12 Eylül faşizmi tarafından 20 ağustos 1981’de idam edilen yiğit devrimci Mustafa Özenç, 20 ağustos günü mezarı başında anıldı. Özenç’in mücadele arkadaşlarının katıldığı anmada, Özenç’in arkadaşlarına ve babasına yazdığı son mektuplar ile yazdığı şiir mezarı başında okundu. Mustafa Özenç 1959’da doğduğu Samsun’dan ilk ve ortaöğreniminden sonra ayrılarak 1976-77 öğrenim yılında Yüksek Mühendislik Okulu için Adana’ya […]
12 Eylül faşizmi tarafından 20 ağustos 1981’de idam edilen yiğit devrimci Mustafa Özenç, 20 ağustos günü mezarı başında anıldı.
Özenç’in mücadele arkadaşlarının katıldığı anmada, Özenç’in arkadaşlarına ve babasına yazdığı son mektuplar ile yazdığı şiir mezarı başında okundu.
Mustafa Özenç
1959’da doğduğu Samsun’dan ilk ve ortaöğreniminden sonra ayrılarak 1976-77 öğrenim yılında Yüksek Mühendislik Okulu için Adana’ya gitti. Devrimci harekete burada katıldı. Okulundaki faşist işgalin kırılması ve sonrasında devrimcilerin etkinliğinin artmasında Mustafa Özenç’in büyük etkisi oldu. 20 Ağustos 1981’de Adana’da idam edildi.
Yaşamı: Muhittin Çoban anlatıyor:
“Ailenden ilk kez ayrılıyordun. Yalnızlığın ne demek olduğunu bilmiyordun. Ama öğrenecektin bir başına yaşamayı. Bildiğin, yapmak istediğin tek şey vardı: Okumak.
Kalacak yerin yoktu, kimseyi de tanımıyordun. Yıırt aradın, ev tutamazdın. Adana’daki yurtları dolaştın. Erkek Lisesi Öğrenci Yurdu’na kaydını yaptırıp yerleştin. O dönemde kaldığın yurt faşistlerin saldırı üssü durumundaydı. Tabii sen bunu bilmiyordun. Bilsen de önemli değildi. Siyaset yapmaya gelmemiştin.
Yurttaki ilk gecendi. Köşedeki masaya oturdun. Ürkek ve çekingendin. İzin istemeden oturdular; soru yağmuruna tuttular seni: Adın ne, nerelisin, hangi okulda okuyorsun, liseyi nerede okudun, siyasi görüşün ne; sağcı mısın, solcu musun…
Sıkılarak da olsa soruları yanıtladın. Siyasetle uğraşmadığını, ne sağcı ne de solcu olduğunu söyledin. “Burada ülkücülerden başkasına yer yok. Ya ülkücü olursun bizim faaliyetlerimize katılırsın; yoksa ne okula sokarız seni ne de yurda” dediler. Okumanı engellemekten söz ediyorlardı. Korktun ses çıkarmadın. Okumak zorundaydın.
İlerleyen günlerde yurtta yaşam daha da dayanılmazlaştı. Derneğe, partiye, cezaevindeki ülkücülere yardım adı altında para toplanıyordu; istemeyerek de olsa para veriyordun. Verdiğin her kuruş yüreğiııe oturuyordu. Okula toplu gidiyorlardı. Seni de aralarına soktular. Okulda devrimci öğrencilerle çıkan kavgalara seni de sokmaya zorladılar. Samsun’dan Adana’ya gelirken hiç bunları düşünmemiştin. Kavga değil, okumak istiyordun.
Yurtta senin gibi değişik şehirlerden gelen insanlar vardı. Onlarla tanıştın, arkadaşlıklarınız güçlendi. Faşistlerin baskısından bıkmışlardı. Birlikte ev tutmaya karar verdiniz. Gecekondu mahallesinde bulduğunuz eve yerleştiniz.
Öğrencilerin önüne iki alternatif sunuluyordu; ya okulu bırakıp memleketinize dönecektiniz, ya da okumak için kendi saflarında yer alıp devrimcilere düşman olacaktınız. Faşistlerin safında yer almayacak kadar nefret doluydunuz.. Okulu da bırakmadınız. Faşistlere karşı mücadele ederek okuyacaktınız. Böylece devrimci gençlik saflarında yerinizi aldınız.
Mühendislik’teki faşist işgalin kırılmasına büyük bir istekle ve gönüllülükle katıldın. Faşizme karşı mücadelenin yoğun pratik eylemliliği içerisinde kendini hızla eğitip, olgunlaştırdın. Kendini ve aileni kurtarma düşüncesi artık yerini ülke halklarının kurtarılması düşüncesine bırakmıştı.
Adana Mühendislik Yüksek Okulu’ndaki faşizme karşı mücadele içerisinde militanlaşmış Devrimci Gençlik hareketinin neferi, lideri durumuna gelmeye başlamıştın. Zillidede mahallesinde faşist işgalin kırılması mücadelesinde yer almak için geldin.”
Muhittin Çoban’ın pek çok kişiyle görüştükten sonra ortaya çıkardığı, Mustafa Özenç’in yaşamıyla ilgili “Yaşamın Adını Koymuştun Sen Mustafa Özenç” adlı çalışmasının çeşitli bölümlerinden yararlanıldı.
Bir arkadaşı anlatıyor:
“Onu tanıyanlar için işte abartmasız Mustafa: olağanüstü mütevazi, olağanüstü sade, soğukkanlı, az konuşan, militan ve coşkulu bir ruh ve bitmez bir enerji kaynağı:
O daha çok mahallelerdeki militan mücadelenin içinde oldu. 1978’de Zillidede mahallesindeki faşist işgalin kırılması aşamasında yakalandı, bir günlük gözaltından sonra serbest bırakıldı. Daha sonra Barkal, Diap, Nedimbey ve Fevzipaşa mahallelerindeki faşist işgallerin kırılması mücadelesinin de içindeydi. Bu mahallelerdeki faşist örgütlenmeler halkla birlikte bir ay gibi kısa bir sürede dağıtıldı.
Sonraki yıl Manteks fabrikasındaki faşist MİSK (Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu) örgütlenmesinin geriletilmesi ve giderek de yokedilmesinde fabrika çalışanlarıyla birlikte mücadele işinde yer aldı.
Artık onu herkes tanıyordu. Gençliğine rağmen herkesin sevdiği biri haline gelmesi tüm zamanını ve enerjisini halkına adamasındandı. Mahallelerde herkes onu evine almak için birbiriyle yarışırdı. 1979’da Direniş Komiteleri’nin örgütlenmesi onun en önemli işi haline gelmişti.”
Muhittin Çoban anlatıyor:
“… Faşistler Nedimbey mahallesinde saldırıya geçmişler, sol görüşlülerin dükkanlarını kırıp dökmeye, yakaladıkları solcuları öldüresiye dövmeye başlamışlar. Mahalleyi tanıyan birini gönderdin. Gerekli bilgileri aldıktan sonra iki silahlı grup oluşturdun. İki ayrı koldan mahalleye girildi. Kahvehaneye yakın yerde iki grup birleşti.
Çatışma başladı. Sokaklar boşaldı, insanlar yerine mermiler dolaşıyordu. Çatışma uzun sürdü, polisin siren sesleri gittikşe yaklaşıyordu. Dağılarak geri şekildiniz. Peşinize polisler geliyordu. Bir kavgadaşınla birlikte Yenidam Köyü’ne doğru kaçtınız. Toprak yolun kenarında bir motosiket gördünüz, sahibi ağaçların içindeydi. Motosikleti 50 metre kadar sürüp çalıştırdıktan sonra hızla uzaklaştınız. Geceyi köyde geçirdikten sonra, motoru aldığınız yere bıraktınız.
Diap dışındaki bölgelerde faşist işgalin kırılması tamamlanmıştı. Bir gece geç saatte Diap’a gittiniz. Üç kişiydiniz ve faşistlere görünmemeye çalışıyordunuz. Ama polislere göründünüz. Polisin yavaşlamasından heyecanlanan üç adım arkada yürüyen kavgadaşın kaçtı. Minübüs durdu, iki polis kaçanın peşine düştü. Diğer üç polis de sizi duvara dayayıp elleriniz havaya kaldırttı. Arama yaparlarsa silahı çekip polisleri etkisiz hale getirip kaçmayı düşünüyordun. İki polis soluk soluğa geldi, kaçanı yakalayamamışlardı. İkinizi minübüse atıp karakola götürdüler. Üstünüz aranmadı, sorguya çektiler; kaçanın kim olduğunu soruyorlardı. Tanımadığınızı ısrarla söylediniz. Aranıp aranmadığınız araştırdılar; aranmıyordunuz. Serbest bıraktılar.
Sabah işi olduğunu söyleyerek yanından ayrıldı Atilla Yazgan. Öğle saatlerinde dolmuş.uluk yapan dayısıyla karşılaşıyor. Birlikte eve gidiyorlar. Diap’a girdiklerinde faşistler Atilla’yı görüyor. Durakta etrafını çeviriyorlar. Kaçıp kurtulmak için silahını şekiyor, korkutmak için ayaklarının dibine doğru sıkıyor. Mermisi tükeniyor. Faşistler ortalarına alıyorlar; biri sopayla başına vurup yere yıkiyor. Bir diğeri önce dayısını vuruyor, sonra kalan mermileri Atilla’nın vücuduna saplıyor. Dayısı hemen ölüyor, Atilla 15 gün sonra.
Duyunca çok üzüldün. Hesabını sormak istiyordun. Kavgadaşlarını alıp Diap’a gittin. Diap polis kaynıyordu, olayın katilleri aranıyordu. Yolda ekiple karşılaştınız. Polisler şüphelenmişti; peşinize düştüler. Kaçmaya başlamanızla birlikte polisler silahlarını ateşlediler. Karşılık verdiniz. Muzaffer Ağu yaralandı. Bir süre daha koştuktan sonra yere yıkıldı kaçamadı.
Sen kurtulmak işin bir bahçeye girdin. İncir ağacına çıktın. Ama kurtulmayı başaramayı
p yakalandın. Bahçenin işinde dövmeye başladılar; tekmeliyorlar, yumrukluyorlardı. Suratın kan içinde kaldı, burnundan çeşme gibi kan akıyordu, karakola götürdüler, işkence orada da sürdü, direndin, tutuklanıp cezaevine kondun ama onurunu korudun, sır vermedin.
Tutsaktın artık. Bu senin için çok zordu. Dışarıda yaşamın işinde, kavganın ortasında olmak istiyordun. Hep özgürlüğü düşündün, duvarları aşmanın planlarını yaptın. Kendini eğitmek, yetiştirmek, daha iyi düşünebilmek için okudun, araştırdın.
Günlerce düşündünüz, tartıştınız, olanakları değerlendirdiniz; sonunda tünele başladınız. Bir buçuk ay gece gündüz ekipler halinde çalıştınız. Tünel için cezaevi banyosunu kullanıyordunuz. Kapıyı kaynakla kapattırmıştınız, giriş çıkışı küçük pencereden yapıyordunuz. Çıkarılan toprak, banyonun kabinlerine sıkıştırılarak konuyordu. Hesaba göre çıkışa bir-bir buçuk metre vardı. Bir günlük süre!
Beklenmedik bir olay oldu: İsmail Şahin kabloya takılıyor, bedeni elektrik doluyor. Damarlarındaki kan henüz pıhtılaşmamıştı, vücudu sıcaktı. Suni teneffüs ve kalp masajı yaptınız. Hastaneye gönderilmekten söz edilince karşı çıktın:
“Duygusallığa gerek yok. Görmüyor musunıız vücudu gittikçe soğuyor. Hastaneye gidinceye kadar kanı tamamen pıhtılaşır. Boş yere onlarca insanın geleceğini, özgürlüğe gidişini engelleyemeyiz. İnanıyorum ki, o da bunu isterdi. Bu işi saklı tutmalıyız. Tüneli tamamlayıp büyük firarı gerşekleştirmek zorundayız” dedin.
İsmail Şahin’i koğuşa götürüp üstünü değiştirdiniz. Hemen idareye götürüp hasteneye götürmeşlerini istediniz. Müdüre koğuşta tamirat yaparken ceryana kapıldığı söylendi. Aynı yalan diğer tutsaklara da söylendi. Cezaevi derin sessizliğe gömülmüştü….
Gözyaşlarına hakim olamayanlar ağlıyorlardı. Bu arada bir kişi de idare’de telefonun başında bırakılmıştı. Hasteneden gelecek haberi bekliyorlardı.
Tünel çalışması yapanlar 4. koğuşun mutfağında toplanmışlar, ne yapacaklarını tartışıyorlardı. Ya tüm riski göze alıp birgün daha tüneli kazıp istenilen yerden çıkacaklardı; ya da o gece tüneli açıp kaçışı başlatacaklardı. Uzun tartışmalardan sonra o gece firarı gerçekleştirme kararı alındı. O sırada İsmail Şahin’in kurtulamadığı haberi geldi.
Saat gecenin on biriydi. Firar edecekler iki gruba ayrıldı. İlk otuz bir kişi tünele indi. Önde sen vardın. Çıkış deliğini aştın, kafanı yavaşça çıkardın. Tünelin sonu asker kulübesine yakındı. Devriye gezen askerleri gördün. Askerler uzaklaşınca sessizce çıktın, sürünerek tel örgüyü geçtin. Arkandan iki kişi daha çıktı. Onlar da görünmeden kaçmayı başarmıştı. Dördüncü bir süre süründükten sonra ayağa kalkıp kaçmak istiyor. Askerler farkedince ateş açıyor. Beşincisi sadece kafasını çıkartabiliyor. Kafasını çıkartmasıyla çekmesi bir oluyor. Tüneli hızla boşaltıyorlar. Silah sesleri yoğunlaşıyor; üç saatten fazla… O gün 20 Haziran 1980’di.”
Mustafa Özenç, bir kaç ay sonra 12 Eylül gelince bir grup arkadaşıyla birlikte Tarsus Karabucak Ormanı’na çekildi. 7 Ocak 1981 günü Ayhan Alan ile birlikte motorsikletle arkadaşlarının yanlarına dönerlerken, orman bekçisi Hayri Şimşek’in ihbarı üzerine düzenlenen operasyonun içine düştüler. Çıkan çatışmada Ayhan Alan yaralı yakalandı. İlk anda yakalanmayan Mustafa Özenç de çok geçmeden yakalanarak sorgu için Tarsus’a Jandarma Karakolu’na götürüldü.
Bir arkadaşı anlatıyor:
“Karakoldaki astsubay erlere dönüp bağırır· “Çözün şunun ellerini, bunlar ancak masum ve savunmasız insanları vururlar, bunlar satılmış ve korkaktırlar.”
Erler kelepşeyi çözerler. Mustafa’da yakaladıklarında bulunamayan bir silah vardır. Kelepçesi çözülür çözülmez Mustafa silahı çeker ve önce muhbir bekçi Hayri Simşek’e ateş eder, ardından silahına davranan Astsubay H. Hüseyin Özcan’a bir el ateş eder, silah seslerini duyunca odaya gelen Astsubay Nihat Özbay’a da ateş eden Mustafa, erlerin arasından elde silah geçer. Çıkış kapısında silahına davranan jandarma eri Şaban Öztürk’ü de vurduktan sonra kaçıp gider.
Bir fırında iki gün saklanan Mustafa, Adana’daki arkadaşlarına telefon ederek yerini bildirince arkadaşları gelip onu Tarsus’tan götürürler. Bu arada heryerde, Adana’da Mustafa aranıyor, üstüste operasyonlar düzenleniyor.
Ve nihayet yerini saptayan Cunta güçleri 2 Mart 1981 günü Adana’da İstiklal mahallesinde düzenledikleri bir operasyonda Mustafa’yı yeniden ele geçirirler. Hemen sorguya alınan Mustafa, Karakol eylemi dışında hiçbir suçlamayı kabul etmez. Kısa süren bir göstermelik yargılamadan sonra 13 Mart 1982 günü Adana 1 nolu Askeri Mahkemesi kararı verir: İdam!
Oldukça hızlı bir onay süreci yaşanır. Askeri Yargıtay’ın onayından sonra Cunta’nın generalleri de basarlar imzayı.”
Mustafa Özenç, beş ay süren ölüm bekleyişini şiirler ve mektuplar yazarak geçirir.
Mustafa Özenç anlatıyor:
Arkadaşlarına yazdığı son mektup
“Ben hiçbir karşılık gözetmeksizin, kendimi Türkiye emekçi halklarının sömürü, baskı ve zulme karşı verdikleri “insanca yaşama” mücadelesine adadım.
Bizatihi emperyalizm tarafından yönlendirilen oligarşinin resmi, sivil tüm güçleriyle halka karşı ilan ettiği sindirme. köleleştirrne, yok etme savaşına karşı Türkiye halklarının “DEVRİMCİ YOL”unda mücadele ettim.
Yürüdüğüm yolun engebeli. dolambaçlı ve sarp olduğunu biliyordum. Doğruluğuna inandığım bu yolda ilk düşen de ben değilim. Son düşen de olmayacağım. Bu savaş kurtuluşa kadar sürecektir.
İnsanlığın bu onurlu savaşında bir sıra neferi olarak ölmek, ölümlerin en yücesidir.
Er ya da geç… Zafer Türkiye emekçi halklarının faşizme karşı birleşik devrimci savaşının olacaktır.
Her zaman için onur duyduğum. birlikte olduğumuz Türkiye emekçi halklarının kurtuluşu uğrunda omuz omuza çarpıştığımız Devrimci Yol saflarından beni ancak ve ancak ölüm ayırabilirdi. Ki bu da, geride mücadelemizi “kurtuluşa kadar” sürdürecek yoldaşlar olduğu müddetçe, şerefli bir nöbet teslimi olarak, beni hiçbir şekilde korkutacak bir olay değildir. Ancak istemeyerek bu nöbeti teslim ettiğim için üzüntü duyabilirim. Türkiye’de devrim yapmak için yola çıkan siyasi hareketimiz, izlediği doğru eylem ve mücadele çizgisiyle kısa sürede büyük mesafeler katetmiş ve emekçi kitlelerin büyük sempati ve güvenini kazanabilmiştir. Bu arada çeşitli eksikliklerimiz dolayısıyla sınıflar mücadelesinde yetişmek olanağı bulamadığımız olaylar olmuştur.
Devrimci Hareketimizin kazandığı prestijde hiç kuşkusuz, yiğitçe çatışarak, ya da işkence tezgahlarında direnip sır vermeyerek, ölen, sakat kalan ve zındanlara tıkılan yoldaşlarımızın payı çok büyüktür. Ne yazık ki yiğit yoldaşlarımızın kanı pahasına sağlanan bu prestije gölge düşüren, devrimci hareketimize önemli ölçüde zarar veren dönekler ve hainler de çıkmaktadır. Bunlar zora gelince “paçayı kurtarma” düşüncesiyle bir anda Türkiye emekçi halklarına karşı sorumluluklarını unutmakta ve acizlikleriyle hem kendilerini hem de diğer birçok kişiyi utanacak duruma düşürmektedirler.
İşin ilginç yanı böyle alçaklar, genellikle fazla işkence görmekten ziyade, psikolojik zayıflıktan dolayı çözülmektedirler.
Herşeye karşın Devrimci Hareketimizin bu sorunların üstesinden geleceğine ve Türkiye Halklarının kurtuluş bayrağını oligarşinin b
urçlarına dikeceğine olan inancım tamdır.
Bu inançla sizleri selamlar, devrim yolunda başarılar diler ve satırlarımı büyük devrimci CHE’nin şu sözleriyle bitiririm:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin
savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa
ve silahlarımız elden ele geçecekse,
başkaları mitralyoz sesleriyle,
savaş ve de zafer naralarıyla
cenazelerimize ağıt yakacaklarsa,
Bu uğurda ölüm hoş geldi, safa geldi.”
Ailesine yazdığı son mektup
“Sevgili Babacığım
Hepinizi ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Sizin de beni ne derece sevdiğinizi ve en iyi şekilde yetiştirmek için ne çok çaba ve fedakârlıklar gösterdiğinizi de biliyorum. Sizlere bu satırları yazmamın nedeni kendinizi bu konuda suçlamamanız içindir. Siz bana karşı görevinizi fazlasıyla yerine getirdiniz. Bu yüzden sizi kimsenin suçlamaya hakkı yoktur. Buna yeltenenler olursa, bilin ki onlar bile bile, ya da bilmeyerek bu sömürü düzenine köleliği savunanlardır..
Ben yolumu kendim çizdim. Şu veya bu şekilde. kişisel hırs ve çıkarlar uğruna düzene sadık köleliği değil: emekten
ve emekçiden yana olmayı, sermaye ve onun egemenliji ile sömürüsüne dayalı düzene karşı mücadeleyi seçtim.
Yürüdüğüm yolun ne kadar sarp, engebeli, dolambaçlı olduğunu da biliyordum. Çünkü sömürücü sınıf emperyalizme göbeğinden bağımlı, çıkarları emperyalizmle aynı yönde ve devlete egemendi. Bu egemenlik ve saltanatı sürdürebilmesinin temel koşulunu; baskı ve şiddete dayalı politika ve bunu tamamlayan yalan, demagoji v.b. propaganda oluşturuyordu.
Zaten hiçbir zaman istikrara kavuşmayan, emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalist düzenin açmazları derinleştikçe; baskı ve şiddet o ölçüde artmaktaydı…
Nitekim önce sivil köpeklerini halkın üzerine saldilar. Okulları, işyeri ve mahalleleri faşist zorbalara işgal ettirerek, geniş emekçi kitleleri, demokrat aydın ve öğrencileri köleleştirmeye çalıştılar. Katliamlar yarattılar. Olan bitenleri “anarşi ve terör” diye açıklayıp, sınıf mücadelesini örtbas etmeye kalktılar. Bütün bunlar yetmedi. Sivil sıkıyönetim, bölgesel sıkıyönetim ve arkasından 12 Eylül… Emekçi sınıf ve tabakalarının kazanılmış tüm haklarının ortadan kaldırıldığı bir ortam. Herşey önceden hazırlanmış bir oyunun parça parça sahnelenmesi idi. Her sahnede baş rol oyuncuları değişiyordu. Ve Türkiye emekçi halklarının devrimci mücadelesinin yükselmesini önleyemedi. Hiçbir zaman da önleyemeyecektir.
Ben ve daha yüzlerce kişinin öldürülmesi, ülkemizde yaşanan sınıf savaşını durduramayacak ve bu savaş, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılıncaya kadar sürecektir.
Sizlere veda mesajı olarak yazdığım bu satırları bitirirken, tek isteğim sabır ve iradenizi koruyarak; bu olayı bir aile faciasına dönüştürmemenizdir. Hepinize sonsuz selâmlar, saygılar ve sevgiler.
Elveda…”
20 Ağustos 1981’de Adana Cezaevi’nin infaz avlusunda gecenin üçünde Mustafa Özenç idam edilir.
Mustafa Özenç, son günlerinde Adana Cezaevi hücresinde yazdığı şu şiirle yaşama veda etti:
“O büyük gün geldiğinde
ben kimbilir kaç yıldan beri
ebedi yatağımda toprağın derinliklerinde
sonsuz bir uykuda uyuyor olacağım
fakat alınca ne zamandır beklediğim haberi
uyanıp, sesimi kimse duymadan
o büyük zaferin tarifsiz coşkusuyla
kara toprağın altından, ben de haykıracağım.
Unutup geçmişte kalan acı dünü
kimbilir belki bir kış günü
üzerimi yorgan gibi kaplayan
bembayaz karın soğuğundan….
ya da sonbahar mevsiminde
kemiklerime işleyen yağmurdan duyacağım
ve milyonları saran o doyulmaz sevince
ben de sessizce ortak olacağım.
Mevsim ilkbahar sıcak bir yaz olsa da
gece gündüz farketmez ben her zaman hazırım
adımın yazıldığı taş bile yıkılsa da
kalmamış ta olsa şu dünyada mezarım
hatırlayıp tek canlı gelmese başucuma
o müjdeyi ben doğadan alacağım
nasırlı ellerce yaratılan o görkemli bayrama
hiç kimse farketmeden ben de katılacağım.