoğu NATO’sunun, direnişler karşısında nasıl işlevsiz kaldığını ve yine aynı anlama gelen ‘Bağdat Paktı’nın nasıl ölü doğduğunu anlatırken günümüze ulaşıyor ve Irak direnişi karşısında bu sefer BOP’nin nasıl rafa kaldırılmak zorunda kalındığının ayrımında oluyoruz. Bu eserin böyle bir başarısı, böyle bir yol göstericiliği olmuştur.
Varlık Özmenek Hoca’nın da belirttiği gibi “Haluk Geger bu bilgisiyle… Ortadoğu ile birlikte BOP’u mu, BOP’la birlikte Ortadoğu kefenliğini mi okutmağa kalkışıyor, yoksa bunca yoksulluğa ve insanlığa bir bilgi!!…” (‘Durdurun Dünyayı İnecek Var mı?’ yazısından. 2 Ağustos 2006. Sansursuz.com)
Haluk Gerger, bu eserle sadece bölgenin yaşadığı deneysel süreçleri yorumlamakla kalmıyor, ekonomik / sınıfsal süreçlerini de analiz ediyor. Mesela Libya, S. Arabistan vb. ülkeleri “foedal despotizm”, Lübnan, İran, Irak gibi ülkeleri “kozmopolit işbirlikçilik, ticaret ve acenta kapitalizmi”, Türkiye’yi “batıdan çok batıcı, tetikçi ve dolar düşkünü, kozmopolit işbirlikçi bir yönetim” , İsrail’i ise ABD’nin truva atı, işgalci ve vurucu gücü olarak izah ediyor. Dahası Gerger, Irak işgaline de vurgu yaparak, ‘Bugün de Irak’ta ki iç ve dış ‘koalisyon’la bir sömürgeci alt sistemin tarihsel bloku oluşturulmak isteniyor’ değerlendirmesini yapıyor. (522) Aynı şekilde Gerger, Kafkasyadaki “portakal-limon devrimlerini” de analiz ederek, bu devrimlerin nasıl karşı devrimci rol oynadıklarını, mesela Gürcüstan’daki bakanların maaşlarının emperyalist burjuvazinin spekülatörü Georg Soros tarafından karşılandığını ve bu yönetimlerin nasıl işbaşına getirilerek işbirlikçi yönetimler / uşaklar olduğunu belgelerle açıklıyor. (522-523)
“ABD-Ortadoğu-Türkiye” kitabı bir yerde “Kan Tadı”nın devamı gibidir. “Kan Tadı” ABD emperyalizminin tarihsel / sınıfsal oluşumunu, içte ve dışta ki süreçlerini, halk düşmanı yüzünü, zaaflarını ve gücünü izah ederken, “ABD-Ortadoğu-Türkiye” kitabı ise, aynı ABD’nin bölgesel stratejik planlarını, yeni sömürgesel emellerini, süreçlerini ve taktik hedeflerini anlatır. ABD’nin amacı “hem sınıf devrimlerini hem de milli devrimleri sönümlendirmektir” diyen Gerger, bunu “ABD-Ortadoğu-Türkiye” kitabında adım adım kanıtlarıyla gösterir. Ama bence bu eser, ABD’nin amaçlarını daha iyi anlayabilmek için mutlaka “Kan Tadı” kitabı ile birlikte okunmalıdır. Çünkü bölgeye yerleşen ABD’nin uluslararası çapta amaçlarını anlamak, içte gücünü ve zaaflarını kavramak ve bölgede konumlanan gücünün ve zayıflıklarının ayrımında olmak için “Kan Tadı”nı okumak gerekir. Gerçi bu eser “Kan Tadı” okunmadan da okunabilir ama, bana göre bu eser okunmadan, ABD’nin tarihe, doğaya ve insana düşman olan yüzü bu derece kavranılmış olamaz. En azından ben böyle algılıyorum.
“ABD-Ortadoğu-Türkiye” kitabı, daha şimdiden bölgenin ve Türkiye’nin en büyük baş yapıtları arasına girmiştir.
Ancak bu esere karşı burjuvazinin tekelci ve ABD’ci basın / medya dünyasında tam bir kumkuma sesizliği hükmünü sürdürüyor. Sosyalist basın (Sanat ve Hayat, Sosyalist Demokrasi, Yeni Özgür Politika, Atılım, Proleter Doğrultu vb. gibi) ve devrimci bazı kalemler dışında bu sessizlik devam ediyor. Kuşkusuz bunu anlıyoruz. Bunun ideolojik ve politik bir gerekçesi olduğu açık. Oysa Ortadoğu’da sıcak savaş devam ediyor. Konu güncel. Üstelik bu alanda Gerger’in eseri ile birkaç eser dışında derli toplu ciddi bir çalışma da yok. Cengiz Çandar, “Ortadoğu’yu anlamak” adlı yazısında, Ortadoğu üzerine yapılan analizlerin dehşet yoksulluğundan bahsediyor. (Milliyet Kitap. Sayı.8. 2006) Ama her nedense Çandar “ABD-Ortadoğu-Türkiye” eserini görmezden geliyor. Liste veriyor, ama listede ‘ABD-Türkiye-Ortadoğu’ yok. Neden olmadığı açık değil mi? Varlık Hoca’nın belirttiği gibi;
“Hassasiyet, dünya ‘yoksulluğu’ ile birlikte ağırlıklı olarak ‘esaslı bilgi’ üzerinde yoğunlaşıyor ve ABD Adalet Bakanlığı Sözcüsü Jorge Martinez’in altını çizdiği ‘bilgi’, önem ve dürtüsünü hissettiriyor Türkiye’deki uçları itibariyle olabilir…” (Aynı yazıdan)
Varlık Özmenek, Türkiye egemenlerine bir çağrıda da bulunuyor; Gelin Haluk Gerger’in kitabını çürütün! Böylece Türkiye kazansın, diyor. Elbette ses yok. Ama sevgili Özmenek devamla şunları yazıyor; “Öyle ki bu kitabın tezi, bilgisi, emek yoğun belgeselliği ve de bilimselliği çürütülürse dahi topluma açık ve serbestçe… Türkiye kazanır. Şuraya yazıyorum. Yazdı desinler.” (‘Tuzak ise BOP / Hoop ! Düşmeyin’ adlı yazıdan. Sansursuz.com. 26 Temmuz 2006)
Onlarda biliyorlarki Haluk Gerger’in tezlerinin kazanması Türkiye egemenlerinin sonu olacak. Böylece gerçekten Türkiye halkları kazanacak. Onlar Türkiye’nin emekçilerinin kazanmasını değil, kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Elbette Gerger’in tezlerine karşı kumkuma sessizliği bundandır. Yoksa sermayelerine sermaye katamayacaklar ve böylece Türkiye’yi talan edemeyecekler. Mesele bu.
Bu bölümün son cümlesini yine
sevgili Özmenek ile bağlayalım;
“İşte size bugün gelinen sessiz koyu karanlığın hem jeostratejik hem de jeostraTrajik düğüm noktası; Türkiye’nin ulusal egemen medyası hesaplaşamıyor Haluk Gerger’in kitabıyla. Niçin? Ulusallığını yitirip ulusalcılaştığı için…” (‘Ulusal Onur Okuyucu Hattında’ adlı yazıdan. Sansursuz.com. 22 Temmuz 2006)
Yapabilirsem şimdi bu eserin temel olarak gördüğüm bazı mesajlarını ve önemli tarihi derslerini özetlemeye ve buradan bazı sonuçlar çıkarmaya çalışacağım.
II. Temel bir eser; “ABD-Ortadoğu-Türkiye”;
Bölgenin makus tarihini yenmek; ana tezler üzerine birkaç söz
Gerger, yazdığı ‘Önsöz’de” belirttiği gibi bu eserin ikili amacı vardır; ilki ABD’nin, Ortadoğu bölgesine neden saldırdığını, bu bölgeyi neden kendi denetiminde tutmak istediğini, bu saldırganlıkta kullandığı yöntemleri ve bu yöntemlerin hangi koşullarda nasıl değişime uğradığıdır. Yazılmasında ikinci neden ise, ABD’nin bölgeye saldırısının nasıl karşılandığını, ABD’nin bölgenin bünyesinde neden kabul görmediğini, bölge halklarının şanlı direnişini, direnişin nedenlerini ve aynı şekilde bölgedeki işbirlikçiliğin boyutlarını, mililyetçiliğin ve dinin (islamın) çıkmazlarını vs. anlatmaktır. Eserde bu devasa sorunlar, Marksist bir bilim adamının keskin gözlemleri ile ele alınıyor ve bölgenin makus tarihine ilişkin yaklaşımlar, nedenler ve çözümlemeler adım adım örnekleri ile inceleniyor. Kurtuluşun hedefleri gösteriliyor.
1. ABD’nin Stratejik Planları;
“ABD-Ortadoğu-Türkiye” eseri ABD’nin soğuk savaş döneminden başlayıp günümüze kadar gelen dönemin stratejik evrimlerini “bölgesel planda” açıklayan dev bir çalışmayı ifade ediyor. Aynı zamanda Türkiye’nin yaşadığı süreci, işbirlikçiliğin tetikçiliğe varan boyutlarını ve halktan gizlenen bilgileri deşifre ediyor ve yazar bu bilgileri yorumluyor.
ABD önce ülke içinde halkı ideolojik ve kültürel olarak hazırlıyor. Yoğun olarak ideolojik bombardımana tabi tutuyor. Bunun için şiddeti egemen kılıyor, MacCarthy’izmi yaratıyor. Korku, şiddet ve çürütme birlikte devam ediyor. Sonra da başta işçi sınıfı olmak üzere dünya halklarına saldırıyor.
Elbette ABD için temel düşman ülke içinde de ülke dışında da komünizmdir. Bu, onun sınıf düşmanı yüzüdür. Ancak ABD emperyalizmine göre düşman sadece komünizm de değildir, aynı zamanda yurtseverlik de düşmandır. Mesela komünizmle ilgisi olmayan ve Guatemala’da 1950’de seçimle yönetime gelen ve 1951 yılında başkan olan yurtsever Jacobo Arbenz’in başına gelenler bunun en iyi örneğini teşkil eder. Arbenz, ABD şirketlerini millileştirmek ve toprak reformu yapmak gibi ‘büyük suç’lar işliyor! Bunun karşılığı CIA’nın derhal rapor hazırlayarak karşı devrim darbesi örgütler. Arbenz ile birlikte 58 kişinin ölüm listesi devreye sokulur. Ülke böylece “özgürlüğe ve demokrasiye” de kavuşturulmuş olur. Aynen bugün Irak’ta olduğu gibi… (39-40)
Elbette ABD’nin pervasızlığında sınır yoktur. Sayısız örnekler, bulgular, belgeler… Mesela bunlardan çarpıcı olan birine işaret edelim; CIA’nın Beyrut İstasyonu Şefi, Lübnan parlamentosu için üstüne verdiği raporda artık “bir parlamento satın aldıklarını” yazabilmiştir. (221) Bu ve benzer sayısız örnekler bu eserde kanıtları ile gösteriliyor.
ABD’nin kuşatma politikası;
ABD önce ülkelere ve halklara karşı düşman politikalarını hazırlıyor, sonra kuşatıyor ve daha sonra da planladığı gibi vuruyor. ABD dünya çapında kuşatma politikasını geliştirirken bunu üç ana noktaya oturtuyor; ilki, o günün dünyasında SSCB’yi tecrit etmek, ikincisi, Doğu Avrupa’da sosyalizme yönelen rejimleri baskı altında tutmak, üçüncüsü de sosyalist devrim sürecini boğmaktır. ABD’nin bölgeye dönük üçlü hedefi ise şunlardır; birincisi, bölgede ulusalcılık ile SSCB buluşmasını engellemek, ikincisi, bölgede varolan petrol ve gaz rezervlerinin SSCB’ye akmasına mani olmak ve kendi denetimini sağlamak, üçüncüsü de, bölgede batıcı rejimleri güçlendirmektir. (156 ve devamı)
ABD’nin kuşatma planı;
ABD’nin temel amacı SSCB’yi kuzeyden, güneyden, batıdan ve doğudan askeri oluşumlarla kuşatmaktı. Kuzeyden başlamak üzere, yani Avrupa’dan Avusturalya kıtasına kadar askeri paktlarla çevrelemek hedefin ilk yoluydu. İkinci yol ise; güneyden, yani Avrupa’dan Ortadoğu, oradandan da Afrika’nın kuzeyinden geçerek Asya’ya ve Yeni Zelanda’ya kadar olan bölgeyi, askeri paktlarla çevrelemekti. Böylece milli devrimler ile sosyalizm buluşması kırılacak, SSCB tecrit edilecek ve ilerici ulusal hareketler cendere içine alınmış olacaktı. Kuşatmanın korkunç boyutu şu haberde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. 18 Mart 1955 yılında “U.S News and World Report” adlı bir Amerikan dergisinde yayınlanan ve harita üzerinde krokiler ile gösterilen ilginç haberin kaynağı bu eserde verilmiştir. (syf43)
ABD’nin hareket planı;
Bunun için hareket planı ile örgütsel biçimler devreye sokulacaktır. Bu yapılanmanın planı ise şöyledir;
1. 1952 de NATO kurulacaktır. Buna Avrupa, Kanada ve ABD dahil olacaktır.
2. 1952 de ANSUZ kurulacaktır. Buna ABD, Avusturalya ve Yeni Zelanda dahil olacaktır.
3. 1954 de SEATO kurulacaktır. Buna da Asya Pasifik Güney Doğu ülkeleri dahil olacaktır.
Haluk Gerger bu süreci şöyle değerlendirir; “İşte Ortadoğu tam da bu noktada uğursuz stratejik hesapların gündemine giriyor ve hedef yapılıyordu. Amaç, bu paktları birbirine bağlayacak zincirin halkalarına Ortadoğu’yu da eklemek, Avrupa-Asya (NATO-SEATO) arasındaki boşluğu doldurmak için bir Ortadoğu NATO’su kurmaktı.” (syf44)
Ancak bilindiği gibi “Ortadoğu NATO’su bölgedeki halkların direnişi sayesinde kurulamadan dağılmıştır.
2. ‘Ortadoğu NATO’sundan BOP’a uzanan yol;
1950’lere doğru süreç hızla değişime uğruyordu. Bu dönemde (1950’lerden sonra) Eisenhower Doktrini ilan edildi. Bu doktrine göre, yurtsever Arap milliyetçiliğine karşı “yeni bir işbirlikçi Arap Milliyetçiliğine” gereksinim vardı. İlk adımlar atılmaya başlanmıştı bile. Bunun için ilk önce ‘Ortadoğu Komutanlığı’ amaçlandı. Amaç bölgede işbirlikçi rejimleri askeri yapılarla bir zincire bağlamak, bağımsızlıkçı ve demokratik eylemleri de bu askeri paktlarla denetim altına almak ve boğmaktı. Dolayısıyla işbirlikçilik de yaratılmış olacaktı. Böylece soğuk savaşın askeri kuşatmasının Ortadoğu halkası da Avrupa ve Asya Pakt’lar zinciri ile birbirine bağlanmış olacaktı.
Bu süreçte öne iki ülke çıktı; Mısır ve Türkiye. Türkiye 1952’de NATO’ya alındı. Ortadoğu komutanlığı için Türkiye’ye rol biçildi. Böylece Türkiye Ortadoğu ülkesi olarak ilan edilecekti. NATO’ya alınsa bile Ortadoğu’yu salt Türkiye aracılığı ile denetim altına almak olası değildi. Zira Arap dünyasında Türkiye’nin hiçbir prestiji yoktu. ABD’ye bağlı bir Arap işbirlikçiliğini yaratmak başta gelen bir görevdi. Aynı şekilde Arap işbirlikçiliğinin yanında İsrail ve Türkiye’de kullanılacaktır. Arap dünyasında en büyük engel ise, Arap Ulusal Hareket’leri ile Komünist Partileri’nin kitlesel muhalif hareketleriydi.
Mısır ise başka bir kulvarda ilerleyecekti. Bunu aşağıda kısaca anlatacağım.
Türkiye, Pakistan ve İran dışında, bütün ülkeler Ortadoğu NATO’suna karşıydılar. Sonuçta Ortadoğu Savunma Örgütü Projesi, halkların ve ulusların direnişi karşısında rafa kaldırıldı. Ancak Türkiye bu dönemde her zaman olduğu gibi yine uğur
suz role soyunayarak tetikçiliğe çoktan hazır olduğunu ilan etmişti. Yeter ki verilecek yeşil dolarların sayısı fazla olsundu. Menderes o dönemde para-dolar düşkünü bir ülkenin ruh halini şu sözlerle çok güzel yansıtmıştı; “Sarf edilen her doların herhangi başka bir ülkede harcanan dolardan daha fazla güvenlik üreteceği’ni” söylüyordu Menderes. (syf81) Menderes, parayı ne kadar çok verirseniz, başka ülkelere verdiğiniz dolardan daha fazla sizin hizmetinizde olur, bölgede sizin daha fazla güvenliğinizi sağlar ve daha fazla sizin tetikçiliğinizi yaparız, demeye getiriyordu. Türkiye’nin ‘dolar düşkünü ve tetikçiliği’hakkında bu eserde sayısız orjinal belge var. Özellikle 89’cu ve sonraki sayfalara bakılabilir.
BOP’nin on yıllar sonra yeniden devreye sokulmasının böyle bir tarihi arka planı olduğu açıktır. İkibinli yıllarda BOP yeniden devreye sokulmak istenmiştir. Bu da göstermektedir ki, ABD’nin elli yıl önceki amaçlarında stratejik anlamda bir değişim yoktur. Değişim yeni koşullardır ve bu yeni koşullara uygun politik taktiklerdir. Ancak BOP’nin şimdilerde yeni baştan rafa kaldırılmış olması veya en azından yüksek sesle konuşamamalarının tek bir nedeni vardır; bölgedeki halkların direnişi, özellikle Irak ve Filistin direnişleri. Şimdi anlaşılıyor ki; İsrail Lübnan’a ve Hizbullah’a karşı boşuna topyekun bir savaş açmamış. Bunun ABD planı ile doğrudan bir bağlantısı olduğu açık. BOP, bölgedeki halkların direnişine, özellikle de Irak Direnişi’nin varsayımına göre ele alınmamıştı. Böyle bir direnişi öngörmemişlerdi çünkü. Oysa emekçi halkaların tarihi onları bir kez daha yanıltmaya devam ediyordu.
Bu girişim başarısız kalınca onun yerine aynı anlama gelen ‘Bağdat Parkı’ kurulur.(1955) Bu pakt başında Türkiye’nin olduğu, İngiltere, Irak, Pakistan ve İran tarafından oluşturulmuştu. NATO ile SEATO’yu birleştiren önemli bir halka anlamına gelecekti. Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi bazı ülkeler ise karşıt bir hat oluşturmuşlardı. Sonuçta bu girişim de sonuçsuz kalıyor, böylece ‘Bağdat Paktı’ da ölü doğmuş oluyordu. Halkların mücadelesinin nelere kadir olduğu bir kez daha anlam kazanıyordu böylece.
Birçok yeni süreçten geçtikten sonra 1970’lere geldiğimizde ABD, ‘Nixon Doktirini’ni uygulamaya koydu. Bu da Vietnam ile başlatıldı ve dünyaya yayıldı. Buna göre para, silah, taktik, strateji vb. ABD tarafından verilecek, desteklenecek, arazide ise işbirlikçi tetikçiler rol alacaktı. Yani “para ABD’den can işbirlikçilerden” olacaktı.
3. Ortadoğu’ya saldırı başlıyor; hedef ulusal sol / Arap sosyalizmi
Saldırının hedefinde Mısır, Ürdün, İran, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkeler vardı. Amaç Arap ulusalcılığını, başka bir deyişle ulusal sol’culuğu yıkmak ve yerine Arap işbirlikçiğine dayanan bir milliyetçiliği egemen kılmaktı. Başka bir deyişle ABD emperyalizmi için bütün mesele Arap milliyetçiliğinin nasıl kontrol edileceği sorununda düğümleniyordu. ABD bölgede SSCB’nin politikalarını ‘dolaylı saldırı’ olarak tanımlamaktaydı. ABD, Sovyetler Birliği’nin kendi çizgisindeki hareketleri kullandığını iddia edecek, ‘bozguncu ve yıkıcı’ faaliyetlerinde bulunduğunu söyleyecek, bunun da ‘dolaylı saldırı’ olduğunu ileri sürecektir. Böylece ABD’nin askeri müdahalede bulunmasına ‘kılıf’ da uydurulmuş olacaktı. Bir dizi ülkede ABD, CIA darbeleri düzenler, yurtsever hareketler ile birlikte komünist hareketleri de boğmayı amaçlar. Nitekim İran’da, Irak’ta darbeler düzenledi ve yurtsever önderlikleri yıktı. CIA bordrosuna bağlanan Ürdün Kralı Hüseyin gibi işbirlikçiler yaratıldı. Hüseyin 20 yıl boyunca CIA’den maaş alıyordu. Bu bilgi 18 Şubat 1977’de Bob Woodward imzasıyla “Washington Post” gazetesinde yayımlanmıştır. Artık bölgede kendine bağlı yeni işbirlikçiler bulmuştur ABD.
Bu dönemde Kürtlere’de saldırılar başlatılır. Bu saldırılarda kimyasal silahlar kullanılır. Şehirler, köyler yerle bir edilir. Binlerce masum sivil halktan insanlar öldürülür. Aslında Kürtlere saldırılar çok daha öncelere dayanır. İlk hardal gazını 1919’da İngilizler kullanır. W. Churchill o zaman şöyle der; “Gaz kullanımına gösterilen ahlaki tepkileri anlamıyorum… Uygar olmayan aşiretlere karşı zehirli gaz kullamını tam anlamıyla destekliyorum…” (syf26) Bombacı İngiliz Albay Bousett ise anı defterinde bombaların yarattığı görüntüyü tarif ederken “bombaların geceleri harika bir manzara oluşturduğunu” yazıyordu. O dönemde toplumlara ‘uygarlık götüren’ İngilizler, fosfor bombasını, napalm’ı, şarapnel’i, roketleri ve değişik ateşli silahları, ilk defa Kürdistan’da deniyorlardı. (syf26) Daha sonra ise ABD ve onun işbirlikçisi ülkeler (Türkiye, Irak, İsrail) bu silahları Kürtlere karşı kullanmaya devam ettiler. Şimdi de aynı silahları bugünlerde İsrail, ABD’nin onayı ile Filistin’e ve Lübnan’a karşı kullanmaktadır.
Bu saldırıların arkası kesilmeden günümüze kadar ulaşır.
İsterseniz kısaca daha önceki sürece bakalım; Mısır’da bir subay olan Cemal Abdül Nasır (Reis) 1952’de iktidara darbe ile gelir. Nasır sol ulusal bir çizgi izler, ekonomide devlet kapitalizimini savunur ve bu yol da millileştirmelere gider. ABD’nin dayatmalarına karşı çıkar, hem ABD ile hem de SSCB ile iyi geçinmenin yollarını arar. ABD ise tam bir dayatma içindedir. Nasır ise buna direnir. Nasır’ın amacı bütün Arapları birleştirmektir (Pan Arabizm). Bu yolda Nasır Arapların tek ulusal lideri olarak da kabul ediliyordu.
Aynı yada benzer bir çizgiyi İran’da Musaddık izler. Irak’ta ise general Kasım vardır. Diğer ülkelerde de benzer gelişmeler olur. Ama Nasır bütün Arap dünyasında karizmatik lider olarak öne çıkar. Aslında Nasır-Musaddık-Kasım çizgisi, bir yerde Arap dünyasında etkin bir kimlik dönüşümü anlamına geliyordu. Bu her üç lider de anti komünisttir. Binlerce komünisti cezaevlerine doldururlar, işkencelerden geçirirler. Partileri kapatılır. Sendikalar baskı görürür. Grev yapan işçiler öldürülür vb… Ama ‘bağımsızlıkçı’ bir çizgi izleyerek hem Avrupa ve ABD ile hem de SSCB ile iyi geçinmek istemektedirler. Ancak bu bile ABD için oldukça fazladır.
ABD’nin amacı başkadır. ABD’nin stratejik amacı ikili devrim sürecini tecrit etmekti. Milli devrimler ile sosyalist devrimler arasındaki bağı kopartmak temel hedeflerden birisiydi. ABD, milli devrimlerin sosyalist devrime doğru derinleşme tehlikesini çok iyi gözlemlemişdi. Çünkü bu iki devrim arasında bağlantılar derinleşiyordu. Bu süreci Haluk Gerger şöyle yorumlar;
“İki devrim sürecinin tecridi stratejisi de, milli devrimlerle sosyalist devrim süreci arasında nesnel bağların kurulmasını ortaya çıkarıyor, bu Amerika’yı küçükburjuva önderlikli milliyetçi hareketlerin karşısında konumlandırıyordu.” (syf157)
ABD, böylece küçük burjuva önderlikli milliyetçi hareketlere karşı tavır almaya yöneliyordu. Milli devrimler önlenemez noktaya gelince ABD Dışişleri Bakanı Dulles’in deyişi ile sömürgelerin bağımsızlığına ‘düzenli geçişi’ sağlamak gerekliydi. Bunu da devrimci yoldan değil, evrimci yoldan yapmak isteniyordu. Eisenhower’in deyişi ile ‘havuç da, sopa da’ elde tutulmalıydı. Böylece Ortadoğu’ya saldırı başlıyordu. Bu saldırılar günümüzde de durmadan devam ediyordu. Bugünü anlamak için geçmişin bu tarihi sürecini iyi okumak gerekiyordu. Gerger’de bunu yapıyordu eserinde.
4. Türkiye ve İsrail; tetikçi iki ülke;
Ortadoğu üzerine çalışma yapan herkes mutlak surette Türkiye ve İsrail hakkında değerlendirmede bulunmak zorundadır. Yo
ksa o çalışma eksik kalır. Gerger Hoca’da bunu biliyor ve bu iki ülke hakkında önemli analizlerde bulunuyor.
Önce Türkiye’den başlayalım; Türkiye gerçek anlamda emperyalizmin, özel olarak da ABD emperyalizminin işbirlikçisi bir ülkeydi. Bölgede karşı devrimin merkeziydi. NATO üyesi yapılarak bölgeye karşı emperyalizmin truva atına soyunduruldu. Türkiye, SSCB düşmanı, vatanı savunan yurtsever Kore’ye karşı bile savaşa koşa koşa giden, ‘parayı bastıranın kılıcını sallayan’ tetikçi bir ülkeydi. Bu onun kuruluşundan itibaren bir varoluş biçimiydi zaten.
Türkiye, ABD ile 1959’da Eisenhower Doktrini’nin Türkiye’de uygulanmasının hukuki zemini anlamına gelen bir antlaşma imzalamıştı. Bu antlaşma aslında ABD ile ilişkilerin yeni seviyesini gösteriyordu. Daha önce ise gizlice İsrail ve İran’la birlikte 1958’de ‘Hayalet Paktı’nı imzalamıştı. 1979 İran Devrimi’nde ele geçen bir ABD gizli belgesinde (CIA belgesi), Türkiye ile İsrail arasındaki gizli görüşmeler açığa dökülmüş, zaten Arap dünyasında sıfır prestije sahip olan bu ülke, bütünüyle bölge halkları tarafından onursuz ve teslimiyetçi bir ülke olarak ilan edilmişti. Bu gizli ilişkiler tümüyle ortaya döküldükçe Türkiye’nin ipliği iyice pazara çıkıyordu. Haluk Gerger, işte bu sayısız gizli görüşmeleri deşifre ediyor, kamuoyuna sunuyordu bu eserle. Mesela 1958’de İsrail Dışişleri Bakanı Golde Meir ile Marmara Denizi üzerinde bir teknede (tekneyi seçmelerinin sebebi, bu görüşmenin kamuoyu tarafından duyulmasının engellenmesidir), sonra Zürih’de, yine İsrail D.İ.B olan Sasson ile Paris’te, 1958’de Türk Genel Kurmay Başkanı Fevzi Mengüç ile yapılan gizli görüşmeler sürdürülüyordu.
ABD için Türkiye örnek bir ülkeydi. ABD Başkanı Eisenhower, 29 Mart 1959’da CIA’nın bordrosunda maaşa bağlanan Ürdün Kralı Hüseyin’e komünizme karşı mücadele için Türkiye’yi örnek gösteriyordu ve şöyle diyordu; ‘Türkler gibi olun.’ (34) Böylece tetikçilikte Türkiye, Araplara örnek olacaktı. Türkiye tam anlamıyla abluka altına alınmış, işbirlikçilik derinleşmiş ve ABD yaşam biçimi adeta içselleştirilmiş bir konum kazanmıştı. Ülke artık ABD’nin herhangi bir eyaleti gibiydi. Böylece CIA Türkiye’de cirit atıyor, bordrolu çalışanların sayısında artma gittikçe büyüyordu. Kim bilir Türkiyede kaç bin veya kaç yüzbin CIA bordosundan maaş alan yöneticiler, yazarlar, gazeteciler, politikacılar vardı. Bunlar da herhalde birgün su yüzüne çıkarılacaktır. Dahası çok yakın zamanda 1 Ağustos 2006 tarihli Hürriyet Gazetesinde çıkan şu haberi ibretlik olarak birlikte okuyalım;
“1980’li yıllarında CIA’nın İstanbul bölgesi şef yardımcısı olarak görev yapan eski ajan Philip Giraldi ‘Ben orada iken İstanbul, Avrupa’nın en büyük CIA üssü idi’ dedi. Rusların aksine CIA’nın Türk istihbarat servislerine sızamadığını öne süren Giraldi, buna karşın ‘üst düzey bir Türk yetkilisi’nin büyük paralar karşılığında CIA için çalışmaya ‘gönüllü’ olduğunu iddia etti.”
ABD’nin işgal ve abluka hareketinde Türkiye, İsrail ile birlikte adeta askeri kıtada ‘sefere hazır’ bekleyen (ne de olsa asker bir millettik! Dahası Türkiye düzeni, güneş tutulmasını bile hazırolda “istiklal marşı” söylerek izleyen bir ülkedir. Haberin kaynağı 30 Mart 2006 tarihli Vatan ve Hürriyet Gazetelerinde yayınlandı.) Türkiye vurucu bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Mesela Suriye krizinde ABD’nin bölgeye gönderdiği Leo Henderson’un bir dizi görüşmesinden sonra (mesela Bayar, Menderes, F.R.Zorlu, Emin Kalafat ve Melih Esenbel gibi) kendi hükümetine yazdığı raporda şunları anlatır;
“… Dolayısıyla da şu sorulara olası yanıtları bilmek (Türkiye BN) istiyor; ‘Şayet Türkiye Arap ülkelerinin harekete geçmeye hazır olmadıklarını görürse ve bugünkü Suriye rejimini kendi başına ortadan kaldırmaya kalkarsa, ABD kendisini destekleyecek midir? Ayrıca şunu da öğrenmek ister; ABD’ye göre, Türkiye ne yapmalıdır? Ve ABD ne yapmaya hazırdır?’ Belliydi ki Başbakan, Suriye sorununun esas olarak bir Türk sorunu olduğunu belirtmeye çalışıyordu.” (syf184)
ABD ise bu sorunu Araplar’ın çözmesini isterken Menderes Henderson’a “Lütfen Türkiye’yi engellemeyin” dediğini aktarıyor. Yani “doları verin ve bizi bırakın” demeye getiriyor. Daha nice örnekler… Mesela bunlardan birisi de Körfez krizinde (Ürdün sorununda) ortaya çıkıyor; İngiltere ve ABD, Ürdün’ü işgal ediyorlar. Artık Ürdün “Hür Dünyanın askeri operasyonları ile özgürleştirilmiş, demokrasiye kavuşturulmuş, bağımsızlıklarını kazanmışlardı.” (Aynen bugün Irak’a götürmeyi vaat ettikleri ‘demokrasi’ gibi…) Türk Dışişleri Bakan’ı Zorlu ise hemen ‘Türk Hava Kuvvetlerinin emirlerinde olduğunu’ söyleyerek kendilerinin de işgale katılmaya hazır olduklarını bildiriyordu. ABD ise bunun bir NATO hareketi olduğunu belirterek öneriyi reddediyorlardı; ABD “biraz kenarda durun, tetikçi olun dedikse de bu kadar değil” demeye getiriyordu. Bu eserde verilen ibretlik başka bir örneği daha aktaralım; 29 Mayıs 1958 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, ABD Başkanı’na yalvar yakar tam anlamıyla ibretlik bir mektup yazarak dolar dilenir. Bu mektubun uzun bir bölümünü bu eserde okumak mümkün.(syf207) Son 30 yılın yakın tarihindeki ibretlikler durmadan devam eder kuşkusuz. Tarih de böylece tekerrür etmeye… Bundan daha birkaç yıl önce bu ibretliklerin bir benzeri de ‘at pazarlıklar’ın da yaşanmamış mıydı? Gerger Hoca, at pazarlığı sürecinde Türk temsilcilerinin ABD’den nasıl kovulduklarını da (hatırlayalım o dönemde Türk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’dır, Başbakan da A. Gül’dür) ayrıntılı olarak bu eserde belgelerle göstermeye devam eder.
İsrail’e gelince; bu ülke zaten başından itibaren batı emperyalizminin, özellikle de ABD’nin yapay olarak kurdurduğu bir devletti. ABD emperyalizminin truva atı, vurucu gücü, piyonu bir siyonist ülkeydi.
1948’de İsrail’in kuruluşu ve Filistin’in bölünmesi, yapay sınırların ve yapay devletlerin ortaya çıkışı, işbirlikçi hanedanlar ile sömürge statüleri (Tunus ve Ceazyir) vb. Ortadoğu’nun bölünmesine yol açmış ve paylaşım savaşları gündeme getirilmişti. Bu eserde ayrıca kelimenin gerçek anlamıyla İsral’in durumu, ABD’nin bölgede vurucu gücü olarak tarihsel olgularla izah ediliyordu.
1967 Savaşı ile bölge tam anlamı ile düşürülmüştü. Bölünmeler artmıştı. Milliyetçi akımlar da bu bölünmeden nasiplerini aldılar. Bir yerde Arap ülkelerindeki bölünme aslında milliyetçi akımlar arasındaki bölünme anlamına geliyordu. Bu bölünmeleri şöyle tanımlamak mümkün; 1. “Amerikancı milliyetçiler.” Buna örnek Türkiyedir. 2. “Ajanlaştırılmış monarşik milliyetçiler.” Buna örnek İran ve Ürdün’dür. 3. “İşbirlikçi milliyetçiler.” Bu da diğer Arap ülkleridir. 4. Bir de özerk kalkınmadan ‘pozitif tarafsızlıktan’ yana devletçi ‘solcu milliyetçiler’ vardı. İslamcılar ise sağ konumda ve ABD ile işbirliği içindeydiler. (syf302-303)
Yenilgi ise paylaşım sürecini hızlandırmıştı. 1967 tarihi Ortadoğu’da bir dönüm noktasıdır. 6 gün savaşı olarak bilinen savaşla Gazze Şeridi, Kudüs, Batı Yakası ve Golan Tepeleri işgal edilir. Savaş’tan önce ABD, İsrail’e Hawaks füzeleri yerleştirir. İsrail ise 2 adet nükleer bomba üretir. Ve bunlar ABD’nin onayı, desteği ve bilgisi dahilinde gerçekleştirilir.
5. ‘Ulusal Sol’un Çıkmazı;
Soğuk savaş döneminde bölgede Arap Milliyetçiliği güçlüdür. Bütün Arapları birleştirme (Pan Arabizm) ortak bir söyleme dayanır. Bir başka deyişle ‘ulusal sol’ çizgi (ya da Arap Sosyal
izmi dedikleri) izlenir. Ancak bu çizgi demokratik kanadı olmayan, ağırlıkla ‘milli devrim’e tekabül eden politik bir çizgiydi.
Daha sonra Arap ülkelerinde milli devrim süreç içinde iki ana yola evrilir;
1. İlki, ana ağırlığını Mısır’da Nasır’ın izlediği ulusal sol bir çizgidir. Bu Sol’a Nasırcılık da denilmiştir. Mısır, Suriye, Irak ve diğer Arap ülkelerinde güçlü bir Arap Milliyetçiliği vardır. Bu toplumsal olarak güçlü bir eğilimi temsil eder. Aşağı yukarı bu çizginin ortak özelliği şöyledir; emperyalizme duyulan tepki ile Ortadoğu NATO’suna katılmayı reddeden, ekonomide devlet kapitalizmini amaçlayan ve bunun için devlet burjuvazisi yaratmayı hedefleyen, ama bu süreçlerden tümüyle işçileri ve emekçileri dışlayan, sınıf çatışmalarını önlemeyi amaçlayan, demokratik katılımı yok sayan bir ekonomi politika çizgisi izleniyordu. Milli birlik ve beraberlik esas politikaydı. Nasır ile başlayan ‘piyasa milliyetçiliği’, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek ile ‘işbirlikçi milliyetçiliğe’ dönüşmüştü. ABD ve İsrail’le uzlaşarak, devletçi kapitalizmi önemli oranda tasfiye ederek, özel sektör ağırlıklı kapitalizmi egemen kılmıştı. Böylece bağımlı bir liberalleşme politikasının önü de açılmış oluyordu.
2. İkinci çizgi de Saddam Hüseyin ve Hafız Esat çizgisidir. Bu ulusalcı sol’un BAAS versiyonuydu. Bu çizgi devrimci sosyalizmden uzaklaştığı ölçüde şovenizme, militarizme ve ‘nasyonal sosyalizme’ kayarak faşizan bir çizgi izledi. Bunlar süreç içinde tümüyle emperyalizmle işbirliğine girdiler. Devlet kapitalizmi dikatatörlüğü altında özel sektör ve burjuvazinin önü açıldı. Bu rejimler tek adam diktatörlüğüne dayanan rejimlerdi. Dolayısıyla bu ülkelerde liberalleşme sınırlı kaldı. Piyasa milliyetçiliği yerine baskıcı / otoriter (faşist jakobenizm diyeceğimiz bir tarz) devlet kapitalizmi egemen oldu. Ağırlıkla Sovyetler Birliği’ne dayandılar.
Aslında Ortadoğu bölgesi de dahil olmak üzere genel olarak doğu toplumlarında devrimin gelişmesinin iki yolu vardı; ilki, en belirgin karakterisitik özelliğini Mısır’da Nasır’ın izlediği yolda görülen çizgidir. Orta veya küçük burjuvazinin milliyetçi ideolojisi etrafında oluşan iktidarlaşma sürecidir bu. Yine emek sömürüsüne dayanan, baskı ve şiddetin devam ettiği, emperyalizme karşı yerel (devlet) burjuvazinin çıkarlarının savunulduğu bir rejim anlamına geliyordu. Devrimin demokratik ayağının yok olması, toplumsal ve sınıfsal çelişkilerin çözümündeki derinleşmenin engellenmiş olması, milli devrimden işçilerin ve köylülerin dışlanması vb. etkenler, her zaman emperyalizm ile işbirliğini gündeme getirebilirdi. Ve öyle de oldu. Nitekim süreç içinde bu gerçekleşmiştir. Diğeri ise işçi-köylü ittifakına dayanan, emperyalizme ve yerel gericiliğe karşı milli devrimi sosyalizm yoluna sokan, toplumsal derinleşmede sınıf devrimini başarabilen ve devrimin öncülüğünü işçi sınıfının eline aldığı gelişme yoluydu. Bunun en belirgin örneği ise Çin, Vietnam, Küba, Kore, Bulgaristan, Arnavutluk vb. gibi ülkelerdeki devrimsel gelişmelerde görüldü. Milli devrimleri demokratik devrimlerle birleştiren ve sosyalizm yolunda ilerleyen devrimler anlamına geliyordu bunlar.
İşte Haluk Gerger, bu eserde bu sürecin ayrıntılı bir analizini yapıyor. İdeolojik bir perspektif sunuyor, tarihi derslerden politik sonuçlar çıkarıyor ve bölgenin tarihsel örneklerini yorumluyordu; Nasır, Musaddık ve Kasım çizgisinin çıkmazlarının ve yenilgilerinin nedenlerini; milli devrimi, demokratik / toplumsal bir devrim süreci ile devam ettirmemiş olmalarında görüyordu. Onların halkın katılımını ve devrimin kitlesel olarak derinleşmesini engellemiş olmaları yenilginin asıl nedeni olarak tercüme ediliyordu. Bu yolda Komünist Parti’lerin özellikle bazı ülkelerde kitlesel atılımlarını ezmeleri, onların da yıkımı anlamına geliyordu aslında.
Oysa o dönemde çok önemli somut gelişmeler söz konusuydu. Önlerinde Çin Devrimi gibi devasal bir devrim deneyi vardı. Çin gibi milyarlık bir ülkede ve aynı şekilde daha bir dizi başka ülkede, ulusal demokratik devrim sürecini geliştiren örnekler dikkate alınmıyordu. Dahası bu devrimler sosyalizm yolunda ilerlemekteydi. Mao Ze Dung önderliğinde gelişen ‘yeni demokratik devrim’ sürecinde, devrimin milli yanına karşın, özellikle devrimin ‘demokratik’ yanı öne çıkarılıyordu. Bu ise sosyalizm yolunda ilerlemeyi derinleştiriyordu. (Kuşkusuz zaman içinde oluşan Mao’nun bazı hataları bu tartışmanın dışındadır. )Gerek Lenin’in, gerek Mao’unun gerekse Enver Hoca’nın tezleri, Arap Sosyalizmi için de yol gösterici olan muazzam özelliklere sahipti. Ama başta Nasır olmak üzere bölgenin milli devrimlerinin öncüleri bu deneylerden yararlanmadılar, bu süreci reddettiler ve yenildiler. Böylece bir ‘Ortadoğu Mao’sunun çıkması engellenmiş oldu.
Kuşkusuz bu süreci değerlendiren Gerger, çok önemli sonuçlar çıkarıyordu bu gelişmelerden. Gerçekten Gerger, Arap ülkelerinde ‘burjuva demokrasi’nin gelişmesinin olanaklı olmadığını biliyordu, dolayısıyla bunun nedenlerini analiz ediyordu. Çünkü bu ülkeler çürümüş, yozlaştırılmış, kozmopolit düzenlerdi. Burjuva demokratik devrim süreçlerinden geçmemiş ülkelerdi. Oysa buna karşın bu ülkelerde ‘devrimci demokrasi’ gelişebilirdi. O, bunun olanaklı olduğunu söylüyordu. Gerger bunu üç nedene bağlar; ilk neden, bu ülkelerde işçi köylü önderliğinin olanaklı olduğudur. İkinci neden, ulusal kurtuluşu, toplumsal / sınıfsal kurtuluş ile birleştirmenin imkan dahilinde olduğunu, üçüncü nedenin ise burjuvazi ile emekçi halklar arasındaki nesnel çelişkilerin, sürekli olarak “halk’la emperyalistler arasındaki reel çelişkiye” kurban verilmeyip kendi mecrasında gelişme olanağının olduğunu ön gören tezlerdir. (syf340) Özellikle sonuncu tez, hemen hemen geri kalmış ülklerdeki komünist stratejiler açısından çok önem taşıyordu. Zira en çok bu alanda hatalar yapılmıştı. Kuşkusuz bunlar önemli tarihi dersler anlamına geliyordu. Bu tezler ülkemiz devrimi içinde önemliydi.
Gerger, aynı zamanda değişik tanımlar da yapar bu eserde. Mesela bürokratik askeri aygıta dayanan ‘devlet burjuvazisi’ tanımını yaparken sorunu şöyle ele alır; bu ülkelerdeki burjuva sınıfı, serbest piyasa dinamikleri açısından organik olmayan bir sınıftır. Özel bürokratlar sınıfı, kendilerini kapitalist ekonomi içinde kapitalist sınıf anlamına gelecek yeni yönetici bir sınıf özelliği taşımaktadır. (syf319)
Haluk Gerger bütün bu süreci ayrıntılı olarak örnekleri ile açıklıyor ve bu deneyleri politik ve ideolojik olarak da yorumluyor. Yenilginin nedenlerini izah ediyor. Gerger bu deneylerden genel bazı sonuçlar çıkarıyor, hatta Venezüealla gibi ülkelerde gelişen devrimci sürecin, mutlak surette Ortadoğu deneylerinin derslerinden yararlanmasını gerektiğini gösteriyor, her uygun ortamda bu derslerin tarihi tecrübelerini bıkmadan usanmadan anlatıyordu.
6. Bölgede’ki politik akımlar ve komünistlerin hataları;
1950 yıllarında bölgede esas olarak üç ana akım vardır; ilki sağ ve sol ulusal’cılar, başka bir deyişle sağ’dan veya sol’dan etkilenen Arap milliyetçiliği, ikincisi komünistler, üçüncüsü de islamcılardır.
Gerger, sağ ve sol ulusalcı hareketlerin çıkmazlarını ayrıntılı olarak ele almıştır bu eserde. Bunu kısmen yukarda göstermiştim. Kitabın ağırlıklı konularından birisi doğal olarak bölgedeki Arap ulusal hareketi’nin değerlendirilmesine ayrılmıştır. Bu da kuşkusuz, Arap ulusal hareketi’nin ideolojik v
e politik temelinin analizini zorunlu kılmıştır. Gerger de bunu yapmıştır.
Komünistler’e gelince; bölgede ciddi bir gücü temsil ediyordu komünist hareket. Büyük bedeller ödemiş ve milyonlarca insanı harekete geçirmiş önemli politik merkezlerden birisiydi. Ancak komünistler bu süreçte ciddi politik hatalar yaptılar. Özellikle devlete bakan verecek kadar bir likidasyon sürecine girerek sınıfın öz örgütlenmesinden ve bağımsız varlığından vazgeçmesi, hareketin temel yenilgisini oluşturmuştur. İşçi sınıfının ve onun öncüsü partisinin, koşullar ne olursa olsun titizlikle tarih sahnesinde bağımsız olarak yer alması, bunu ideolojik, politik ve örgütsel olarak koruması, hareketin başarısı için olmazsa olmaz nedenlerin başında sayılır. Arap Komünist Hareketi’nin yenilgisinin başlıca nedeni de bu noktada aranmalıdır. Yenilginin temellerinden birisi, stratejik olarak likidasyona varan bir şekilde hareketi, Arap sol ulusalcı’lığına (Arap sosyalizmine) bağımlı hale getirecek kadar öz yapısını yitirmesidir. Yanlış bir ittifak ve cephe anlayışı da bu noktadan sonra ele alınmalıdır. Komünistleri, ‘Arap sosyalizm’ini desteklemeye götüren altı faktörü Gerger şöyle sıralar; 1. Süregelen siyonist-emperyalist saldırılar karşısında ulusal bağımsızlığa sahip çıkması, ulusal cephe, antiemperyalizm kaygıları, ‘ilerici milliyetçilik’ ile ittifak düşüncesi; 2. Milli burjuvaziyi ürkütmeme ve anti emperyalist cephede tutma gayreti; 3. Devlet kapitalizmi çerçevesindeki develetleştirmeler, kamuculuk, devletin yön verici müdahalesi, ‘sosyal adalet-haklar’ uygulamaları; 4. Sovyetlerle ittifak faktörü; 5. Vahşi baskılardan kurtulma, toplumsal meşrutiyet çabası; 6. Kapitalist olmayan yol, ara rejim gibi dönemin teorik yaklaşımları… (syf351)
Ama bütün bu gerekçeler bir yere kadar haklı olsa bile, sınıf hareketinin bağımsızlığı, şartlar ne olursa olsun asla terk edilemez. Sınıfın ve partinin varoluş gerekçesi asla başka nedenlere kurban verilemez. Tarihte ki devrimlerin bazılarının yenilgilerinin asıl nedeni de bu noktadır. Gerger’in üzerinde ısrarla durduğu ana temellerden birisi de budur.
Buradan da anlaşılabileceği gibi komünistlerin temel hataları, milliyetçiliğe destek verirken kendilerini ulusal programla sınırlamaları ve sınıf kimliğinden tümüyle uzaklaşmaları olarak özetlenebilir. Sanırım bu dönemin komünistlerini en iyi anlatan kendisi de eski komünist olan M. N. Roy’un şu sözü olmuştur. Roy şöyle demiştir; “Asya’daki komünizm aslında kızıla boyanmış milliyetçiliktir. Leninist program (ezilen) milliyetçiliği bir dost olarak alırdı; şimdiyse komünizmin kendisi milliyetçiliğin rolünü oynuyor.” (syf352) Kanımca bu mükemmel bir tespittir. Durumu bundan daha iyi izah eden başka bir metin bulunamaz gibi geliyor bana.
Bu bağışlanmaz hatalar komünistlere ağır bedellere yol açmıştır.
Burada çok özet olarak bölgedeki islami hareketlere de değinelim;
Radikal islami hareket, bölgede gerçekten kendi ideolojik ve politik bağımsızlıklarını titizlikle korumuş bir yapıyı ifade eder.
Komünistler bölgede ulusalcı Arap hareketlerinin suçlarına ortak olup kirlenirken, radikal islamcılar bu suçlara ortak olmadılar.
Dolayısıyla kirlenmediler veya daha az kirlendiler, uzlaşmadılar ve bu anlamda daha ‘temiz’ kaldılar. Yakın tarihte bunun en çarpıcı örneğini Filistin’de FKÖ ile HAMAS bağlamında görmek mümkündür. İslamcıların bugün bölgede güçlenmesinin tarihi anlamda esas sebebinin bu olduğunu biliyoruz artık. Bunu Haluk Gerger kanıtları ile bu eserde bizlere göstermiştir. Bu eserin başarısının kuşkusuz böyle bir anlamı da olmuştur.
III. Sonuç olarak;
Bitirmeden birkaç noktayı daha hatırlatmak isterim. Türkiye’nin devrimci sosyalistleri olarak, devrimin güncelliği bağlamında iki noktanın üzerinde durmak gerekir. Özellikle güncel politik gelişmeler açısından bu önemli.
Bunlardan ilki, “ulusal sol” (aslında milliyetçi sol demek daha doğru. Gerger ‘önsöz’de, her iki tanımın dil bilgisi açısından aynı anlama geldiğini belirtmiştir) olarak adlandırılan akımların gerek dünyada, bu kitapta gösterildiği gibi gerek Ortadoğu’da, gerekse (özellikle) Türkiye’de politik serüvenlerinin yeniden hatırlatılmasının gerekliliğidir. Kendilerini sözde emperyalizme karşı çıkar görüntüsünü veren bu akımlar, emperyalizmin işbirlikçisi devleti ve onun başta ordu olmak üzere kurumlarını savunarak, ırkçı, şoven, milliyetçi ve emek düşmanı politik çizgi izlemekte hiçbir beis görmediler, görmezler. Bu da onlara göre sözde anti emperyalizm olmaktadır! Onların anti-emperyalizmi İlhan Selçuk’un Coca-Cola’ya karşı Cola Turka’yı savunması kadardır mesela… Aslında bunların nasıl nasyonalist ya da nasyonal sosyalist bir çizgi içinde faşist hareketlere dönüşmüş olduklarının çok iyi biliyoruz. Bu hareketlerin varacağı, hatta vardığı nokta, Haluk Gerger’in bu eserde gösterdiği gibi, olsa olsa Ortadoğu’da BAAS Sol’culuğu olur. Mesela 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde FKÖ gerillalarının Beyruttan atılmasında ‘ulusalcı sol’ Mısır cepheyi terk etmiş, ‘sol’cu ve milliyetçi Suriye arkadan vurmuştu. ‘Ulusalcı sol’ buydu. Kuşkusuz bu onların en karakteristik özelliğiydi. Bunların ülkemizdeki en bariz görünümü ise “kızıl elma’cı” koalisyondur. Elbette ‘cürümü kadar yer yakan’ bu koalisyonun hiçbir gücü temsil etmediğini biliyoruz. Ancak önemli olanın bu gücünden veya güçsüzlüğünden bağımsız olarak, bu yapıların karşı devrimci, otoriter ve faşist anlayışlarıdır. Kuşkusuz ‘kızıl elma’cı koalisyon dışında kalanlar da bundan farklı değildir. Bunları da biliyoruz. Bunun nasıl çıkmaz ve karanlık bir sokak olduğunu Haluk Gerger bu eserde çıplak bir şekilde tarihi örneklerle göstermiştir. Ulusal sol’un Türkiye’deki evrimini anlatan Gerger, bunu kemalist kadrocu hareketin görüşlerine çok benzediğini, daha sonra YÖN ile devam ettiğini, Doğan Avcıoğlu’nun “Milliyetçilik bayrağını sosyalistler taşıyor” düşüncesi ile evrimleştiğini belirterek şu önemli tanımı yapmıştır; “Türk ulusal solculuğu, Nasırcılık / Kemalizm kırması bir noktadan kalktıktan sonra BAAS’cılığa evrilmiştir. ‘Kürt Savaşı’ndan sonra günümüzde ki yeni hareketlenmesinde ise onu da aşıp, hızla ‘nasyonal sosyalizm’e dümen kırmıştır. Onun hazin ideolojik serüveninin, Kürtlere karşı ABD emperyalizmi ile bir eylem noktasında anlaşabilirse, katıksız bir Amerika hayranlığına dönüşmekle noktalanacağı kuşkusuzdur…” (syf358)
Bu tarihsel deneyler ülkenin devrimcilerine bu nedenle öğretici malzeme sunarken, aslında nasyonal-sosyalist milliyetçi sol’un karşı devrimci maskesini de alaşağı etmiştir. Bu eser bu yönden de önemlidir.
İkinci noktaya gelirsek; liberal sol akımların, uluslararası sermayenin ve emperyalizmin orta oyununda kullanılan ve nasıl birer figüranlar oldukları kanıtlarında görülen politik çizgileridir. Haluk Gerger, ‘ABD-Ortadoğu-Türkiye’ adlı eserde bu deneyin acı sonuçlarını (Arap deneyinden hareketle) gösterdi. Anlatılan deney ‘piyasa milliyetçiliği’ olarak da bilinen liberal işbirlikçi çizginin, en hafif deyimle nasıl emperyalizmle uzlaşarak işbirliğine yöneldiğinin tarihidir. Nasır’da kökleri bulunan, ama esas olarak Sedat ve Mübarek ile başlayan işbirlikçi liberal çizgi, aslında politik intihar anlamına gelen bir çizgiydi. Bu aslında ülkemiz liberal sol anlayışının da nasıl bir çıkmaz içinde olduğunun güzel bir örneği gibidir. Ülkemizin liberal sol akımlarının, AB savunuculuğunda kendini gösteren, ama esas olarak uluslararası sermaye
nin ‘liberalizm’ine bağımlı hale gelen, Yeni Dünya Düzeni-Küreselleşme çizgisine uyumlu olan ve kendini burjuva anlamda ‘demokratizm’ ile sınırlayan politik bir çizgide ifade bulmuş olmaları, bu hareketin konumunu anlatmaya yeter.
İşte bu eser kuşkusuz bu bakımlardan da oldukça öğreticidir.
Bugün Ortadoğu ateşin ve savaşın girdabında yanıyor.
Barbarlara karşı Ortadoğu halkları güçlü bir savunma ve direniş gösteriyor. Barbarlar kendi içlerinde parçalanıyor ve yenilgiyi çok acı bir şekilde tadıyorlar. B. Russell’in dediği gibi ‘güçlü savunma ile uygarlık arasındaki ilişki’yi (syf553) şimdi Ortadoğu halkları kanıtlıyor. Direnen halklar uygarlığı temsil ediyor. Barbarlar ise emperyalizmi ve onun işbirlikçi halk düşmanı düzenlerini…
Son sözü Haluk Gerger’e bırakalım. “ABD-Ortadoğu-Türkiye” kitabının temel düsturunu Gerger son sözde şöyle anlatır;
“Ama Ortadoğu’nun tarihi, aynı zamanda, bir kez ayağa kalktıklarında hainlerin uğursuz planlarını yerlebir eden kölelerin kurtuluşa yönelen görkemli başkaldırılarını da yazıyor. Bu insanlık serüveninde, evcilleştirilemeyen Arap atlarının, o doludizgin küheylanların rüzgarları savuran yelelerinden günümüze gelen hürriyet çığlıkları ve kurtuluş umutları da var. Elbette onların günü de gelecek.” (syf555) Mutlaka gelecek.
Eline, yüreğine, beynine sağlık sevgili Haluk Gerger. Böyle bir eseri bize ulaştırdığın için.
Hasan Oğuz
3 Ağustos 2006
Denizli Köyü / Elazığ
[email protected]