Türkiye’nin enerji sorunu, sadece teknik ya da ticari yaklaşımlara hapsedilemeyecek kadar önemlidir. Ancak ve ancak bu bilinçle hareket eden, bu bilinci toplusallaştıran, toplumsal olanı siyasallaştıran, üretenler “söz, yetki, karar” sahibi olana kadar ısrarla bıkmadan mücadele eden ama gerçekçi çözümleri açığa çıkartmaya niyetli yapılar başarıya ulaşacaktır. Sorunlara karşı, yalnızca “bu yanlıştır, biz karşıyız, böyle olmaz” demek, […]
Türkiye’nin enerji sorunu, sadece teknik ya da ticari yaklaşımlara hapsedilemeyecek kadar önemlidir. Ancak ve ancak bu bilinçle hareket eden, bu bilinci toplusallaştıran, toplumsal olanı siyasallaştıran, üretenler “söz, yetki, karar” sahibi olana kadar ısrarla bıkmadan mücadele eden ama gerçekçi çözümleri açığa çıkartmaya niyetli yapılar başarıya ulaşacaktır. Sorunlara karşı, yalnızca “bu yanlıştır, biz karşıyız, böyle olmaz” demek, çözümsüzlüğü bir umut haline getirmekten başka bir “çözüm” sunamayacağı gibi, müzmin muhalif kimliğini biraz daha pekiştirecektir.
Çernobil faciasının üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen olumsuz etkilerinden hala kurtulamadık ve sonuçlarını daha ciddi bir biçimde yaşamaya başladığımız da söylenebilir. Buna rağmen, mevcut hükümet ve ölüm tacirleri, sanki bütün bunlar yaşanmamış gibi yine iş başına geçerek “iş, ekmek, gelecek” vaatleriyle yeniden nükleer fisyon santralini hayata geçirmeyi planlıyorlar. Her hükümet döneminde sıkça dillendirilen bir proje olmasına rağmen, bu projeye soğuk bakan toplumun razı gelmesini sağlamak için oyunlar oynuyorlar. Devlet elindeki termik santralleri, emre amade beklemelerine rağmen devreye almayarak, elektrik kesintileriyle halka nükleer santrallerin ne kadar acil bir gereksinim olduğunu kabullendirmek istiyorlar. Kısmen başarılı olduklarını da bugün görmekteyiz.
Hükümetin son duyurduğu plana göre 2012-2017 yılları arasında toplam 5000MW gücündeki nükleer fisyon santralleri devreye girecek. AKP Hükümeti bütün tepkilere karşın kararlı gözüküyor.
Karşı cepheden baktığımızda, bu tutumun geçerli nedenleri var. Nükleer teknolojiye geçişin ve özel olarak da nükleer silah teknolojisinin stratejik önemi, hükümet yandaşı şirketlerin ve yabancı yatırımcıların kazanacakları rant gibi birçok gerekçe saymak mümkün. Ama burada üstünde durulması gereken çok önemli bir nokta var. İran benzeri bir projeyi hayata geçirirken ABD ve diğer güçlerin yükselttiği müdahale tehdidinin, Türkiye söz konusu olduğunda geçerli olmamasının altında yatan gerçekler… İşte bu gerçekler yüzünden, sadece çevre duyarlığıyla yaklaşmak ya da teknik verileri ortaya koymak önemlidir ancak sorunun bütününe işaret etmek için yeterli değildir.
Elimizde internet gibi çok önemli bir bilgiye erişim olanağı olmasına rağmen, temelsiz iddialarla yürütülen bir muhalefet tarzı bizi çözüm şansı tanımayacaktır. Örneğin “dünya bunu terk ediyor” diyerek ileri ülkeler örneğini gösterenler, bugün sektörü yeniden canlanmaya başlamasıyla dayanaksız kaldıklarının ne kadar farkındalar, emin değilim. TAEK Başkanı Çakıroğlu’nun açıklamasını internetten takip edenler varsa anımsayacaktır. Çakıroğlu açıklamasında dünyada 450 civarında nükleer santralin çalıştığını, 30’nun inşaatının sürdüğünü, 100 tanesinin de planlama aşamasını geçtiğini, ABD’nin nükleer enerjiyi teşvik etmek amacıyla bütçeden 14,2 milyar dolar pay ayırdığını belirtti. Çalıkoğlu ayrıca, nükleer enerjiden vazgeçenlerin eski teknolojiyi ihraç etmeye çalıştığı yönündeki düşüncelerin gerçeği yansıtmadığını söylediyse de bunun ne ölçüde doğru olduğunu hep birlikte göreceğiz
Diğer taraftan TAEK’in internet sitesinde yayınlanan bir açıklamada, nükleer enerjinin çevresel etkilerinin bütünüyle olumsuz olmadığını gösteriyor. Açıklama metni şöyle: “Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Nükleer enerjinin iklim değişikliğine sebep olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun azaltılmasında büyük rolü vardır. Günümüzde nükleer santraller elektrik sektöründen kaynaklanan sera gazı salınımında yıllık olarak %17 azalmaya sebep olmaktadır. Yani bu santrallerin yerine fosil yakıtlı santrallerden elektrik elde edilmiş olsaydı her yıl 1,2 milyar ton karbon atmosfere verilecekti.”
Kısacası nükleer enerjiye dair değerlendirmelerde çok yönlü bir bakış açısına ihtiyacımız olduğu açığa çıkıyor. Keza, şu ana kadar yapılan değerlendirmelerin birçoğunda sıradan çevreci duyarlığının ya da teknik tartışma sınırının dışına çıkılamıyor.
Oysa son dönem dünya siyasetine şekil veren ABD-Hindistan nükleer işbirliği anlaşması, İran’ın uluslararası gerilime yol açan nükleer programı, ABD-Kuzey Kore arasında dönem dönem kaşınan nükleer silah gerilimi gibi gelişmelerin yeni dönemdeki “nükleer enerji tartışmalarının” uluslararası askeri gerilimlerle yan yana geliştiği de bir gerçektir. İran’ı tehdit edenlerin, Türkiye’yi neden teşvik ettiğine bu açıdan bakmak ve nükleere karşı muhalefeti bu gerçekleri de görerek kurmak gerekir.
Yine, gündemde olan termik santraller ve özel olarak da doğalgaz çevrim santrallerine değinmekte de fayda var. Bu santrallerde kullanılan fosil yakıtlar şimdi gittikçe büyüyen ve karmaşıklaşan uluslararası bir kapışmanın aracı. Bugün, ekonomisini henüz oturttuğu söylenen Rusya, dünya petrol ihracatında Suudi Arabistan’dan sonra ikinci sırada. Eğer yazılanlar doğruysa 15 milyar dolarlık borcunu bir kalemde ödeme kapasitesini çoktan yakalamış. Şu anda milyarlarca dolarlık sıcak para girdisiniyse sınır ötesi yatırımlarda kullanıyor ve uluslararası sömürü savaşında ben de varım demeye çalışıyor. Rusya Ukrayna’yla yaptığı doğalgaz anlaşmasında fiyatı 50 dolardan 250 dolara çıkartarak kasıtlı bir kriz yaratmıştı. AB’nin enerji ihtiyacının %50’sini dışarıdan ithal ettiği bilinen bir gerçek ve tabloya baktığımızda önümüzdeki sürecin daha birçok krize gebe kalacağı ortaya çıkıyor. Kaldı ki enerji savaşında özelleştirmelerle de birlikte iç kaynaklarından çok dışa bağımlı bir politikayı benimsemiş olan Türkiye’nin özellikle doğalgaz çevrim ve nükleer santral yapım projeleri bu krizin bile bile ülkemize de davet edildiğini gösteriyor.
Enerji Arenası Danışma Kurulu, yayımladığı raporda, 2020 yılında elektrik enerji üretiminin %80’nin doğalgaz kaynaklı olacağı öngörülüyor. Kısa süre önce 13 ilde yaşanan ve trafo bakım onarım gibi mesnetsiz iddialarla gerekçelendirilen elektrik kesintileri, özel elektrik üreticilerinin tehditle karışık sızlanmaları, Başbakanın aciz basın açıklaması, Rusya’nın Ukrayna’ya yaptığı %400’lük doğalgaz zammı… enerjide yaşanan ve yaşanacak olayların daha çok krizlere (hatta hükümet değiştirtecek kadar büyük krizlere) gebe olunduğunun göstergesi.
Burada sorulması gereken önemli soru, enerji bu kadar stratejik bir durum arz ederken Türkiye’nin enerji stratejisinde neden sadece coğrafi özelliğe dayalı bir strateji ön plana çıkartmakla yetinildiğidir. Halbuki doğal kaynaklarımıza baktığımızda, istatistik verilerde görülen verili durumun aslında istenilen irade konulduğunda kendi iç kaynaklarımızın kendimize yeteceğidir.
EİEİ Genel müdürlüğünün verilerine göre Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynakları potansiyeli;
Hidrolik 7,5 MTEP-Milyon Ton Eşdeğer Petrol (ekonomik potansiyel)
Rüzgar 19,0 MTEP (teknik potansiyel),>2,5 MTEP(ekonomik)
Jeotermal 5,5MTEP (teknik potansiyel)
Güneş 80,0 MTEP (teknik potansiyel)
Biyokütle 6,0 MTEP (teknik potansiyel), olarak belirlenmiştir.
Görüldüğü gibi güneş enerjisi yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları içinde en yüksek potansiyele sahip olanıdır. Türkiye güneş enerjisi yönünden oldukça zengin bir ülkedir. Türkiye’nin ortalama yıllık toplam güneşlenme süresinin 2.640 saat (günde 7.2 saat), ortalama to
plam ışınım şiddetinin 1.311 kwh /m2 -yıl (günlük toplam 3.6 kwh/m2 gün ) olduğu tespit edilmiştir.
Türkiye ısısal güneş enerjisi üretimi açısından Çin, ABD ve Japonya’dan sonra dünya dördüncüsü durumundadır. Yıllık 5.690 mwh’lik ısısal güneş enerji kapasitesi ile de Avrupa’da ilk sırada yer almaktadır.
Bütün bu bilgilerin ışığında baktığımızda Türkiye’nin öz kaynakları kesinlikle kendisine yetecek durumdadır. Yenilenebilir, doğayla uyumlu, bölgelere göre değişen enerji kaynakları vardır. Jeotermal ve rüzgar enerjisi; ya da kömür kaynakları açısından bakıldığında maliyet hesaplanmaksızın filtre korumalı termik santral vs. gibi birçok alternatif varken hükümetlerin tercihlerinin bunlar olmaması kesinlikle bilinçli bir tutumdur. Bu tutum, bu ülkenin gerçek sahipleri olan bizlerin geleceğini ve de bu ülkenin bağımsızlığını elinden alacak bir yaklaşımdır. Özelleştirme bu bağımlılaştırma ve geleceksizleştirme hedefinin temel aracı konumunda. Çözümler ortadadır ve bu çözümleri hayata geçirmek için başta sendikalar olmak üzere bu ülkenin demokratik güçlerinin iradesine ihtiyaç vardır.
*Enerji-Sen Genel Başkanı