Bir an için Rice’ ın ”Eski statükoya geri dönüş yok” sözlerini, Türkiye’de kendilerini ABD projelerini parlatmaya adamış olanların, neo-con ”übermensch” in haşmetiyle gözleri kamaşanların beklentilerini ciddiye alalım, oryantalist/ırkçı bir bakışla Ortadoğu halkarının ilkel, direnişlerinin özgünlükten yoksun, onun bunun maşası olduğunu varsayalım, soralım: Acaba ”yeni statüko” neye benzeyecek? Tabii ”tarihçi” Bernard Lewis ‘in hesaplarına göre İran, […]
Bir an için Rice’ ın ”Eski statükoya geri dönüş yok” sözlerini, Türkiye’de kendilerini ABD projelerini parlatmaya adamış olanların, neo-con ”übermensch” in haşmetiyle gözleri kamaşanların beklentilerini ciddiye alalım, oryantalist/ırkçı bir bakışla Ortadoğu halkarının ilkel, direnişlerinin özgünlükten yoksun, onun bunun maşası olduğunu varsayalım, soralım: Acaba ”yeni statüko” neye benzeyecek? Tabii ”tarihçi” Bernard Lewis ‘in hesaplarına göre İran, 22 Ağustos’ta dünyanın sonunu getirmezse… ( Wall Street Journal , 08/08)
Gazze, Lübnan ve ötesi
İsrail’in halen sürdürdüğü savaş, tasarlanan ”yeni statükoya” uygun bir yönde sonuçlandığında, Hamas tasfiye edilmiş, tek parçalı bir Filistin devleti olasılığı gündemden çıkmış, kantonlardan oluşan bir idari yapı inşa edilmeye başlanmış olacak.
Güney Lübnan’da iki olasılık söz konusu. İkisi de, Hizbullah’ın çökertilmesi, İsrail’in, bir tür etnik temizliğe uğratılarak boşaltılan Güney Lübnan’ı, Litani Nehri de dahil, denetimi altına alması anlamına gelecek. Birinci olasılıkta, Güney Lübnan doğrudan İsrail işgali altına girecek. İkinci olasılıkta Güney Lübnan, NATO üyelerinden alınmış, Türkiye’yi de içeren uluslararası bir askeri gücün işgali altına girecek. Ancak gerek NATO gerekse Türkiye’nin İsrail ile yapmış oldukları işbirliği anlaşmalarından dolayı, aslında bölgeyi İsrail adına işgal etmiş, esas olarak onun güvenliğini üstlenmiş, Şiilere karşı konuşlanmış olacaklar.
Bu arada, Lübnan çeşitli dini etnik grupların birbirlerinden, kültürel, siyasi ve fiziki olarak (İsrail yolları, köprüleri, altyapıyı tahrip ettiğinden) iyice tecrit edilmiş, her an birbirleriyle savaşmaya hazır olduğu bir siyasi coğrafyaya dönüşecek.
Salı günü Ehud Olmert televizyon konuşmasında ”Şu gerçeği kabul etmek gerekir ki biz aslında Hizbullah ile değil, onu kullanan Suriye ve İran ile savaşıyoruz” diyordu. Gerçekten de Hizbullah çökertildiğinde, önde gelen neo-con’lardan Michael Ledeen’ in National Review’ da işaret ettiği gibi, Suriye ve İran’a yönelik askeri operasyonların önü açılacak.
Ancak özellikle İran’a müdahale edilebilmesi için Irak’taki Şiilerin ABD’ye karşı savaşa girmeyecek bir duruma sürüklenmiş olmaları gerekiyor. Bu nedenle bu statüko başlarken Irak parçalanmış, Sünni-Şii çatışması derinleşmiş, Ortadoğu’ya yayılmaya başlamış, ABD yanlısı hükümetlerle toplumsal muhalefetleri arasındaki çelişkiler siyasi krizler yaratarak hükümetleri devirmeye başlamış olacak. Kuzeyde Türkiye, kimi zaman Kürtlerle birlikte, kimi zaman çatışarak, Suriye ve İran parçalanması projesine katılmaya zorlanacak.
Bu ”yeni statüko” da, ABD-İngiltere ittifakıyla Fransa’nın birlikte temsil ettiği Batı ve bunun önemli bir vurucu gücü olarak Türkiye, Ortadoğu’nun giderek daha geniş kesimlerini işgal etmeye, askeri, siyasi ve ekonomik açıdan denetim altına almaya başlayacak. Bu, bölgede Suriye, İran ve Suudi Arabistan üzerinde etkin olmaya çabalayan Rusya ve Çin ile Türkiye’nin karşı kamplarda yer alması anlamına gelecek.
Ancak bu emperyal proje içinde Türkiye’nin siyasi yapısı da kaçınılmaz olarak, bu sürece uygun bir yönde dönüşmeye başlayacak. Türkiye, ekonomik kapasiteleriyle askeri gereksinimleri arasındaki makas açıldıkça, karar alma süreçleri ABD ile daha da yakınlaşırken, içeride toplumsal huzursuzluğa, siyasi muhalefete katlanamayan militarist bir şekillenmeye gitmek zorunda kalacak. Böyle askeri olarak aktif, siyasi yapısı militaristleşmeye başlamış bir Türkiye’nin, AB üyeliğinin olanaksızlığını da artık herkes kabul ediyor olacak.
Statükonun jeopolitiği
Bu yeni statükonun jeopolitiğini her şeyden önce iki etkenin belirlediği söylenebilir. Birincisi, enerji ve su kaynaklarıyla yollarını denetleme arzusu. İkincisi de birincisiyle bağlantılı olmakla birlikte onu aşan, ”büyük güçler” arası ekonomik ve siyasi nüfuz alanları mücadelesi.
İran’ın nasıl bir enerji kaynağının üzerinde oturduğunu, askeri-siyasi gücünün bölgede ABD projelerinin önünde büyük bir engel oluşturduğunu daha önce ”Cartago dalenda est” başlıklı yazımızda tartışmıştık. Burada, dikkatlerimizi Lübnan-İsrail üzerinde yoğunlaştırırsak, öncelikle Litani Nehri’nin önemini kavramamız gerekiyor. Daha İsrail devleti kurulurken bu nehrin sularının İsrail açısından yaşamsal öneme sahip olacağı saptanıyordu. Güney Lübnan’ın doğrudan veya dolaylı olarak İsrail ve müttefiklerinin eline geçmesi, İsrail’in bu su kaynağına ulaşmasını garanti altına alacak. Golan Tepeleri’ndeki su kaynaklarıyla birlikte düşünüldüğünde İsrail, su sorununu çok büyük ölçüde çözmüş olacak. Suriye’nin parçalanması Doğu Akdeniz kıyı şeridini İsrail’in denetimine verirse, İsrail’den Ceyhan’a stratejik bir enerji hattı kurulmasının önünde hiçbir engel kalmayacak.
Bu sırada Irak bölgesi ABD işgali altında olduğundan Mezopotamya’nın en verimli toprakları, su şebekeleri tümüyle Batı ittifakının eline geçmiş oluyor. Dicle ve Fırat’ın Türkiye’den kaynaklanması, Harran’ın yorulmamış toprakları, son derecede önemli enerji, su ve gıda kaynaklarının da bu ”yeni statüko” altında, Batı’nın elinde toplandığını gösteriyor. Böylece ABD liderliğindeki Batı ittifakı, kendi yarattığı enerji sistemi, bundan kaynaklanan küresel ısınma, bu ısınmaya bağlı olarak hızla ağırlaşmaya başlayan su ve tahıl yetmezliği sorununa bağlı olarak yoğunlaşan kaynak krizleri ve savaşları ortamında, hegemonyasını tehdit edebilecek güçler karşısında büyük kozlar elde etmiş olacak.
Ancak bu ”yeni statüko” hem yükselmekte, enerji, gıda su gereksinimleri giderek artmakta olan büyük güçler (örneğin Çin ve Hindistan) açısından bir lebensraum (yaşam alanı) sorunu yaratacak hem de manevra alanlarının iyice daralmaya başladığı bir ortamda…
”Olsayla bulsa, bir araya gelse” ve özetlemeye çalıştığım bu ”yeni statüko” oluşmaya başlasa, gerçekte bu bir ”statüko” olmayacak; aksine, Batı’yla, yaşam alanları ABD ve müttefikleri tarafından tehdit edilen büyük güçler arasında, Newt Gingrich ‘in ağzına dolamaya başladığı ”III. Dünya Savaşı” na benzer bir çatışmanın platformu olacak.
Neyse ki yaklaşık 300 milyon nüfuslu Ortadoğu halklarının, kafası oryantalistlerin hayal ettiği gibi, baş eğme söylemlerinin kolaylıkla yazılabileceği bir ”tabula raza” değil; köklü tarihleri, emperyalizmle mücadele deneyimleri, gelişkin bir siyasi (Batı anlamında demokratik olmasa bile) gelenekleri var. Buna karşı emperyal proje Batı’da da güçlü bir savaş karşıtı hareketle karşı karşıya. Nihayet en az bunlar kadar önemli iki etken daha var. Birincisi, bu emperyal projeye kalkışan güçlerin, özellikle ABD’nin mali, ekonomik kaynakları bu projeyi sürdürmeye yeterli değil (Bu konuya, yeniden yoğunlaşan resesyon tartışmaları bağlamında, önümüzdeki haftalarda değinme şansımız olacak). İkincisi, ABD’de yönetici seçkinler arasında bu projeye karşı gittikçe yükselen bir muhalefet söz konusu.