İsrail’in Lübnan topraklarına yönelik sürdürdüğü işgal hareketi yeni olmadığı gibi, son da olmayacaktır. İsrail başta ABD olmak üzere, uluslararası emperyalizmden aldığı sınırsız destekle, komşu Arap topraklarına yönelik işgal hareketini belli aralıklarla sürdürmüştür. 1978’den bu yana ara ara Lübnan topraklarına giren İsrail, bu ülkenin Kufer tepeleri ve Seabe çiftlikleri gibi topraklarını işgal ederek, halen o toprakları […]
İsrail’in Lübnan topraklarına yönelik sürdürdüğü işgal hareketi yeni olmadığı gibi, son da olmayacaktır. İsrail başta ABD olmak üzere, uluslararası emperyalizmden aldığı sınırsız destekle, komşu Arap topraklarına yönelik işgal hareketini belli aralıklarla sürdürmüştür. 1978’den bu yana ara ara Lübnan topraklarına giren İsrail, bu ülkenin Kufer tepeleri ve Seabe çiftlikleri gibi topraklarını işgal ederek, halen o toprakları elinde bulundurmaktadır. İsrail’in 28 Haziran 2006’dan bu yana Filistin topraklarında hiç eksilmeyip hep devam eden işgal hareketinin ardından, 12 Temmuz’da başlayan Lübnan’a yönelik ve Lübnan ötesi savaşın, her iki taraf içinde bazı noktalarına değineceğiz.
Bir kuraldır, savaşın olduğu yerde barış da olur derler. Ancak Ortadoğu’da İsrail devletinin kuruluşundan bu yana, savaş da barış da çeşitli süreçlerde çeşitli dönüşümlerden geçmiştir. Emperyalist merkezlerin maddi ve askeri desteğini sonuna kadar arkasına alan İsrail, kendisine ara ara kafa tutan Arap rejimlerini ve Filistin halkını dünyanın gözü önünde onurunu zedelercesine evire çevire döverek bugünlere geldi. İsrail 60 yıla yakın bir süredir Filistinlilere yönelik sürdürdüğü devlet terörünün yanı sıra, 1948’den bu yana komşu Arap ülkelerine de 1956, 1967, 1973 gibi dönemlerde belli aralıklarla işgal saldırılarını sürdürmüştür. İsrail, bölgeye yönelik “Kuşatma ve Güvenlik stratejisi” doğrultusunda büyük İsrail olarak çağrışım yapan Arz-ı Mev’ud’un (Nil’den Fırat’a kadar olan vaat edilmiş topraklar) hayata geçirilmesi için çatışmacı ve çekişmeci siyasette ısrar etmektedir. Bu vesileyle İsrail, Ortadoğu siyasetinin kaygan zeminlerinde, bu stratejinin amaçları doğrultusunda tam anlamıyla kuralsız bir savaşı yıllardır sürdürüyor. İsrail, yıllardır Filistin halkına kan kusturduğu gibi, şu anda da Lübnan’a 1982’de olduğu gibi kapsamlı bir saldırıya girişmiş durumda.
İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısı, 2003 Irak savaşından bu yana, ABD, İsrail ve müttefiklerinin bölgenin fosil enerji kaynakları üzerinde hakimiyet kurma arayışlarının bir parçasıdır. Ve bu saldırının birçok nedeni vardır. Birincisi; İsrail rejiminin Arap yarımadasında coğrafi olarak kuşatılmış olması, gelecek kaygısı ile sürekli savaş içinde varlığını sürdürmesi ve İsrail’in her defasında “vaat edilmiş toprakların” sınırlarına bir adım daha yaklaşmak istemesidir.
ABD açısından İsrail’in konumunun bölgede güçlendirilmesi ve böylelikle kendi hakimiyetini bölge üzerinde sağlamlaştırmak ve Rusya, Çin ve AB gibi rakiplerine karşı, petrol ve enerji kaynakları gibi güçlü bir silahın tetiğini elinde bulundurmak anlamına gelmektedir. Emperyalist gerici ve işgalci siyasetin hedef tahtasında yer alan Avrasya’ya yönelebilmek için Irak’ın işgali önem taşımakta. Diğer taraftan ABD ve müttefiklerinin hedefindeki Suriye ile İran’a olası müdahalelerin yapılabilmesi için önlerinde büyük engel olarak gördükleri Hizbullah hareketinin zayıflatılması veya bertaraf edilmesi gerekiyor. Bu ise, şu an mümkün değil. Ayrıca, bir süredir ABD’nin İran’a ne şekilde saldırabileceği konusunda var olan birkaç görüşe göre, “İran’a yapılacak hava saldırısının” etkili olup olmayacağı konusunda İsrail kanalıyla Lübnan havadan bombalanarak test yapıldı. İran ise bu teste karşılık olarak, kendisine yapılacak bir saldırı durumunda siyasal etkinliği altındaki Şiileri harekete geçirebileceğini ve kendine saldıran güçlere karşı dünyayı cehenneme çevirebileceğinin sinyalini Hizbullah üzerinden vermeye çalıştı.
İkincisi; 90’lı yıllardan sonra emperyalist güçler adeta bilinçli olarak kökleri epeyce gerilere dayanan Şii-Sünni çatışmasını bölgede tetikleyerek, Arap rejimleri içerisinde mezhepsel sorunlardan doğan klikleri derinleştiriyor. Bu durum İsrail’in Lübnan’a yönelik başlattığı savaş sırasında Arap Birliği’nin Mısır’ın Şerm-el Şeyh kasabasında yaptığı toplantıda kendini açıkça gösterdi. Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün başını çektiği Sünni mezhepli bloğun rejimlerinden İsrail’in Lübnan saldırısına ciddi bir eleştiri gelmezken, Hizbullah eleştirilmiştir. Zira bu ülkelerde gösteriler yasaklanmasına rağmen kendi iç kamuoyu ve diğer Arap ülkelerinde çığ gibi kitlesel gösteriler gerçekleştirildi. Bu rejimlerin ses çıkarmamasının nedenleri açık. Lübnan Hizbullah’ının Şii mezhebinden olması. Çünkü, 20 yılı aşkındır İslam dünyasında örgütlenen Şii mezhepli İran mollaları, Sünni mezhepli ve ABD işbirlikçisi bu ülke rejimlerini içten tehdit etmekte. ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra, İran’ın Irak’taki Şiiler üzerinde elde ettiği etkinlik, giderek bölgede bir Şii eksenin oluşmasından dolayı bu ülkeler kaygı duymaktalar. Bu kaygıların altında yatan bir çok neden var. Bu nedenle Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkeler Şii yayılmacılığın önlemek için, “can düşmanları olan İsrail” ile, stratejik ittifak içerisinde olan ABD ve emperyalist merkezlerin işbirlikçiliğini yapmaktadır.
Üçüncüsü; ABD ve müttefiklerinin Irak’ta uyguladıkları vahşet ve zulüm politikalarına karşı, Suriye ve İran kendilerine yönelik emperyalist baskının hafifletilmesi için, İslami direniş hareketlerini destekleyerek, bölgede İsrail ve ABD karşıtı cepheyi güçlendiriyor. Bu durum, birinin İslam yayılmacılığı diğerinin de Arap milliyetçiliği adına bölgedeki etkinliğini artırıyor. İran’ın üçgen olarak adlandırdığı bölgede; Irak’ta Şiilerin iktidar olması Hizbullah’ın Lübnan yönetiminde söz sahibi olması ve Sünni olmasına rağmen Filistin’de desteklediği Hamas’ın iktidara gelmesi, ABD ve İsrail’i olduğu gibi bölgenin kimi rejimlerini de gelecek açısından kaygılandırmakta. Ayrıca bu yıl Mısır’da yapılan seçimlerde ilk kez bu denli parlamentoya giren İslamcılar ve gelecek yıl Ürdün’de yapılacak olan seçimlerde bir terslik olmazsa ülkede faaliyet içerişinde olan Jama’at al-Ihvan al Muslimin (Müslüman Kardeşler Topluluğu) parlamentoya girmesi büyük bir ihtimal. İslamcı muhalefetle başları dertte olan bu ülkeler, İran’a karşı bölgede stratejik bir ittifak oluşumundalar. ABD’nin de yeşil ışık yaktığı bu stratejinin içerisinde, Suriye’yi İran’dan koparmak ve Tahran-Şam eksenli gelişen bölgedeki ittifakı kırmak. Ancak bunun için Suriye’ye bir uzlaşı önerisi sunulması gerekiyor, bu da üzerindeki siyasal baskının kalkması gibi tavizler olabilir. ABD ve İngiliz bloğunun, bu uzlaşı paketinin şuan tam olarak ne olduğu bilinmese de, bunu şuan Almanya Dışişleri Bakanlığı kanalıyla yürütüyorlar.
Dördüncüsü; İsrail saldırılarının Filistin’den Lübnan topraklarına sıçraması ve bu savaşın içinde birçok tarafın görünen ve görünmeyen ellerinin bulunması, bölge krizini süreç içerisinde daha da derinleştirecektir. Bu kriz Lübnan’ın hem içi hem de dışındaki, özellikle Arap dünyasında derin tartışmaları beraberinde getirecektir. Kimi Arap rejimleri tarafından Hizbullah’a suçlamalar yöneltilse de, Hizbullah’ın, Batı ve İsrail tarafından “onuru zedelenmiş” ve İsrail karşısında bozguna uğramış Arap ordularının gösteremediği direnci İsrail’e karşı göstermesi, onun Araplar arasındaki popülaritesini artırmıştır. Ancak savaşın halihazırdaki taraflarından biri emperyalist Siyonist blok, diğeri bölgedeki şeriatçı rejimler ve örgütlerdir. Bu güçlerin bölgenin geleceğine yönelik olarak sürdürdükleri güç savaşında, bir yandan bölge kaosa sürüklendiği gibi öte yandan halklar arasındaki barış da uzak görünüyor.
Özetle, Ortadoğu’n
un sahip olduğu geniş enerji kaynakları çerçevesinde İran, Suriye, Lübnan vs. gibi ülkeleri ele aldığımızda hiç kimse “benim burada çıkarlarım yok” diyemez. Ortadoğu’da kimin elinin kimin cebinde olduğu ve kimin kimi hangi arenaya çekerek, manevra alanını genişletmenin hesapları içerisinde olduğu bu süreçte şimdilik belirli değil. Bu sürecin muhatapları İsrail ve Hizbullah üzerinden dolaylı ve dolaysız olarak birbirlerini test ederek, kendi planlarını hayata geçirmeye çalışıyorlar. Bu vesileyle de Beyaz Saray’daki muhafazakarlar, İsrail’deki Siyonistler, bölgedeki gericilik ve bunların çevrelerindeki bir takım savaş tüccarları, hedef aldıkları ülkelere saldırmak için adeta zaman cetveliyle yarışıyor ve çılgınca davranıyorlar.