İsrail’in kayda değer bir askeri hedef gözetmeksizin Lübnan’a barbarca saldırmaya başlamasından bu yana uzun ve kanlı altı gün geçti. Altı gün, 1967 Haziran’ında İsrail’in Mısır, Suriye ve Ürdün’ün çok kötü durumdaki ordularını ezici ve aşağılayıcı bir yenilgiye uğratıp, akabinde Filistin’de Gazze Şeridi’ni ve Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Suriye’nin Golan Tepeleri’ni ve Mısır’ın Sina Yarımadası’nı işgal […]
İsrail’in kayda değer bir askeri hedef gözetmeksizin Lübnan’a barbarca saldırmaya başlamasından bu yana uzun ve kanlı altı gün geçti. Altı gün, 1967 Haziran’ında İsrail’in Mısır, Suriye ve Ürdün’ün çok kötü durumdaki ordularını ezici ve aşağılayıcı bir yenilgiye uğratıp, akabinde Filistin’de Gazze Şeridi’ni ve Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü, Suriye’nin Golan Tepeleri’ni ve Mısır’ın Sina Yarımadası’nı işgal ettiği savaşın toplam süresidir. Son kırk yılda “Ortadoğu” ne kadar değişti! Doğrusu, Lübnan direnişine ve bir ölçüde de onun Filistinli muadiline teşekkür etmeli; ki bu barut fıçısı, Arap rejimlerinin -ve aşağı yukarı toplumlarının- yenilgiyi ve ABD-İsrail hegemonyasını büyük ölçüde kader olarak kabul ettiği bir coğrafyadan; geleceğe dair güvenini ve sömürgeci-ırkçı baskının olmadığı, barış ve adaletin hüküm sürdüğü bir çağa yönelik umutlarını hissedilir biçimde yeniden inşa ettiği bir başkasına doğru radikal bir dönüşüm geçirmektedir.
Bu, şimdiki Filistin intifadası patlak vermeden önce gündemde olan “Yeni Ortadoğu”dan kesinlikle başka bir şey. Şimdiki başbakan yardımcısı ve arta kalan tarihi birkaç Siyonist liderden biri olan Şimon Perez, İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasındaki Oslo “barış süreci”nin en parlak zamanında, sık sık, İsrail ve Arap “komşularının” uyum, barış ve ortak refah içinde yaşayacağı yeni bir Ortadoğu’ya dair fikirlerinden söz ediyordu. Bu, Siyonist söylemin özel bilgisine sahip olmayanlar için, İsrail’e Ortadoğu üzerinde, karlı Arap pazarlarının kapılarını, İsrail’in gelişmiş ekonomisine ve bölgesel bir imparatorluk haline gelme yönündeki açgözlü tutkularına açan bir hegemonya sunan resmi bir Arap kapitülasyonu olarak tercüme edilebilir.
Perez’in büyük planında bariz biçimde eksik olan şey, Arap-İsrail ihtilafını çözmek için, 1967’de işgal edilen Filistin, Suriye ve Lübnan topraklarındaki İsrail işgalinin uluslararası yasalara göre sonlandırılmasını sağlayacak; Filistinli mültecilerin, İsrail kendi toplumlarının yıkıntıları üzerinde kurulabilsin diye etnik temizliğe maruz kaldıkları topraklarına geri dönüş haklarını tanıyacak; ve İsrail’in, sadece temel hizmetlerin sağlanması ve temel hakların tanınması konusunda ayrımcılık uygulamakla kalmayıp, kendi kendini ifade haklarını bile engellediği kendi Filistinli yurttaşlarına karşı ırkçı ayrımcılık sistemini sonlandıracak bir formüldü.
İsrail’in Lübnan’a karşı (görünüşte, Hizbullah’ın Lübnan-İsrail sınırında şaşırtıcı bir askeri operasyonla kaçırdığı iki askerini kurtarmak için yürüttüğü) altı günlük saldırısının ve Hizbullah’ın halk içindeki desteğini aşındırmayı hedefleyen bir taktik olarak, masum Lübnanlı sivillere karşı yürüttüğü kasıtlı ve kademeli katliamın ardından, Lübnan direnişi sadece diretmekle kalmadı; aynı zamanda, İsrail’e, Ortadoğu’nun çehresini halihazırda kalıcı biçimde değiştirmiş olan kimi güçlü darbeler de vurdu. Batı, İsrail’in bu son savaş suçlarının kurbanı olan Arap sivillerin perişan halini görmezden gelmeyi tercih ederken, Arap dünyası bugüne kadar yaşamın gerçekleri olarak kabul edilen diğer bazı “kurbanların”, yanılsamaların ve mitlerin tepetaklak düşüşünü gözden kaçırmadı.
Bu kurbanlardan birincisi İsrail’in “caydırıcılığı”dır. İsrail, ezici (ya da Batı’nın yumuşatılmış diliyle “orantısız”) güç kullanımıyla “zarar görmüş caydırıcılığı”nı kurtarmayı hedeflediğini açıkça itiraf etti. Onun bu hedefe ulaşmaya yönelik patentli çözümü, kolektif “Arap düşünüşünde İsrail’in imajını hem bölgenin yenilmez ve rakipsiz bir gücü, hem de, Moshe Dayan’ın vaktiyle savunduğu gibi, hedeflerine ulaşmak için kaba kuvvet kullanmada hiçbir makul sınır tanımayan bir “kudurmuş köpek” olarak yerleştirmek amacıyla, rasgele öldürmek ve keyfi olarak tahrip etmektir. Bu perspektiften, umutsuzluk ve dehşet yaymak, İsrail için, on yıllar boyu iyice öğrendiği psikolojik savaşta seçilmiş bir silah haline gelmektedir. Bundan dolayı, ezilenler arasında zulüm düzenine karşı ayaklanmaya ve açıktan meydana okumaya yol açabilecek umut, her ne pahasına olursa olsun yok edilmelidir. İşgal altındaki Filistin topraklarındaki altı yıllık açık Filistin direnişinin ardından, Hizbullah’ın altı gün içinde yaptığı şey, Arap umutsuzluğunun “demirden duvarını” yıkmak ve böylece İsrail’in yıldırma kapasitesinin temelini daha da zayıflatmaktan daha azı değildir.
İsrail’in Gazze ve Lübnan’daki çifte saldırısının bir diğer kaybı Batı’nın ahlaki tutarlılık, ılımlılık ve hatta uluslararası hukuka saygı iddiasıdır. Batı hükümetleri, genel olarak, İsrail’in Gazze saldırısını ve Lübnan’a yönelik zalimce bombardımanını, terimin standart tanımına ve uluslararası hukuki konvansiyonlarda tarif edilen sınırlara bakmaksızın bir “nefsi-müdafaa” biçimi sayarak, açıktan ya da utangaçça desteklediler.
Avrupa’nın, bu ihtilafta yalnızca İsrail’e kendi kendini “savunma” hakkı tanıyan ABD doktrinine boyun eğmesi ya da gönüllü olarak sahip çıkması, Kıta’nın, ABD imparatorluğunun dünya görüşünde temel bir dayanak olan “güçlü doğru yapar ve uluslararası hukuk engebeli bir yola takılabilir” fikrini destekleme hilesini açığa çıkarıyor. Bugün, Guardian’daki bir başyazıda belirtildiği gibi, “Net bir ateşkes çağrısı yapmamak, İsrail’in şu anda yapmakta olduğu ve ABD’nin de zımnen desteklediği şeye, Lübnan ya da bölge için sonuçları her ne olursa olsun Hizbullah’ı yenilgiye ya da felce uğratmak için ezici güç kullanımında suç ortağı olunduğunun işaretidir.”
Bunun yanında, Batılı yöneticiler ve Batı’daki şirket-kontrollü şaşkın burjuva medya, Lübnan ve Gazze’deki Arap sivillerin can kayıplarını, İsrail’in başka türlü çok “parlak” olan imajını potansiyel olarak lekeleyebilecek bir şeyden biraz fazlasına indirgerken, İsrailli -asker ve sivil- can kayıplarına tiksindirici biçimde oransız bir ilgi göstererek, çoğu kişi tarafından demokrasinin ve aydınlanmanın bu sönmüş fenerlerinde tükenmiş olduğu varsayılan ırkçılığı çıplak bir halde sergilediler. Bu olguyu yansıtan bir örnek olarak, geçtiğimiz günlerde New York Times’ta çıkan bir başyazı, İsrail’in Lübnan’daki gaddarlığını “hukuken ve ahlaken haklı” olan “geniş-kapsamlı askeri karşılık” olarak tarif ediyor.
Bu durum, yöneticiler, uzmanlar ve medya editörleri tarafından da ifade edildiği gibi, Batı’nın Arap dünyası ile ilgili politik ve kültürel söylemini yakından takip eden herhangi bir için, hiç de şaşırtıcı gelmez elbette. Afganistan’da, Irak’ta, Guantanamo Körfezi’nde, Ruanda’da, Filistin’de ya da Lübnan’daki; genel olarak “küresel güney”deki insan hayatının kutsallığına Batı’dakilere (İsrail dahil) kıyasla gösterilen rezilce ilgisizlik, ırkçılığın Batı’nın sömürgeci geçmişine ait çirkin bir hatıra olmanın ötesinde, hala yaşadığını ve hareket ettiğini ve iktidar koridorlarında, Ortadoğu’ya dair karar alma mekanizmalarını özellikle etkileyerek, yoğun biçimde bulunduğunu gösteren altüst edici bir hatırlatmadır. Bu elastiki yobazlığın çekirdeğinde, her zaman açıkça ifade edilmese de, beyaz-olmayanların “tam” insanlara yani beyazlara dair bazı temel niteliklerden yoksun olarak, sadece görece insanlar oldukları şeklinde yaygın bir görüş vardır. Etnik kökene, renge, cinsiyete ya da inanca bakılmaksızın, bütün insanların hayatının gerçek anlamıyla eşit değerde oluşu, Batılı elitler arasında yeniden bir fikir meselesi hal
ine gelmektedir.
İsrail’in saldırı savaşının son kaybı Arap-İsrail “barış süreci” oldu. Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Moussa, Cumartesi günü Kahire’de Arap dışişleri bakanlarının katılımıyla gerçekleşen güvenlik toplantısının ardından yaptığı basın açıklamasında bunun (barış süreci) ölümünü resmen açıkladı. Yine bu da, İsrail’in işgal edilmiş Filistin toprakları üzerindeki kontrolünü ve Filistin halkının vazgeçilmez haklarını yak saymasını meşrulaştırmak ve bunun yanında Arapların İsrail adaletsizliğine tam boyun eğmesi anlamına gelen “barış” tanımını (İsrail’in tanımını) zorla kabul ettirmek için özenle tasarlanmış olan bu aldatma sürecini takip eden biri için haber değeri taşımaz.
İsrail’in uluslararası hukuka karşı sürdürdüğü saldırısının ve BM tarafından liderlik edildiği iddia edilen sözde uluslararası politik sistemi aşağılayışının gerçek ve sanal tüm kurbanları göz önünde bulundurulduğunda, Arap sivil toplumu, İsrail’e yönelik, ırk ayrımcılığı dönemi Güney Afrika’sına karşı vaktiyle yapılana benzer bir boykot çağrısı yapan, gelişmekte olan ilerici hareketin zenginleşmesi ve derinleşmesi için mücadele etmelidir. Eninde sonunda, sadece böylesi bir ahlaki ses, şiddet içermeyen direniş biçimi İsrail’i bir şey yapmaya zorlayabilecek ve böylece de barışa bir şans tanıyacak türden sürdürülebilir ve pratik baskılar üretebilir.
İsrail, son kanlı macerasına oyunun kurallarını değiştirmeyi umut ederek girişti. İşin doğrusu, dünyadaki bütün vicdan sahibi insanlar, “oyunun yeni kurallarını” belirlemesi için ona yardım edebilir: uluslararası hukuk altındaki yükümlülüklerine bütünüyle uyana, ve en önemlisi onurlu ve özgür koşullarda yaşama hakkı olan insani ve politik bütün haklara layık olan kurbanlarına eşit insanlar gibi davranmaya başlayana kadar, onu dışlanmış bir devlete çevirerek…
19 Temmuz 2006
Ömer Barguti Filistinli bağımsız bir araştırmacıdır.
[ electronicLebanon.net adresinden Sendika.Org tarafından çevrilmiştir]