Bir süredir, Türkiye’nin orta vadeli geleceğini belirleyecek temel güç dengelerinin oluştuğu bir dönemeçten geçiyoruz. Süreç iki temel platformdaki gelişmelerle ilerliyor: Ortadoğu’daki uluslararası çatışma düzlemi ve devlet iktidarının temel unsurlarının (ordunun yeni kurmay kademesinin, yeni cumhurbaşkanının ve yeni parlamentonun) arka arkaya dizilen seçim süreci Bu çok taraflı süreçlerde, bütün taraflar birbirlerine karşı değişken ittifak sistemleriyle hareket […]
Bir süredir, Türkiye’nin orta vadeli geleceğini belirleyecek temel güç dengelerinin oluştuğu bir dönemeçten geçiyoruz. Süreç iki temel platformdaki gelişmelerle ilerliyor: Ortadoğu’daki uluslararası çatışma düzlemi ve devlet iktidarının temel unsurlarının (ordunun yeni kurmay kademesinin, yeni cumhurbaşkanının ve yeni parlamentonun) arka arkaya dizilen seçim süreci
Bu çok taraflı süreçlerde, bütün taraflar birbirlerine karşı değişken ittifak sistemleriyle hareket ediyorlar ve her gün yeni bir gelişme yaşanıyor.
ABD savaş planlarını gözden geçiriyor.
Geçtiğimiz haftalarda, ABD’nin Ortadoğu politikasında temel bir doğrultu değişikliğinin belirgin sinyalleri görüldü. ABD Dışişleri, neoconların bazı ağır toplarının “ihanet” çığlıkları altında, İran’a yönelik “nükleer baskı”yı uluslararası diplomasi platformuna taşıdı. Aynı anda İsrail, Hamas’ın kaçırdığı askeri bahane ederek, Filistin hükümet üyelerini kaçırdı, Şam’daki Başkanlık Sarayı üzerinde jet uçurdu ve Filistin yerleşimlerini vahşi bir biçimde bombalamaya başladı. İlk bakışta ABD’nin “çark etmesi” gibi görünen bu olguların, saldırı siyasetini güçlendirmek için destek koşulları oluşturmayı hedefleyip hedeflemediğini daha sonra göreceğiz. Ancak en azından şimdilik, ABD’nin Ortadoğu’daki saldırganlık politikasını uluslararası bir diplomasi süreciyle ilişkilendirmeye yöneldiği söylenebilir.
ABD yönetiminin uluslararası diplomasi sürecine “katılıyormuş” gibi yapmasına bakarak, saldırgan politikasından vazgeçtiği veya kendi güçlerini geri çekmenin hazırlığını yaptığı sonucu çıkarılmamalıdır. Ancak, ABD’nin Suriye ve İran üzerinde, saldırı tehdidi ile yumuşama diplomasisi arasında gidip gelen kontrollü baskısının Irak’taki Şii toplumunu denetim altına almasına katkıda bulunduğu biliniyor. Halihazırda, Irak’taki İran yanlısı Şiiler, işgal yönetimi ile en uyumlu kesimi oluşturuyor. ABD’nin Sünni bölgesini bir iç savaşa terketmesi, işgal güçlerini Irak Kürdistanı’na çekmesi ve Irak’ta üç bölgeli gevşek bir federatif statü oluşturmaya yönelmesinin, giderek güçlenen bir alternatif olduğunu; Afganistan’da geçtiğimiz ay yaşanan “pazar yeri katliamı ve ayaklanması”nın, Irak’a yeni güç kaydırma planlarını zora soktuğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor.
İşte bu noktada, ABD ile imzalanan Ortak Vizyon Belgesi’yle Türkiye, bu diplomasi sürecinde ABD’nin yanına “iliştirilmiş” oldu. Bu gelişme elbette, ABD’nin AKP hükümetiyle ilişkisinde kısmi bir düzelmeyi ifade ediyor. Ama bu “iliştirme”den AKP hükümetine düşen payın artırılması yönündeki çabalar da, ABD yönetimi tarafından frenlendi. Abdullah Gül, “5+1 (ABD, İngiltere, Fransa, SSCB, Çin ve Almanya)” adına İran’a yapılan önerilerin kuryesi olarak Washington, Brüksel, Tahran arasında mekik dokurken, Tayyip Erdoğan’ın Bush’tan randevu koparmak için yaptığı son girişim de reddedildi. Yani ABD, devlet iktidarının merkezlerini birbirine kırdırarak zayıflatma ve her iki tarafı da kendisine mecbur etme çizgisini sürdürmekte ısrarlı.
ABD’nin Türkiye’yi, izlemekte olduğu saldırgan politikaların yörüngesine sokmak için kullanacağı araçların dehşet verici bir yelpazeye doğru genişlediği de bu arada ortaya çıktı. Irak Kürdistanı’nda kafalarına çuval geçirilerek “eğitilen” ve ajanlaştırılan askeri kadroların “ticari ortak” ve “personel” olarak istihdam edildiği bir taşeron kontrgerilla şirketine Silopi’de kurdurulan üs, ABD’nin Türkiye’de Kolombiya türü bir iç ve dış savaş dinamiğini güçlendirdiğini gösteriyor.
30 Ağustos öncesinde zirvede güç savaşları.
Devlet iktidarının yeni dengelerinin nasıl oluşacağı konusundaki iç gerilimse hızını fazlaca yitirmeden sürüyor. AKP hükümetinin, yüksek yargı, yüksek bürokrasi ve YÖK’ün Genel Kurmay desteğiyle oluşturduğu karşı-iktidar odağını zayıflatmak için ordu içerisinde bir denge oluşturmaya çalıştığı öteden beri biliniyor. Geçtiğimiz iki ay boyunca tırmanan gerilimli sürecin odaklandığı önemli bir konu da, ordunun yeni komuta kademesinin oluşum süreciydi. Özellikle Şemdinli iddianamesi ve buna karşılık kontrgerilla cephesinin başlattığı karşı kampanya ile tırmanan bu çatışmanın 30 Ağustos’ta ulaşacağı sonuç, devlet iktidarı için mücadelenin bundan sonraki safhasının nasıl ilerleyeceği konusunda belirleyici bir önemde olacak.
Büyükanıt şahsında Özel Harp ekibinin ordunun iktidarına bir bütün olarak talip olması, AKP hükümetini ciddi bir biçimde ürkütüyor. Çünkü böylesi bir durum, şu an “alternatifsiz” olan AKP’nin karşısına, daha şimdiden hazırlanmaya başlayan “milliyetçi” hükümet alternatiflerini dikecek. Bu siyasi kutuplaşmanın Özel Harp tarafından nasıl bir süreçte zorlanacağını tahmin etmek çok güç değil.
Özellikle son günlerin şiddetli ekonomik kriz ortamında, oligarşinin, siyasi platformda bu şiddette bir saflaşmayı tehlikeli bulduğu; AKP’yi denetim altına alması için yeterli olacak kontrollü bir gerilimi tercih ettiği görülüyor. Özel Harp ile AKP hükümeti arasındaki gerilim ortamından yararlanarak ileri sürülen yeni tip “Milliyetçi Cephe” formüllerinin Rahşan Ecevit’in girişimleri öne çıkarılarak tüketilmesi Özel Harp’in “başına buyruk” inisiyatiflerine karşı büyük sermayenin bir uyarısı olarak da algılandı.
Bu süreçte büyük sermayenin AKP hükümetini yıprattığı ancak alaşağı etmeye kalkışmadığı ölçüde orduyu arkaladığı; buna karşılık, AKP’nin karşısında sağda veya “sol”da güçlü bir politik alternatif arayışına girişmediğine dikkat çekmek gerekir. AKP hükümeti karşısındaki tek gerçek politik güç merkezi olan (ve Özel Harp’in mıknatıs etkisiyle bir “topluluk” oluşturan) “militarist-ulusalcı” kümelenmenin “sivil” bir siyasi alternatifi şimdilik üretemediği görülüyor.
Bu tablo dikkate alındığında, oligarşinin AKP hükümetini denetim altında tutmak için merkez sağda veya solda güçlü bir siyasi alternatif oluşturma sorununu öne çıkarmadığı; AKP’yi devlet iktidarı içindeki kamplaşma gibi manipülatif araçlarla denetim altında tutmayı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Oligarşinin AKP karşısında güçlü bir siyasi alternatif oluşturma sorununu önümüzdeki meclis seçiminin sonrasına ertelemesi halinde, bunun Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde AKP’ye güç kazandıran bir tercih olacağı açıktır.
Politik gerilim gerçekten azalıyor mu?
Siyaset sahnesinde son günlerde görülen sessizlik, yumuşama ve istikrara yönelme tablosu yanıltıcıdır. Devlet iktidarı için mücadelenin yeni dönemeçleri alındıktan sonra yeni bir mücadele devresinin başlaması kesindir. Diğer yandan 2001 krizi sonrasında sıcak para tuzağına sürüklenen Türkiye ekonomisi için denizin bitme noktasına doğru hızla ilerliyor olması da politik tabloda güç dengelerinin istikrar kazanmasına izin vermeyecektir.
Bugünkü ekonomik krizin, esas olarak dünya piyasalarındaki bir daralmanın sonucu olduğu, Türkiye’deki yönetim yetersizliklerinin ve geriliminin bu daralmanın etkilerini şiddetlendirdiği ileri sürülüyor. Elbette dünya piyasalarının bugünkü daralması, bir yönüyle emperyalist tekellerin 4-5 yılda bir tekrarlanan “büyük sömürge vurgunlarından” biridir. Ancak bu “daralma”nın ardından sıcak paranın yeni bir “dönüşü”nün gelip gelmeyeceği belli değildir. ABD Merkez Bankası’nın faiz artırımını, Avrupa Birliği ve Japonya merkez bankalarının er veya geç izlemesi kaçınılmazdır. Diğer yandan yüksek kur politikasının da etkisiyle tu
rizm gelirlerinin bu yıl önemli bir darbe yiyeceği de ortadadır. Dolayısıyla, “tükettik” denilen ve cari açıkla finanse edilen dış borçların şiddetli bir patlamasının önüne geçilemeyebilir.
Her defasında “bu defa son” denilen IMF stand-by’larının birinin daha birkaç gün önce imzalanmış olması ve IMF şefleri “vur” dediğinde sağlık harcamalarının, önümüzdeki yıl Cumhurbaşkanı’nın seçileceğine ve genel seçimlerin yapılacağına bakılmaksızın öldürürcesine kısıtlanması bu tehlikenin büyüklüğünü göstermektedir.
Düzen muhalefetinin ordunun ve IMF’nin kuyruğuna takıldığı bir dönemde gelişen bu kriz ortamı, oligarşinin politik merkezini 2001’de olduğu gibi bir kez daha dağıtabilir veya ABD’nin tam denetiminde gericiliğe dayanan alternatifsiz bir iktidar yapısı oluşturulabilir. Her iki durumda, sol politikaların güçlü bir alternatif haline getirilmesine yol verecek bir “boşluk” oluşturacaktır…
Türkiye’nin tüm politik güçleri Eylül’den genel seçimlere dek uzanacak ve ısınacak politik süreçte öne çıkmanın hazırlıkları içindeler. Türkiye solunun da bu döneme, neo-liberal yeni sömürgeciliğin yarattığı yıkıma karşı açık bir halk başkaldırısını geliştirmeyi hedefleyen bağımsız politikalarla hazırlanması gerekiyor.