Batı emperyalizmi İsrail’in bölgedeki güvenliğini sağlamak için, dün olduğu gibi bugün de mazlum halklara yönelik İsrail’le birlikte yürüttüğü vahşi saldırılarını artırıyor. Ortadoğu, uluslararası çıkar merkezlerinin geleceğini garanti altına alma arzuları doğrultusundaki bir sürece doğru çekiliyor. Bu çıkar merkezleri, güzergahlarına aldıkları Doğuyu, top yekun bir savaş eksenine alarak, Doğu’nun sahip olduğu yer altı ve yerüstü fosil […]
Batı emperyalizmi İsrail’in bölgedeki güvenliğini sağlamak için, dün olduğu gibi bugün de mazlum halklara yönelik İsrail’le birlikte yürüttüğü vahşi saldırılarını artırıyor. Ortadoğu, uluslararası çıkar merkezlerinin geleceğini garanti altına alma arzuları doğrultusundaki bir sürece doğru çekiliyor. Bu çıkar merkezleri, güzergahlarına aldıkları Doğuyu, top yekun bir savaş eksenine alarak, Doğu’nun sahip olduğu yer altı ve yerüstü fosil enerji kaynaklarını “kendi kendini idare edemeyen bu haydutlara” bırakılmamasını öngörüyorlar. Çünkü onlara göre, “vahşi çöl ve ormanlarda yaşayan bu haydutlar”, güç, kudret, egemenlik ve iktidarı simgeleyen petrol gibi güçlü bir silaha sahip olmamalılar. Altının bulunmasından bu yana “zenginliği simgelediği” gibi, bölgenin sahip olduğu fosil enerji kaynakları da Batılılar için, “bir damla petrol, bir damla kan” kokusu, Ortadoğu’nun yağmalanması için yeterli sebep sayılıyor.
Zira petrol, kauçuk veya elmas gibi sadece değerli olmasının dışında, sanayi merkezlerinin ve ekonominin kalp pili olan bu enerji kaynağına Batılı emperyalist merkezler muhtaçtır. Bu muhtaçlığın getirdiği bağımlılık onları bu güzergahların pınar başını tutmaya sevk ediyor. Bu vesileyle de Ortadoğu ve Avrasya’ya yönelik egemenlik stratejisi doğrultusunda savaşı genişletmeye çalışıyorlar. Uluslararası petrol ve silah sanayisinin Beyaz Saraydaki üç beş savaş tüccarının yanı sıra Siyonizm ve bölgedeki ortakları bölge halklarına yönelik ucu görünmeyen felaketleri örgütlemekteler.
Bölgeye yönelik bu egemenlik siyaseti doğrultusunda 2001 Afganistan savaşının ardından, 2003’te Irak’ın savaş yoluyla işgal edilmesinden bu yana, bölgenin yeni bir sürece çekilmesi ve ABD’nin Kuzey Afrika’dan Pakistan’a kadar olan geniş bir coğrafyayı içine alan Arap ve İslam ülkelerini kapsayan BOP denen -ekonomik ve petrol ötesi de bir özellik taşıyan- bir strateji işletiliyor. Şimdi de “Yeni bir Ortadoğu”nun hamuru yoğruluyor diyorlar ve bölgeyi deprem sürecine çekiyorlar.
ABD’nin bu stratejisinin altında İsrail’in bölgedeki konumunu güçlendirmek, kendi varlığını bölge üzerinde sağlamlaştırmak, rakiplerine karşı petrol ve enerji kaynakları gibi silahın tetiklerini elinde bulundurmaya çalışmak gibi nedenler var. Onlara göre Ortadoğu üzerinde sağlanacak bir denetim ve hakimiyetten sonra (eğer bunu sağlayabilirse) Avrasya’ya yönelmek var. Uluslararası uzmanların üzerinde hemfikir olduğu bu konuya göre 21. yüzyılın kanlı kavgalı çekişmelerin odak noktası Avrasya olacak. Yani hedefini genişletmek isteyen ABD’nin giderek bu anlamda düşmanı da çoğalıyor. Dolaysıyla ABD ve müttefiklerinin bu stratejisinin mihveri doğrultusunda Irak, gelecek kavga odaklarının lojistik ve hücum öncesi bir ara saha olarak, önem taşımakta. Irak’ı Ortadoğu’nun merkezi olarak düşünürsek, Irak’ın jeopolitik konumu ve onun coğrafik özelliklerinden dolayı tarih boyunca gelmiş geçmiş yayılmacı güçlerin merkezi egemen sahası olmuştur.
ABD ve müttefikleri, bu sahanın Avrasya’ya yönelik iş yapabilmesi için, hedefindeki Lübnan, Suriye ve İran’ı dize getirmesi gerekiyor. Bu ise yakın vadede mümkün görünmüyor ama, İsrail ve ABD stratejinin bir tarafı olarak ateşi fitilledi. ABD Atlantik ötesi terkisine aldığı Avrupalı müttefikleriyle birlikte İsrail’in Lübnan savaşını hem açıktan destekliyor, hem de savaşın çeper ülkelere yayılması için zelzele sürecini kışkırtıyor. Bu noktada, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın son yıllarda sıkça dillendirdiği “Yeni Ortadoğu” planı; 22 devletli olan Ortadoğu ve Müslüman coğrafyasında bir çok etnik ve mezhepsel yapıların eklenmesi olarak görülebilir. ABD’nin “Yeni Ortadoğu” dediği planın bir benzeri, İsrail’in Ortadoğu’ya yönelik çok öncelerden geliştirdiği İsrail’i tehdit eden ülkelerin etkisiz hale getirilmesi ve iç kargaşalarla (iç savaşlarla) parçalanması stratejisidir. Bu stratejinin içerisinde bölge halklarına yarar sağlayacak hiçbir şey yok, tersinden uzun vadeli sonu görünmeyen komplolar, ihanetler ve küllü vahşilikler var. Irakta bunun ip uçları ortada.
Yani bu strateji, İsrail’in Ortadoğu’da ırk ve mezhep üstünlüğüne ve Batının kendileri ile bölge üzerindeki hegemonyasına dayanan “Beka stratejisi”nin devam ettirilmesidir.
İsrail’in bu stratejisine göre, “Suriye, Irak, Lübnan Mısır ve Ürdün (İran’da dahil) gibi ülkeler, etnik ve mezhepsel ihtilaflar yoluyla iç çatışmalar sürecine çekilmeli ve bu ülkeler parçalanmalı”. ABD ve müttefiklerinin bölge halklarına dayattıkları olgu da hali hazırda budur.
Siyasal Siyonizm’e göre, İsrail sınırlarının nerelere dayandığını İsrail’in 1948’deki ilk Başbakanlarından David Ben Gurion söyle izah ediyordu; “Güney Lübnan’dan Letani bölgesine kadar uzanan topraklar Kuzey sınırlarımızdır. Güney İsrail ise, Suriye, Ürdün Filistin’in Kuzey sınırlarından Hama, Halep’e ve Türkiye topraklarının bir kısmından oluşuyor”. Bu geniş bir coğrafya üzerinde hak iddia eden İsrail haydutça ve çılgınca davranmakta ısrar ediyor.
İsrail’in Arap devletlerine yönelik 1948’den bu yana geliştirdiği saldırgan davranışı, aslında kendisini bölgede güvensizlik içerisinde hissetmesinden kaynaklanıyor. Yani sırtını uluslararası emperyalizme dayamış olan İsrail, Ortadoğu coğrafyasında tam anlamıyla kuralsız bir savaş sürdürüyor. İsrail, Filistin’de ve Lübnan’da çocuk, kadın, genç, yaşlı demeden sivil halka yönelik katliamını sürdürüyor ve her iki halkı da adeta açlığa mahkum etmeye çalışıyor. İsraililerin coğrafik olarak kuşatılmış Arap yarımadasında gelecek korkusu, adeta genlerine işlemiştir. İsrailliler de biliyor ki, emperyalizm bugün var yarın yok. Bu koruyucu zırhının ilelebet yanlarında olmayacağını bilen İsrail, Araplardan ne kadar toprak işgal edersek sınırlarımız o kadar genişler yada “ne yaparsak yanımıza kar kalır” mantığıyla sağa sola saldırmakta. Üç haftayı arkalamış olan İsrail’in Lübnan saldırısı ülkenin stratejik noktalarının yanısıra sivillere yönelik abluka saldırısına da devam ediyor.
İsrail, 1948’den bu yana Arap-İsrail savaşlarında elde ettiği “üstünlüğü” komşu Arap devletlerine karşı hep hüsnükuruntu babında yorumladı. Üstüne üstlük ABD ve müttefiklerinin Irak’ı işgal etmeleri İsrail’i daha vahşi bir duruma getirerek, bölgede hem manevra alanını genişletmiştir hem de var olan mezhepsel çelişkilerden etkinlik elde etmeye çalışmıştır. İsrail, Gazze saldırısı öncesinde olduğu gibi, Lübnan saldırısı öncesinde de uluslararası alanda olduğu gibi bir çok bölge devletiyle de saldırıyı görüşmüştür. Begin-Sedat stratejik araştırma merkezinden Efraim İnbar, “Arap ülkeleri İsrail’in gücünden dehşete kapılmaktalar” diyordu. Bu korku mudur, yoksa kimi Arap rejimlerinin despot hanedanlıklarının devamı veya salt mezhepsel sorunumdur? Bu hepsinin bir karışımı olsa gerek. Çünkü bunların kendi hanedanlıkları ve kendi çevresi dışında pek öyle yönettikleri toplum üzerinde veya Arap kamuoyunda nüfuslarının olduğunu söylemek zor. Zira bu yönetimlerin Amerikan yanlı politikaları ve ABD’nin İsrail’e verdiği açık destek, şuanda ABD ve İsrail politikalarına karşı savaşın öncülüğünü yapan siyasal İslamcı hareketlerin içte büyümesine neden oluyor ve bu rejimlerin iktidar direkleri zayıflıyor.
Bunun yanı sıra İsrail’in, ABD’nin ve müttefiklerinin bölgedeki yayılmacı politikalarına şuan için karşı çıkan İran ve Suriye öncülüğünde ilerleyen İslam’ı hareketler, kendi rejimlerini içte zorlamaktalar. Bu ve
sileyle Lübnan halkına, Hizbullah’a ve Hasan Nasrullah’a, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi ülkelerin iktidarlarından gelmeyen destek, bu ülkelerde toplu gösterilerin yasaklanmasına rağmen halktan gelmektedir.
Arap kamuoyuna göre, ne 1948’de ne 1967’de nede 73 İsrail-Arap savaşında (1.Körfez savaşında Saddam’ın attığı birkaç roket dışında,) ne bu kadar roket atabildiler ne de İsrail’e bu kadar uzun direnebildiler. İsrail karşısında bozguna uğramış düzenli Arap ordularının başaramadığı “O yenilmez ve karşı durulamaz” olan İsrail ordusuna karşı direnen Hizbullah hareketi, Batı ve İsrail tarafından “onuru zedelenmiş Arap ulusuna” ilham kaynağı olmayı sürdürüyor.
Ayrıca Suriye’nin ve İran’ın da bu direniş hattında yer alması Arap kamuoyunda birinin Müslümancı diğerinin de milliyetçi etkinliğini derinleştirmekte. Şaşkın Batı işin nasıl yürüyeceğini ve birkaç Arap ülkesinin yanı sıra Türkiye’nin de bir araya geldiği Roma toplantısında “Suriye ve İransız” bu işe çözüm bulmanın zor olduğunu teslim ediyordu. Yani Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi hükümetlerin Suriye üzerinde herhangi bir etkinliğinin söz konusu olmadığı görülüyordu. Zira İsrail’in Lübnan saldırısı Arap topluluğunu derinden sarsmasına rağmen, Arapları, Hıristiyanları, Sünni’si ve Şii’si ile toplumu Hizbullah’ın direnişi etrafında birleştiriyor ve giderek Körfez’de, Mısır’da Ürdün’de yönetimle halk arasında çizgiler kalınlaşıyor.
Batılı devletlerinin dayattığı ve kimi bölge devletlerinin de onayladığı Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve “Güney Lübnan’da bir güvenlik şeridi” oluşturulması çözümü, çözüm değil çözümsüzlüğü dayatmakta. İsrail, Kufe ve Şebaa çiftliklerinin yanı sıra, şuan işgal ettiği topraklardan geri çekilmediği, ikide bir Lübnan üzerinde yaptığı kontrol keşif uçuşlarını askıya almadığı sürece çözüm zor. Ve ayrıca Suriye ile Golan Tepeleri sorunu çözülmeden veya ortadan kalkmadan Hizbullah’ın silahsızlanmasını dayatmak pek akılcı görünmüyor.
İsrail’in Baalbek-Hermel bölgesinde, Qana’da, Ayti-Şabe, Sur gibi Güney Lübnan’ın bir çok kasaba ve köylerinin yanı sıra, Beyrut’a yağdırdığı vahşi ölüm bombaları çocukları ve savunmasız sivil insanları öldürmeyi sürdürüyor. “Medeniyetlerden, demokrasiden ve kültürden” söz eden Batılılar, İsrail’in, dünya kültürler mirasına ait olması gereken ve on sekiz etnik, cemaat ve toplumun yaşadığı Lübnan topraklarını bombalamasına, bu mozaik yapının yok olmasına göz yumuyorlar ve açıktan destekliyorlar. Sonuç itibariye İsrail, ABD ve müttefiklerinin Lübnan ve Lübnan ötesi stratejisinin Güney ayağında savaşı sürdürüyor. Eğer Hizbullah eksenli Lübnan direnişi İsrail karşısında yenilirse, bu direnişin faturası salt ona ve onu destekleyenlere çıkmayacaktır. Aksine, bu direniş ABD ve İsrail karşısında yenildiği takdirde fatura, genel olarak Arap dünyasına ve bölgeye ödettirilecektir.