SEZER’İN TUTUMU NEYİN SONUCU Yaz ortasında bütün ülke, televizyonlar karşısına kilitlenmiş olarak ‘Tanga istatistiklerini’ tutarken, politika bürokrasisinin Ankara’daki müzakerelerinin yoğunlaştığı bir dönemde yönetici elit içerisinde çelişkiler ve çatışmaların da ‘görünür hale geldiği’ görülüyor. Özellikle YAŞ ve Lübnan görüşmeleri sonrasındaki gelişmeler ve Cumhurbaşkanı Sezer’in 26 Ağustos tarihli medyaya manşet olan açıklamaları yeni döneme ilişkin bir genel […]
SEZER’İN TUTUMU NEYİN SONUCU
Yaz ortasında bütün ülke, televizyonlar karşısına kilitlenmiş olarak ‘Tanga istatistiklerini’ tutarken, politika bürokrasisinin Ankara’daki müzakerelerinin yoğunlaştığı bir dönemde yönetici elit içerisinde çelişkiler ve çatışmaların da ‘görünür hale geldiği’ görülüyor. Özellikle YAŞ ve Lübnan görüşmeleri sonrasındaki gelişmeler ve Cumhurbaşkanı Sezer’in 26 Ağustos tarihli medyaya manşet olan açıklamaları yeni döneme ilişkin bir genel değerlendirmeyi zorunlu kılıyor.
Generallerin pozisyonu: Kategorik düşünmemek üzerine.. Ağustos ayı içinde yapılan YAŞ toplantısı, beklendiği üzere Fetullah Gülen’in Albay olmasına dahi şaşırdığı (Emin Şirin’in tekzip edilmeyen tanıklığını anımsayalım) ‘demokrat’ Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök’ün yerine milliyetçi ve sert mizaçlı Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın atanmasıyla son buldu. Şura’nın sürprizinin, Işık Koşaner’in Jandarma Genel Komutanlığı’na atanması olduğu da çeşitli yayın organlarında yer aldı.
Değişen generallere rağmen Genelkurmay’ın geleneksel tutumunun değişmeyeceği kabul edilebilecekse de, son dönemde ilginç biçimde ordunun hükümetin arkasına saklanarak ABD politikalarını savunduğu görülüyor. Sınır ötesi operasyon blöfü ABD tarafından görülen Hükümet ve Ordunun son dönemdeki genel olarak pozisyonlarının örtüştüğü tespitini yapılabilir. Bunu en kolay biçimde Lübnan’a asker gönderme konusunda izlemek mümkün. Kamuoyunda ABD ve İsrail’e tavır alıyor görüntüsü veren Ordu’nun, bu iki ülkenin ricasıyla! Hükümetin arkasına saklanarak istekli olduğunu dile getirdiği izleniyor. Ordu’nun tutumu; evlenmeye istekli, isteyenleri gelip giden bir kızın -annem bilir diyerek annesini öne sürüp aslında evlenme isteğini annesine de sessizce söyleyerek sorumluluk almamasına benziyor. Oysa Büyükanıt’ın 25 Ağustos tarihli devir-teslim töreninde yaptığı ve 1 Mart’ı da savunan konuşması, ordunun beklentisini açıkça ortaya koymakta: ” Lübnan’a asker gönderme konusunda kategorik düşünmemek gerekiyor… Biz ABD’nin Irak’a düzenlediği operasyon sonrasında Kuzey Irak’a girseydik savaşmayacaktık. Bunu anlamadılar…ABD de bize savaşmak için gelin dememişti.” (Milliyet, 26 Ağustos).
Burada, Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) görevi yapmış (son zamanlarda ortaya çıkarılan hemen her çetede YAŞ ile komuta düzeyi yükseltilen ÖKK’da görevli subayların bulunması da ilginç görünüyor) ve Gayri Nizami Harp yöntemleri konusunda tecrübeli bir generalin JİTEM ve benzeri esrarengiz örgütlenmelerin bağlı olduğu bir komutanlığın başına getirilmiş olması tesadüf değil. Bu tercih, gelecek dönemde özellikle Kürt sorununda yeni illegal operasyonların yapılabileceğinin işaretini veriyor. Nitekim Orgeneral Koşaner devir teslim töreninde ilginç biçimde “MİT ve Emniyet ile işbirliğinin artırılacağı” bilgisini vererek yeni döneme ilişkin motivasyonunu ortaya koydu.
Öte yandan Hava Kuvvetleri’nin başına getirilmesi eski solcular ve iyimser-hümanist çevrelerde heyecan yaratan Orgeneral Cömert’in görev süresinin yarısını tamamladığı şu ana kadar Çiller dönemi bürokratlarını hedef almak dışında hiçbir varlık gösteremediği görülüyor. Nitekim Cömert’in “Hizbullah’ı devlet PKK’ya karşı kullanmamalıydı” yönlü cesaretli tespitine karşı yapılan açıklamalar Cömert’i Ecevit’in Şaron karşısındaki durumuna düşürmüş ve herhangi bir Allahın kulu da generalin haklı olduğunu çıkıp belirtememişti. Şimdilerde Orgeneral Cömert “Kur’anın aslında yanlış yorumlandığı” türü 70’li yıllarda yapılan yüzeysel tartışmalarla vakit öldürerek -Ordu’da egemen ve moda olduğu üzere- ABD hayranlığıyla harmanlı askeri perspektifini, alçak uçuşlu milliyetçi siyaset sarmalına eklemlemiş görünüyor. Bedreddin Cömert Hoca bu sarmala kapılanlarca hunharca katledilmişti oysa..
Hükümet Bağdat Zurnası Çalıyor
Hükümet dış politikada, dışişleri bürokrasisini aşarak Fetullah Gülen ekibine yakınlığı ile bilinen Ahmet Davutoğlu üzerinden doğaçlama bir politik hat izliyor. Başbakanın kurduğu kişisel dostluklar sırayla çuvallarken (Berlusconi ve Zapetero ile kurulan AB ve medeniyetler buluşması eksenli girişimlerden düğünlerdeki nikah şahitlikleri ve Erdoğan’ın el şakaları kaldı yalnızca belleklerde) şimdi ABD’ye biat etmesi beklenen Ortadoğu muhalefeti (Ahmedinejad, Esad, Nasrallah, Meşal) Davutoğlu’nun “uzlaşmacı stratejik vizyonuyla” oltaya alınmaya çalışılıyor. Bu görüşmelerde Türkiye’nin bu güç merkezleri ile ABD-İsrail arasında getir-götür işi yaptığı ve politika belirleme durumunda olmadığı da çok açık biçimde görülebiliyor.
Türkiye’nin Ortadoğu’da ağabey olma isteğini çıkarlarına kanalize etmek isteyen Lübnan ve İsrail’in sözbirliği etmişçesine sınıra Türk askeri istemesi bu noktada anlaşılabilir görünüyor. Nükleer gücünü beyan etmeyen İsrail’in nükleer başlık taşıyabilen Alman denizaltıları satın alarak nerelere hazırlandığını ortaya koyduğu bir dönemde Hükümetin 800-1000 kişilik bir birlikle Ortadoğu’ da barışı koruyup büyük devlet olduğunu göstermeyi hedeflemesi açık olarak strateji sığlığına işaret ederken bir yönüyle de İsrail’in gayri meşru pozisyonunu güçlendirmesine hizmet edecek hiç şüphesiz. Türkiye Nasrallah’a “bırakın direnişi bu adamlarla uğraşılmaz” mı diyecektir Müslüman ağabeyi olarak. Hizbullah’ın silahlarını teslim etmesi karşılığında nükleer denizaltılar alan İsrail’e ve ABD’ye kefil mi olunacaktır.
Cumhurbaşkanı ‘Tonga’ ya düşürülmeye mi çalışıldı?
Cumhurbaşkanı Sezer 25 Ağustos’ta yaptığı açıklamada “Lübnan’a asker gönderilmesine karşı olduğunu” açıkladı. Konuşmasında, MGK toplantısında da bu görüşünü savunduğunu belirten Sezer, “Maşallah BM kararı çıkmadan talip olduk” açıklamasını yaparak Genelkurmay ve Hükümet’in üzerinde uzlaştığı bir konuda karşı tutumunu ortaya koymuş oldu. Bu beklenmedik tutum, bir yönüyle devlet yönetimindeki görüş ayrılığını ortaya koyarken, bir yönüyle de Cumhurbaşkanı’nın yalnızlığını ve halka dönük olarak almaya çalıştığı yeni pozisyonunu gösteriyor. Nitekim Genelkurmay ve Hükümetin ardından Meclis Başkanı -ABD karşıtı!- Arınç ve her konuda hükümetin karşısında açıklama yapan Ağar da asker gönderilmesini savunan birer değerlendirme yaptılar (26 Ağustos). ABD konseptlerinin tam destekçisi MGK Genel Sekreterliğinin de bu yönelimi desteklediği düşünüldüğünde, Cumhurbaşkanının iyice yalnızlaştığı ve resepsiyonda kendisini kurtarmaya! gelen Hilmi Özkök’ü tersleyebilecek kadar (26 Ağustos tarihli gazetelerden: Benim kurtarılmaya ihtiyacım yok..) açık tavır almaya başladığı söylenebilir.
Altı yılı aşkın görev süresi boyunca demokrasi ve emek dostu, hakkaniyetli bir Cumhurbaşkanı görüntüsü veren Sezer, halka rağmen çıkarılan bir çok yasa değişikliğine karşı beklenenin üzerinde performans göstererek karşı koydu. Sendikaların ve emek güçlerinin görevlerini yapmaktan kaçtıkları bir çok konuda Sezer’in muhalefeti ile sonuç alındığı izlendi (Kamu Yönetimi Reformu gibi). Bu bilinenlerden farklı olarak Sezer, 20’ye yakın grevin ertelenmesi kararını onayladı (ki bu grevler sermaye ve hükümete karşı emekçi sınıfların hareket motivasyonunu tanımlamaktaydı) ve ülkenin en önde gelen sorunu Kürt Sorunu konusunda ise en küçük bir demokratik açılımın ateşleyicisi ve savunucusu olamadı.
Bütünsel olarak bakıldığında, kamu düzenini ve devletin mekanizmalarını AKP t
alanına karşı savunmayı temel görev olarak belirleyen Sezer’in halkın demokratik beklentilerini merkeze alan bir tutum içine giremediği ve ülkedeki demokratik güçlerin önünü açabilecek önemli kırılmaların mimarı olamadığı görüldü. Özellikle Korsakof hastası hükümlüleri affetmesi, basına yönelik devlet baskısına karşı çıkması ve üniversitelere yönelik korumacı tutumuyla beğeni kazanan Sezer ortalama bir sosyal demokrat partinin yapması gerekenleri yerine getiren bir konumdaydı. Herhangi bir burjuva muhalefeti’nin dahi yapılmadığı ülkede ileri sayılmak durumundaydı yapılanlar ve genel olarak da böyle kabul gördü.
Sezer’in son açıklamaları ve Genelkurmay-Hükümet-ABD ortak perspektifini yaran tutumunun Bağımsız ve Demokratik Türkiye talebini seslendiren emek ve demokrasi güçleri açısından önemi bulunuyor. Aylarca eylem yaparak; Irak, Filistin ve Lübnan’daki katliamlara karşı tutum alınmasını isteyen yoksulların ve emekçilerin sesinin Cumhurbaşkanlığında karşılık bulduğu görülüyor. Yaygınlaşması ve egemen hale gelmesi gereken bu yönelim; Sezer’in kişisel insani yargılarından öte, aşağıdan yukarıya doğru seslendirilen ve eylemlerle yükseltilen halkın kendi diplomasisinin karşılığı olarak anlaşılmak durumunda. Buradaki temel handikap, Sezer’in dillendirdiği ve etkili olabileceği şüphe götürmeyecek (her şeye rağmen Lübnan’a asker gönderilme ihtimali yüksek görünüyor) bu karşı çıkışın, “Lübnan’a değil Kandil’e asker gönderelim” gibi bir milliyetçi tuzağa havale edilmesi.
Afganistan’a asker gönderme konusunda isteksiz davranan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu’nu strateji bilmemekle (dönemin ASAM uzmanlarının! açıklamalarını ve -Türkiye stratejik büyük oyunda yerini almalıdır! diye propaganda yapan köşe dönmüş yazarları anımsayalım) itham eden kesimlerin tekrar harekete geçirildiği ve Cumhurbaşkanında yansımasını bulan halk tepkisinin olası meclis kararını etkilemesinden endişe duyulduğu görülüyor. Cüneyt Ülsever benzeri “yazdıkları fındık kabuğunu dolduramayacak” yazarlar ve ABD’nin fonlarından beslenen asalaklar bugün Afganistan’da ne başarı elde edildiğini de söylemek durumunda değil mi. Dünyanın en büyük boru hatlarının geçirileceği, dünya siyasetine yön verileceği ileri sürülen stratejik Afganistan’da! Kabil’in dışına çıkamama başarısını göstermiş! kendisini savunabilmekten aciz bir gücü komuta etmekle mi büyük devlet olunuyor. Yoksa aynı başarıyı Türkiye’de de göstermesi beklenen Hikmet Çetin, Cumhurbaşkanı yapılarak tüm pürüzler ortadan kaldırılmak için mi geri çağrıldı oralardan.
Büyük devlet, halk çocuklarını savaşlara göndermek ve milliyetçiliği körüklemek yerine herkesin refahını ve mutluluğunu göz önünde tutarak barışı ülke içinde ve dışında samimiyetle savunan bir politikanın hayata geçirilmesiyle olunabilir ancak. Emperyalizmin genişleyen saldırıları karşısında Türkiye, antiemperyalist politikaların yaşama geçirilmesi için en büyük potansiyele sahip ülke durumunda. Ülkenin bağımsız ve demokratik bir düzene kavuşmasını isteyen yoksullar, emekçiler ve aydınlar herkesin mutluluğunu isteyen namuslu sınıfın temsilcileri olarak ülkenin karar alıcılarını bu yönde zorlamaya devam etmek durumunda. Başarılı olunabileceği, Cumhurbaşkanının aldığı pozisyonla açıkça görülebiliyor..