“İnsanlar ölüyor bari insanlık ölmesin!”. Doğu Konferansı’ndan aydınlar iki hafta önce Lübnan halkına desteklerini bildirmek üzere Beyrut’a doğru yola çıktıklarında temennilerini böyle dillendirmişlerdi. Bir yandan savaşı körüklerken bir yandan topluluklar önünde Brahms’tan ‘Barış Duası’ sonatı çalan devlet bakanları, komşu ülkedeki yaşıtlarını öldürecek füzelerin üzerine ‘selamlarını’ yazan çocuklar, canlı televizyon programlarında İsraillilerin hayatlarının Araplardan daha değerli […]
“İnsanlar ölüyor bari insanlık ölmesin!”. Doğu Konferansı’ndan aydınlar iki hafta önce Lübnan halkına desteklerini bildirmek üzere Beyrut’a doğru yola çıktıklarında temennilerini böyle dillendirmişlerdi. Bir yandan savaşı körüklerken bir yandan topluluklar önünde Brahms’tan ‘Barış Duası’ sonatı çalan devlet bakanları, komşu ülkedeki yaşıtlarını öldürecek füzelerin üzerine ‘selamlarını’ yazan çocuklar, canlı televizyon programlarında İsraillilerin hayatlarının Araplardan daha değerli olduğunu söyleyen dünyaca ünlü yorumcular vs vs… İnsanın aklına gündelik hayatımızda o çokça zikrettiğimiz soru geliyor: “İnsanlık öldü mü?” Akıllara önce hemen evet cevabı gelse de insanlığın hâlâ ölmediğine inanmak için nedenler de yok değil. Belki de Hayfa’da savaşa karşı gösteri yapan bir avuç İsrailliyi düşünmek gerekiyor. Ya da savaşa karşı bildiri yayımlayan Batılı aydınları. Ya da mesela Robert Fisk gibi hâlâ gerçekleri yazmaya çalışan kaleminin gerçek sahibi gazetecileri!
Bizi insanlığın hâlâ ölmediğine inandırabilecek insanlardan biri Robert Fisk. Batılı devletlerin Ortadoğu politikalarındaki ikiyüzlülüğünü yüzlerine vurdukça bize bugünlerde unuttuğumuz o kelimeyi, ‘vicdan’ı hatırlatan bir muhalif. Kendisinin de yaşadığı Londra’ya bombalı saldırı yapıldığında “Bu bir çelişkidir, onlar öldüğü zaman savaş zayiat oluyor, biz öldüğümüz zaman barbarca bir terörün kurbanı oluyoruz” diyebilecek kadar açık sözlü biri. Sayısız tehlike atlatmasına rağmen çatışma bölgelerine gözünü kırpmadan gidecek kadar cesur, çalışmalarında sosyal bilimlerin farklı alanlarından yararlanacak kadar entelektüel, kendine has üslup ve yöntemiyle yazdığı edebi tadı olan haberleriyle kalemi kuvvetli bir gazeteci.
Şimdilerde Agora Kitaplığı, Murat Uyurkulak’ın çevirisiyle Fisk’in en önemli kitaplarından birini, The Great War For Civilisation, The Conquest of The Middle East’i (Medeniyet İçin Büyük Savaş, Ortadoğu’nun Fethi) yayımlamaya hazırlanıyor. İngiliz gazetesi The Independent’ın muhabiri olarak Beyrut’ta yaşayan Robert Fisk, bu kitabında çeyrek yüzyıllık bir tarihi anlatıyor. Bizzat ortasında yer aldığı savaşları, barış görüşmelerini, politik krizleri ve tabii politik olayları gerektiğinde dünyanın diğer yerlerinde olan bitenle de ilişkilendirerek aktarıyor. Kitap, sonbaharda Türkiye’de çıkacak. Aslında Fisk’in Beyrut’a odaklandığı bir başka ünlü kitabı çevrilecek: Pitty The Nation. Fisk şu sıralar Beyrut’taki ofisinden hemen her gün, The Independent için insanlık suçlarını hedef alan sert yazılar kaleme alıyor. Biz de bu yazıların ve yakında çıkacak kapsayıcı kitabın yazarı ile bir söyleşi yapmak istedik. Fisk’e Beyrut’taki evinden ulaştık, biraz kızgın, biraz şakacı ve de capcanlı ses tonuyla bize olay mahalinden bildirdi.
İlk sorum biraz kişisel. Kitabın son bölümünde babanızın Birinci Dünya Savaşı deneyiminden bahsetmişsiniz. Babanızın savaş deneyimi sizin savaşlara bakışınızı nasıl etkiledi?
Ben küçük bir çocukken, babam Birinci Dünya Savaşı sırasında cephede yaşadıklarından bahsederdi. İkinci Dünya Savaşı’nda ise İngiltere’de yaşıyordu. Hükümet ondan Alman işgali olasılığına karşı yerel bir bölgenin direniş liderliğini üstlenmesi istemişti. O da yapabileceğini söylemişti. Eğer Almanlar ülkeye girerse savaşacaklardı, ama tabii Almanlar hiç girmedi. Özellikle Birinci Dünya Savaşı üzerine çok konuşurdu. Kütüphanesi Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili kitaplarla doluydu. Küçük bir çocukken bana savaşların yapıldığı alanları gezdirir, anılarını anlatırdı. On iki yaşımda Birinci Dünya Savaşı ile ilgili her şeyi biliyordum. Daha o yaştayken Türkiye’nin düştüğü zor durumu, babamın, 21. yüzyılın en büyük adamlarından biri diye tanımladığı Mustafa Kemal Atatürk’ü, Ermeni soykırımını biliyordum.
Savaş hakkında her şeyi bilen, olgun, küçük bir çocuktum. Hayatla ilgili çok az şey ama dünyayla ilgili çok şey biliyordum. Sonra gerçek hayatta çatışmaları görmeye başladığım zaman, mesela Lübnan iç savaşını, Afganistan işgalini, İran-Irak savaşını, İsrail’in Lübnan işgalini vs… babamın anlattıklarını hatırladım ve bunların Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki sürecin devamı olduğunu gördüm. Dolayısıyla babamın deneyimleri benim için çok önemliydi. Bunu gazeteci olduğumda, kendimi Ortadoğu’da savaşın ortasında bulduğum zamanlarda anlayabildim.
Kitabınızda en merak edilen bölümlerden biri Usame Bin Ladin’le ilgili kısım olmalı. Onunla buluşmanızdan bahseder misiniz? İnsan olarak Bin Ladin nasıl biri?
Onunla üç kez görüştüm. 11 Eylül’den sonra onunla görüşmeyi umuyordum ama görüşemedim. Çünkü Amerikan Hava Kuvvetleri, Afganistan’daydı. Onunla ilk kez görüştüğümde alçakgönüllü gibi görünmeye çalışıyordu. Bana çok kibar davranıyordu. Birlikte yemek yedik. Sorulara cevap verirken ilk aklına geleni söylemek yerine, bir dakika düşünüp, dişlerini bir odun parçasıyla temizleyerek cevap veriyordu. Mükemmel cümleler kuruyordu. Halifeliği geri isteyen bir adamdı, katı bir şeriat istiyordu.
İlk görüştüğümüzde adaletsizlikten ve Rusya’nın Afganistan’a savaşından bahsediyordu. İkinci kez görüştüğümde, 1996’daydı, çok fazla adamını kaybetmişti ve kendi deyimiyle ‘çuvallamıştı’. Haklıydı da. Son kez görüştüğümde ise Amerika’nın, İngiltere’nin ve Fransa’nın Ortadoğu’yu mahvetmek istediğini düşünüyordu ama en çok Amerika’ya karşıydı. O gördüğümde Afganistan’daki eğitim kampındaydı ve son sözü şu olmuştu: “Robert Bey, şu anda üzerinde oturduğumuz bu dağda, Rus ordusunu yendik ve Sovyetler Birliği’nin parçalanmasına yardım ettik. Ve şimdi Allah’tan bize Amerika’yı kendi gölgesine dönüştürmemize izin vermesi için dua ediyorum.” İkiz kulelerin olmadığı New York resimlerine baktığımda New York kendi gölgesine dönüşmüş gibiydi.
Bin Ladin çok zeki biri ve Amerikalıların gösterdiği gibi de vahşi bir adam değil. Müslüman toplumların hissettiklerini bilme konusunda çok zeki. Müslümanların hissetikleri konusunda hiçkimsenin konuşamadıklarını konuşabilen bir adam. Bin Ladin Amerika’ya saldırdığı, uçakları binalarda patlattığı için değil, Müslüman ülkelerdeki liderlerin söyleyemediklerini söylediği için meşhur biri.
Kitapta Ermeni soykırımı ile ilgi kısımlar Türkiye’de muhtemelen tartışmaya yol açacak. Ermenilerle ilgili Türkiye’ye öneriniz nedir?
Ben Türkiye’ye öneride bulunamam. Türkler kendi kararlarını kendileri almalı. İngilizler yıllardır Müslüman toplumlara öneride bulunuyor, ben bunu yapmak istemiyorum.
O halde bu konudaki düşüncelerinizi alalım.
Öneri vermeyeceğim ama düşündüklerimi söyleyebilirim. Ermeni soykırımının gerçekleştiğini düşünüyorum. Bu bir gerçek. Osmanlı İmparatorluğu bu katliamı sistematik ve acımasız bir şekilde yaptı. Türkiye çok güçlü bir ülke. Ve Türkiye “Ermeni soykırımı gerçektir” dediğinde bunun bir parçası olmayacak. Ama bütün Ermenilerle dost olmayı öğrenecek. Daha fazla Türk tarihçi bu konuda daha cesur konuşmaya başladı, ama bütün Türkler de bunu anlamalı. New York ya da San Francisco’da Ermenilere verdiğim konferansta şunu önerdim: Kendi hayatlarını riske atarak Ermenilerin hayatını kurtaran bir sürü Türk’ün ismini toplamalısınız. Eğer Ermeniler bunu yaparsa birçok kapı açarlar. Eğer bu yapılırsa birçok Ermeninin, bazı Türklere kişisel olarak hayatlarını kurtardıkları için teşekkür edeceklerini biliyoruz. Hayatlar