Doğum öncesi ve hemen sonrası bebek ölümleri için bu topraklarda “emzik düşürdü” denir. Kadınlarımıza ait bu sözde, emzik mecazdır; canlılar aleminin belki de en bağımlı, en savunmasız yavrusunu imler. Bebek öldü! demez, diyemez kadınlarımız; gerçeğin çırılçıplak şiddetinden korunmak için, emzik mecazının imgelemine sığınır. Şu sıralar mecazlarla konuşan bir kadın daha var, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza […]
Doğum öncesi ve hemen sonrası bebek ölümleri için bu topraklarda “emzik düşürdü” denir. Kadınlarımıza ait bu sözde, emzik mecazdır; canlılar aleminin belki de en bağımlı, en savunmasız yavrusunu imler. Bebek öldü! demez, diyemez kadınlarımız; gerçeğin çırılçıplak şiddetinden korunmak için, emzik mecazının imgelemine sığınır.
Şu sıralar mecazlarla konuşan bir kadın daha var, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice. İsrail’in ABD sponsorluğunda Lübnan’a yağdırdığı bombalara bakıp, “bunlar, yeni Ortadoğu’nun doğum sancılarıdır” diyor. Rice’ın mecazı, doğum sancısı; bu metaforun imlediği yalınkat gerçeğin son kareleri, 30 Temmuz tarihli ikinci Kana katliamıyla insanlığın hafızasına kazındı. Kızılhaç mensupları, İsrail bombalarının harabeye çevirdiği binaların altından, toza bulanmış onlarca emzikli bebek cesedi çıkardı. Anadolu kadınının “bebek öldü!” diyemediği için icat ettiği metafor, Kana’da gerçeğe dönüştü…
Kana için “sözün bittiği yer” dendi ki, yanlıştır. Sözümüzün bittiği yerde biz de bitmişizdir. Olanlar karşısında yüreklerimiz tabii ki, acının kanırttığı öfkeyle dolacak; insanız. Ne ki, yüreklerimizi dağlayan acı aklımızı kapatmamalı. Öfke selinin eş zamanlı akan iki yatağı vardır; ilki, intikam tutkusu ve adanmış bir direnişse, diğeri mutlak teslimiyettir. Pentagon stratejistlerinin beklentileri de bu yöndedir.
Büyük Ortadoğu Projesi’nde ne diyorlardı, hatırlayalım: ABD, açık ara üstün askeri gücünü dehşet duygusu yaratacak şekilde kullanarak bu coğrafyaya yön verebilir; insanları rızalarını alarak yönetmek (temsili demokrasiden söz ediyorlar) riskli ve pahalıdır; en garantili ve ucuz olanı, boyun eğdirmektir. Zamane Makyavelistleri, çoğunluğa boyun eğdirirken, küçük bir grubun da intikam yeminleri edeceğini bilmez mi, bilir; eh, onlar da “uluslararası terörizm” mitinin membaı olarak işlev görecektir.
Gerçi Tony Blair’in son konuşması, işlerin pek de planlandığı gibi gitmediğini gösteriyor. Müslüman coğrafyada ‘aşırı akımların’ çoğunluk eğilimi haline gelmekte olduğu uyarısını yapan Blair, “bu savaşı silahlarımızla kazanamayız; sahip olduğumuz değerlerin çok daha güçlü, adil ve iyi olduğunu da göstermeliyiz” diyor; tecrübe sahibi emperyalistin birikimiyle ideolojik mücadelenin önemine işaret ediyor. Aynı konuşmasında Blair, Müslüman coğrafyadaki ‘aşırı akımları’ komünist hareketin doğuş yıllarına benzetirken kafasının gerisinde hala komünizm hayaletinin dolaştığını da açık ediyor. Blair, başında bulunduğu partinin (İngiliz İşçi Partisi) tarihsel köklerinden bilir: Kapitalist düzene topyekun alternatif sunan gerçek meydan okuma, sosyalizm akımının aklı ve yüreği birlikte seferber eden eylemliliğidir.
Emperyalist karargah bilir ki, düşman salt akılsa korkulacak bir şey yoktur; risk maliyeti analizi yapacak ve baş edemeyeceği güce uyum sağlayacaktır. Düşman, salt yürek ve inanç olduğunda da paniğe yer olmadığını bilirler; zira, inançlı düşman yaman direnir, ama kuramaz.
Ortadoğu’nun “aşırı akımları”, köktenci inançlarına akıl şırınga edip, batı kapitalizmine temelden alternatif bir İslam toplumu inşa edebilirler mi? Siyasal İslam’ın kuramcılarını biliyoruz; üçüncü yol olarak sundukları alternatif, özel mülkiyete dayalı cemaatçi refah rejimi sınırlarını aşamıyor. Mevcut rejimler düşünüldüğünde “bu yeter de artar”, denebilir; hele bir de inanç sosuna batırıldı mı, refah rejiminin Batı’daki 30 altın yılını ikiye-üçe bile katlar, diyenler de olabilir. Böyle düşünenlere, Kuzey Afrika ve Ortadoğu nüfusunun 1970’li yıllardan günümüze kat ettiği muazzam değişimi yakından izlemesini öneririm.
Bu bölge, en özet haliyle, nüfus artış oranı dramatik ölçüde düşerken, işgücüne katılım oranında dünyada emsali bulunmayan, genç okur-yazarlık oranının %95’lere fırladığı ve işsizlikten kıvranan bir bölgedir. Bu göstergelere bakıp, 1965-85 döneminin Doğu Asya’sını gören Dünya Bankası uzmanlarının ağzı sulanmaktadır. Zaten yürüttükleri savaş, bölgenin “küresel piyasaya” entegre edilmesinin savaşı değil midir? Entegrasyonun biçim ve mekanizmasını entegre edilen coğrafyanın özellikleri belirler.
Kimi yerde “renkli devrimlere” başvurulur, kimi yerde emzik düşürtülür…