ABD-İsrail ittifakı Afganistan ve Irak’tan sonra Lübnan’da da çuvalladı. Bu durum Ortadoğu’daki kısa vadeli dengeleri yeniden altüst etti. İsrail ve Türkiye dahil, tüm Amerikancı blok ülkelerinde gerilimin artmasına neden oldu. Bu koşullarda ABD-İsrail ittifakının, Irak’taki gibi, Lübnan’da da yandaş askeri güçleri ülkeye sokarken, iç savaşı körüklemesi de beklenmelidir. Ortadoğu’da ise, büyük bir Sünni ittifakı oluşturularak […]
ABD-İsrail ittifakı Afganistan ve Irak’tan sonra Lübnan’da da çuvalladı. Bu durum Ortadoğu’daki kısa vadeli dengeleri yeniden altüst etti. İsrail ve Türkiye dahil, tüm Amerikancı blok ülkelerinde gerilimin artmasına neden oldu. Bu koşullarda ABD-İsrail ittifakının, Irak’taki gibi, Lübnan’da da yandaş askeri güçleri ülkeye sokarken, iç savaşı körüklemesi de beklenmelidir. Ortadoğu’da ise, büyük bir Sünni ittifakı oluşturularak ABD-İsrail cephesi genişletilmek istenmektedir. Bu koşullarda Türkiye’nin Lübnan’da “levazımatçılıkla” yetinmesi pek mümkün görünmemektedir. Kısacası, köşeye sıkışan AKP, ordu ve sermaye, her geçen gün Ortadoğu bataklığının içine biraz daha gömülüyor…
Öte yandan, Türkiye’nin Lübnan’a gitme pazarlığı içinde yer alan ABD’nin “yeni” Kürt planı da egemenler açısından tedirgin edici bir şekilde ilerliyor. Son olarak “PKK koordinatörlüğü” adı altında ABD’nin uydurduğu mekanizmanın da, ekonominin İMF’ye havale edilişi gibi, Türkiye’nin kurumlarını by-pass edecek bir işleyişi doğuracağı ortada. Bunun sancıları bugünden görülüyor. Özcesi, Kürt sorununda da gerici-şoven saflarda şimdiden çatlaklar oluşmaya başladı.
Şu günlerde arka planda kalmış görünen cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçim sürecinin gerilimleriyle birleşen tüm bu gelişmeler, ekonomideki sıkışıklıklar ve yoksullaştırma politikalarının yarattığı sosyal patlama sinyalleriyle yan yana gelince, egemenler arasında artmaya başlayan bir karmaşaya ve karamsarlığa neden olmaktadır. Bu süreçte kitlelerde birikmeye başlayan muazzam potansiyel (AKP’den SP’ye, Fettullahçılardan Nakşibendicilere, Nurculara vb. cemaatlere varana dek) çok büyük ölçüde ABD-İsrail işbirlikçisi olan Türkiye’deki siyasi İslamın ellerine terk edilemez. Aynı biçimde ABD işbirlikçisi ordu ve otoriter milliyetçiliğin diğer kanatlarının sahte emellerine alet edilmesine de müsaade edilemez.
Sol emekçi kitlelerin arayışlarına gerçek bir cevap oluşturmak için, seçimlere kadarki bir yıllık kısa dönemde kendi ayakları üzerine dikilebilmeyi hedefleyen bağımsız bir çizgiyi adım adım inşa etmelidir. Bu nedenle de İslamcıların, otoriter-milliyetçilerin, liberal-AB’cilerin kuyruğuna takılmayla sonuçlanacak her tür “ittifak” girişiminden veya görüntüsünden uzak durulmalıdır. Emekçilerin ve ezilenlerin taleplerine programatik özellik kazandıracak böylesi bir çizgi, kısa vadede dört ana tema üzerinde yoğunlaşarak gelişebilir.
n Bu temaların en yakıcı olanlarından “savaş karşıtlığının” ana hatları bilinçlerde berraklaştırılmalıdır. Her şeyden önce, ülkemizdeki savaş karşıtlığı, özellikle liberal-İslamcı AKP’nin, ordunun ve sermayenin işbirlikçiliğini sergileyen bir içerikle yürütülmelidir. Bu işbirlikçiler güruhunun medya aracılığıyla yaydığı popüler ideolojik argümanların çürütülmesi kritiktir.
Ortadoğu’da savaş karşıtlığı anti-emperyalist bir rotada sürdürülmelidir. Bu rota İslamcılığın gerici, anti-batıcı çizgisine bulaştırılmamalıdır. İslamcılarla bu açıdan ideolojik mücadele yoğunlaştırılmalıdır. Savaşın emperyalistlerin bölgeyi sömürgeleştirme politikalarıyla olan bağlantıları kurulmalıdır.
Ülkemizdeki işbirlikçi gericilik boğazına kadar emperyalistlerle maddi çıkar ilişkilerine batmış durumdadır. Yoksullara ilişkin politikasıysa dilencileştirmeden başka bir şey değildir. Buna karşın, İran ve Taliban Afganistanı gibi radikal İslamın şeriatçı düzenindeyse “ulema-çarşı esnafı” ittifakının zamanla işbirlikçi hanedanların yerini almasıyla sonuçlanan sahte “devrimlerin” baskıcı ve eşitlikçi olmayan sonuçları ortadadır. Bu yüzden, özellikle Ortadoğu’da soyut bir barış siyaseti, gericiliğin statükolarını korumak demektir. Savaşın, işgallerin ve sömürgeciliğin yarattığı siyasal ve ekonomik bağımlılığın neden olduğu zulüm, baskı ve yoksulluk ancak bağımsızlıkçı-halkçı-demokratik iktidarlarla ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle “barış siyasetinin” içi bağımsızlıkçı-halkçı-demokratik bir içerikle örülmelidir.
Ülkemizde gericilikle mücadeleyse, ancak gericiliğin (bugün en çarpıcı olarak savaş konusunda açığa çıkan) işbirlikçiliğini odağına alarak yürütüldüğünde demokratik bir muhteva kazanır. Aksi taktirde, ordunun otoriter politikalarının bir parçası olmaktan kurtulamaz. Gerici kadrolaşma, sosyal yaşamın gerici değerlerle örülmesi, eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılması, vb. sorunlar işbirlikçi iktidar politikalarıyla iç içe ele alınarak somut mücadele hedeflerine dönüştürülmelidir.
n Solun kısa vadeli programının bir diğer sürükleyici teması kamusal alanın tasfiyesidir. Özelleştirme politikalarının sonucunda eğitim, sağlık, ulaşım, enerji sorunları başta olmak üzere, haberleşme ve (şimdilik sadece bazı mahallelerde oluşan) barınma sorunları, vb. ekseninde kamusal alanın tasfiyesinin yarattığı yıkım manzarası giderek derinleşmektedir. Kapsamlı uygulamaların seçimler sonrasına sarkacak olmasına rağmen, bu alanlarda kısa vadede somut talepler ve somut hedefler oluşturulmalıdır. Sağlık alanında, Ocak 2007’de uygulamaya sokulacak olan GSS’nin yaratacağı sarsıcı etkiler, toplu hareketlenme dinamiği haline getirilebilir. Sağlıkta ortaya çıkan tekil vakalar, sağlık sistemindeki genel çarpıklığın yerellerdeki teşhiri ve yerel tepkilerin belirginleştirilmesi açısından birer sıçrama tahtasına çevrilebilir. Eğitim alanındaysa, Ağustos’ta başlayan kayıt süreci, tüm yıla yayılan sorun alanının ve paralı uygulamaların sadece başlangıcıdır. Bu alanda yıl içinde oluşan tüm yerel fırsatlar kadar, genel kampanyalar da etkili olacaktır. Ulaşım, enerji ve barınma sorunlarında özellikle belediyeler hedef tahtasına oturtulmalıdır. Özellikle ulaşım ve enerji alanı bugüne dek ciddi bir mücadele zeminine dönüştürülmedi. Bu alanlarda somut bilgi, belge ve döküm oluşturularak sistematik bir çizgi hedeflenmelidir.
Belirlenecek taleplerin ve programın, yerel seçimler de göz önünde tutularak, arkasının takip edilmesine ihtiyaç vardır. Ancak böylesi sabırlı bir mücadelenin ardından, tüm bu alanlarda yaygın bir karşı düşünüş oluşup, somut kazanımlar elde edildiğinde ana talep olarak “yeniden kamulaştırma” yükseltilmelidir.
n Kürt sorunu ise, en karmaşık ama solun kaderini doğrudan etkileyen alanların başında gelmektedir. Zira hem solun etki alanının zayıflığı hem de bu alanda zaten kalabalık olan aktörlerin olağanüstü pragmatikliği, son derece kaygan zeminde seyreden bu alana nüfuz etmeyi güçleştirmektedir. Kürt sorununda demokratik çözümün ana başlıkları bellidir: Her şeyden önce, siyasal ve sosyal alanlarda adil bir barış sağlanmalıdır. Bunun içinse öncelikle “genel af” çıkartılmalı; siyasal ve sosyal temsil kanalları açılmalı; Kürtlerin tüm kültürel haklarını güvence altına alacak, anadillerini özgürce kullanabilmelerine olanak sağlayacak anayasal ve yasal düzenlemeler yapılmalı; bunların uygulanması önündeki engellemelere karşı etkin mücadele yürütülmelidir. Egemenlerin bölgeye dönük sömürüyü yoğunlaştırma politikalarının karşısınaysa, eşitlikçi-sömürü karşıtı bir politika örgütlenmelidir.
ABD’nin Kürt sorununda, iç savaşlar çıkartmak ve ülkeleri bölünmeye götürmekle, baskıcılığa göz yummak veya reformlar hedeflemek arasında gidip gelen politikaları aşırı faydacılığı nedeniyle ilkesiz, tutarsızdır ve Kürtler açısından son derece tehlikeli sonuçlar yaratmaya adaydır. Bu nedenle ABD politikala
rı Kürtleri her an ortada bırakabilir. Ayrıca ne Ortadoğu halkları ne de Kürtler açısından daha demokratik bir muhteva barındırmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’de Kürt sorununda çok berrak bir çizgi savunulmalıdır. İç savaş çizgisini kışkırtan her tarafa, herkese, her eyleme karşı açık net bir tutum alınmalı ve mahkum edilmelidir. Yukardaki talepler konusundaki samimiyetin ilk adımı ancak böyle kurulabilir. Ancak bu samimiyetin karşılıklı sağlanmasıyla birlikte, ırkçılığa karşı demokrasi mücadelesinin derinleştirilmesi için güçlü bir ortak mücadele verilebilir. Savaşa ve kamusal alanın tasfiyesine karşı, ortak çalışmalar, fiili ortak örgütlenmeler ve DKÖ’ler oluşturularak, halklar ve örgütler arasında programatik bir yakınlaşma oluşturulabilir.
n Tüm bu temalar üzerinden sürdürülecek faaliyetin toplamdaki çözüm önerilerinin kilit unsuru “halk demokrasisidir”. Dolayısıyla bu mücadele programının son maddesi diğerlerinden kategorik olarak farklıdır. Mücadelenin gelişim seyriyle doğrudan bağlantılı dinamik bir özellik taşımaktadır. Halk demokrasisi için mücadele son tahlilde iktidar talebidir, eşitlikçi ve demokratik bir ülke talebidir. Aynı zamanda da sürdürülen güncel mücadelenin içeriğinin eşitlikçiliğiyle ve demokratikliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu başlık altında kısıtsız örgütlenme özgürlüğü; sosyal, kültürel, mesleki, sendikal, siyasal özerklik talepleri; kamusal denetleme talebi; her anlamda planlama talebi, her tür eşitliklik talebi, vb. ele alınmalıdır.
Özellikle ülkemizde siyasal İslam bir yandan AKP ile işbirlikçiliği dört nala sürdürürken, diğer yandan da Ortadoğu’daki İslami direnişin yarattığı sempatiyi aynı anda toplama gayretindedir. Üstelik birbirini aşındırması gereken bu çelişkili kutuplar tam aksine birbirini besleyebilmektedir. Tıpkı ülkemizde egemenlerin “sağın karşısına sağı” koyan tahteravallisinde olduğu gibi. Tüm bunların nedeni etkili bir bağımsız solun yokluğunda aranmalıdır. Bu nedenle bu oyunu ancak sol bozar. Emperyalistlerin ve egemenlerin saldırı programının bir bütün olduğu gibi, bizim yukarda maddelerini sıraladığımız program da bir bütündür. Bir savunma ve direniş programının başlangıç aşamasını oluşturmaktadır. Bundan sonrası, solun bunu giderek halkın programına dönüştürme becerisidir…
Bu yazı ilk olarak Halkın Sesi Gazetesi’nin 10. sayısında YOL başlıklı köşede yayınlanmıştır.