Birçok işletme kitabı modern yönetim bilimini Adam Smith’in ünlü eseri “Ulusların Zenginliği” ile ya da Taylor’un “Bilimsel Yönetim’in İlkeleri” ile başlatır. Gerçekten de, Smith’de kapsamlı bir şekilde ortaya konan, işlerin bölünerek verimliliğin arttırılması ve dolayısıyla karlılığın arttırılması fikri, Taylor’la birlikte sistemli bir yönetim düşüncesine dönüşmüş, kapitalist üretimin özelliklerinden biri haline gelmiştir. Modern yönetim bilimi ile […]
Birçok işletme kitabı modern yönetim bilimini Adam Smith’in ünlü eseri “Ulusların Zenginliği” ile ya da Taylor’un “Bilimsel Yönetim’in İlkeleri” ile başlatır. Gerçekten de, Smith’de kapsamlı bir şekilde ortaya konan, işlerin bölünerek verimliliğin arttırılması ve dolayısıyla karlılığın arttırılması fikri, Taylor’la birlikte sistemli bir yönetim düşüncesine dönüşmüş, kapitalist üretimin özelliklerinden biri haline gelmiştir. Modern yönetim bilimi ile kapitalist üretim sistemi eşgüdümlü bir şekilde gelişmiştir.
Bundan yüz yıl kadar önce F.W. Taylor’ın “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” (1911) adlı eseri yayımlandığında, bugün yönetim ve organizasyon başlığı altında değerlendirdiğimiz birçok kavram ve ilke çok farklı anlamlarla yüklüydü. Taylor ve kuramının ilk kapsamlı uygulamasını gerçekleştiren Ford ile birlikte 19. yy’ın erken kapitalist organizasyon yapıları tarihe karışmaya başladı ve montaj bandıyla, bürokratik yapılarıyla, kitlesel üretimiyle fabrikaların yüzyılı olan 20.yüzyıl gerçek anlamda başladı.
Taylor’ın çalışmalarında yanıt aradığı sorular endüstriyel üretimin gelişimine bağlı olarak 20.yy’ın başlarında doğmuştu. Yeryüzünün çok küçük bir coğrafyasında hâkim üretim biçimi olarak ön plana çıkan endüstriyel üretim dalga dalga tüm dünyaya yayılıyor, gerek üstünlüğünü kabul ettirdiği coğrafyaları, gerekse çevre bölgeleri kökten değiştiriyordu. Bu değişim, sadece toplumsal yapıları, ekonomiyi, sınırları ve para-mal dolaşımını değil, aynı zamanda kişilerin yaşamlarını da etkiliyordu.
Bugün yaşamlarımızı ona değinmeden çok da kolay tasavvur edemeyeceğimiz modern “çalışma” kavramı bu değişimin en önemli unsurlarından biridir. İşin bize çok tanıdık gelen birçok öğesi -alt/üst ilişkisi, iş süresini ve yönteminin yöneticiler tarafından belirlenmesine itaat, emeğin alınır satılır bir meta olarak mübadele ilişkilerinin temeline yerleşmesi-, işçi sınıfı örgütleri olarak sendikalar, grevler, toplu sözleşme, sigorta sistemi ve işyeri direnişleri endüstrileşme olarak nitelendirdiğimiz bu uzun iki yüzyıl içerisinde ortaya çıktı(1).Ancak burada kolayca ifade ettiğimiz birçok olgu büyük direnişlere rağmen gerçekleşti. Milyonlarca insan küçük aile atölyelerini, tarlalarını bırakıp büyük fabrikalarda disipline edilmiş bir çalışma sürecinin içerisine güle oynaya girmediler(2).
Örneğin, Hobsbawm(3), erken kapitalistleşme döneminde İngiltere’de kırsal alanda tarımsal üretimi azaltmaya yönelik uygulanan politikalar neticesinde, kırsal alanın sistemli bir şekilde yoksullaştırıldığını söyler. Hastalıklar ve kıtlıklar altında kırılan kırsal nüfusun yanında gittikçe büyüyen kentler daha iyi bir yaşam için büyük fırsatlar sunar hale gelir. 1800’lü yıllarda Batı’da milyonlarca insan için yeni gelişmekte olan endüstriyel çalışma merkezli yaşam, sadece önüne geçilemez bir tarihsel konjonktür değil, aynı zamanda da bir zorunluluk ve fırsatlar kapısıdır. Ancak tahmin edebileceğimiz gibi, tarlalarını ve atölyelerini bırakıp şehre göç eden milyonlar fabrikaların kapısından girdikleri andan itibaren yeni iş disiplininin ve çalışma biçimlerinin gerektirdiği tutum ve davranışları sergilemeye başlarlar. Yeni çalışan sınıf binlerce yıllık alışkanlıklarını, endüstri öncesi geleneklerini ve inançlarını fabrikalardan içeri taşır.
Endüstriyel dünyanın ilk fabrikaları Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”da çizdiği mekanik yapıdan çok, antik çağların panayır yerini andıran devasa inşaat alanlarını ya da madenlerini hatırlatıyordu. Çoğu aile işletmesi olan bu işyerlerinde patron aynı zamanda ailenin reisi “baba” oluyordu(4). Ortalıkta çok görünmeyen bu baba-patronların işyerindeki temsilcisi iş yerindeki disiplinin sağlanmasından sorumlu bekçi-kâhya karışımı şefler idi. Ellerindeki silah ve düdük aracılığı ile kontrol, disiplin ve düzen sağlanıyordu. Çalışma koşulları çok ağır ve sağlıksız, çalışma süresi minumum 12-14 saat arasındaydı. Ancak iş üzerindeki kontrol neredeyse tamamen deneyimli işçilerin elindeydi. Deneyimli işçiler, geleneksel usta-çırak ilişkisi içerisinde yıllarca aynı işi yaparak iş üzerinde uzmanlaşmış işçilerden ya da kendi atölyesini kapatıp fabrikada çalışmaya başlamış zanaatkârlardan oluşuyordu. Edinmiş oldukları bilgileri fabrikaya taşıyan bu kişilerin diğer işçiler üzerinde etkisi çok büyüktü. Yönetimin iş süreçlerinde herhangi bir değişiklik yapabilmesi için önce bu kesimi ikna etmesi gerekiyordu. Diğer işçilerin üzerinde etki sahibi olan deneyimli işçiler, sendikaların ve grevlerin örgütlenmesinde etkili olabiliyorlardı.
Böyle bir tablo içerisinden çıkan Taylor’un “Bilimsel Yönetim”i işin standardizasyonu ve keskin bir iş bölümü aracılığı işçilerin, iş üzerinde sahip olduğu güç ve kontrolün yönetime geçmesini sağlamayı hedefledi. Bu basit bir güç transferi değil, kapsamlı bir modern fabrika projesiydi. Proje bilimsel yöntemlerle analiz edilebilir, geliştirilebilir bir fabrika yaratmayı hedefliyordu.
Taylor’un “Bilimsel Yönetim”i ve ilk büyük uygulaması olan Ford’un ünlü otomobil fabrikası -şimdilik- Huxley’in “Cesur Yeni Dünyası”nda olduğu kadar büyük bir devrimin, yeni bir tanrının kapısını açmadı ancak çağdaş yönetim biliminin ve bu bilimin uygulamasını gerçekleştiren bir yönetici sınıfın ortaya çıkmasını sağladı. Taylor ile birlikte “iş” daha önceki dönemlerde hiç olmadığı kadar bilimin bir nesnesi haline geldi. Doğru yönetim biçiminin ve doğru yapının, kaynakların etkin kullanılabilmesi ve verimliliğin arttırılması için büyük önem taşıdığı ön kabulüyle birçok yönetim teorisinin yola çıkış noktasını belirledi. Taylorizm kapsamlı bir şekilde işçi sınıfının iş süreçleri üzerindeki kontrol ve gücünü yönetici sınıfa aktarmaya çalıştı. Binlerce işçinin tek bir merkez tarafından bilimsel yöntemlerle yönetildiği ve kontrol edildiği, piramidal hiyerarşi içerisinde örgütlenmiş modern fabrikanın öncüsü oldu. Taylorizmin üretim vizyonu işin hangi sürede kimin tarafından, nasıl yapılacağına yöneticilerin karar vermesini ve işçilerin bu kararları uygulamasına dayanmaktaydı. İşçilerin herhangi bir zihinsel yeteneğe sahip olmaları, yaptıkları iş hakkında düşünmeleri beklenmiyor hatta çok da istenmiyordu. Taylorizmin, hedeflerini gerçekleştirebilmek için dayandığı tek büyük güç, maddi ödüllendirme idi(5). Taylor ve takipçileri işçi sınıfının yeni sistemi kabul etmesi için ikna olmasını değil sadece boyun eğmesini ve ücretini cebine koyarak, yaşamını sürdürmesi gerektiğini söylediler.
Ancak işçi sınıfının sendikalaşma sonucu elde ettiği büyük pazarlık gücü, 1974 petrol krizi sonrası yaşanan ekonomik daralma, Uzakdoğu firmalarının yükselen rekabet gücü yeni üretim ve yönetim sistemlerinin uygulamaya geçirilmesini sağladı. Bu nedenle Taylorist-Fordist sistemlerin yerini alan esneklik ve değişim temelli yönetim ve üretim söylemleri ilk günden itibaren sermayenin üretim süreci üzerindeki gücünü pekiştirme, daralmakta olan artı-değer birikim kanallarını açma gibi amaçlarla hayata geçirilmeye başlandı.
Günümüzde yönetimle ilgili bütün yayınlarda, esneklik ve değişim kavramlarının vazgeçilmezliğinin, renkli başarılı şirket ve yönetici hikâyeleri eşliğinde sayfalar boyunca anlatıldığını görebiliriz. Ancak bu kitaplarda ortaya konan öneriler ve fikirler ne yazık ki sadece yönetici adaylarını ilgilendirmiyor, işletme okullarının duvarları arasında kapalı kalmıy
or. Nasıl ki 20.yy’ın modern bireyinin kuruluşunda Taylor’un ‘Bilimsel Yönetimi’nin ve Ford’un ‘Seri Üretimi”nin büyük bir etkisi varsa, ‘post’-modern çağın ‘post’-öznelerinin şekillendirilmesine de, değişim, esneklik ve takım çalışması söylemleri damgasını vuruyor. Hepimizden daha esnek, takım çalışmasına yatkın, değişime açık ve belirsizliğe tahammül eden bireyler olmamız bekleniyor.
İçinde bulunduğumuz dönemde, üretim süreçlerini belirleyen üç temel aşama mevcut: Bunlardan ilki, tüm kurumlarda dar iş tanımlarının bir kenara atılması ve yönetimin şirketin gereksinimlerine göre istediği kişiyi istediği işte çalıştırabildiği bir iş yeri yaratılması. Yeni yönetim ideologları bu adımla birlikte uygulamaya geçirilen “iş zenginleştirme”, “iş genişletme” gibi uygulamaların, işçilerin yetkinliklerinin arttırılmasına ve yabancılaşmanın azalmasına hizmet edeceği söyleseler de, sonuç iş yükünün artışı, yoğun bir verimlilik baskısı oldu.
İkinci aşamada üretim miktarları pazardaki arz-talep dengelerine göre değiştirilebilir hale getirilmeye çalışıldı. Son adımda ise, ikinci adımla bağlantılı olarak emek gücü maliyetleri ve miktarlarının değişken kılınması hedeflendi. Böylece şirketler, geçmişin dar iş tanımlı, toplu sözleşmeli hantal yapıları yerine, istediği kişiyi, istediği işe atayabilecekleri, gerekiyorsa üretimi durdurup ücretsiz izin ilan edebilecekleri, gerekiyorsa da günlerce hiç durmadan fazla mesaiyi şart koşabilecekleri bir organizasyon yaratmaya çalıştılar. Henüz, hiçbir ülkede ve sektörde tam anlamıyla uygulanma imkânı bulamayan bu üçlü esnek yapı, uygulanmaya çalışıldığı her yerde, sendikaların zayıflamasına ve güç ilişkilerinin yönetim lehine değişmesine, fason, geçici, yarı-zamanlı, güvencesiz çalışmanın artmasına neden olmakta.
Geçtiğimiz yüzyıl boyunca değişim kavramı hâkim iktidarlara muhalif hareketlerle ve işçi hareketiyle birlikte anıldı. Bu hareketlerin kazanımları günümüzde, süslü bir değişim ve esneklik söyleminin arkasına sığınılarak dört koldan geri alınmaya çalışılıyor. Daha insancıl bir toplumsal yaşamı savunanların değişime direndikleri, yeni dünyayı kavrayamadıkları, muhafazakâr, arkaik değerleri savundukları, söyleniyor. Ancak, klasik yönetim söylemlerini yerden yere vuran yeni yönetim akımlarının pratikteki uygulamaları çoğu zaman vahşi ve kuralsız bir kapitalizm oluyor. Bu nedenle uzunca bir süredir emek hareketlerinin gündemini oluşturan esnek kapitalizmin yaygaralarına karşı oluşturulmaya çalışılan direniş çizgisi, yerini değişim kavramının tekrar emek hareketi tarafından temsil edilmeye başlanmasına bırakmadığı sürece, muhalif hareketler savunma pozisyonundan kurtulmayı başaramayacaklar gibi görünüyor. Yeni bir dünyayı mümkün kılabilmenin yollarından biri de, günümüzde sermayenin ideologları tarafından tanımlanan iş, üretim, organizasyon, değişim gibi kavramların daha insanca bir dünya için yeniden tartışmaya açılmasından geçiyor.
15.08.2006
(1) Meda, D. (2004). Emek Kaybolma Yolunda Bir Değer mi?, Işık Ergüden (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 7-15.
(2) Jaffee, D. (2001). Organization Theory: Tension and Change, New York:McGraw-Hill, 42-62.
(3) Hobsbawm, E.J.(1969). Sanayi ve İmparatorluk, Abdullah Ersoy (Çev.), İstanbul: Dost, Yayınevi, 89-125.
(4) Sennett, R. (1989). Otorite, Kamil Durand (Çev), Ayrıntı Yayınları, s.66-83.
(5) Pugh, D., S. (1997). Organization Theory: Selected Readings, Penguin Boks, s.275-294.