1980 Eylülünde Türkiye’de siyasi iktidarı devirerek “emir ve komuta zinciri” altında ülke yönetimini devralan askeri idarenin ilk icraatı, her türlü siyasi faaliyetin her kademede durdurulması, parlamentonun ve hükümetin feshedilmesi, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmesi oldu. Siyasi partilerin, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve üye sendikaların faaliyetleri durduruldu, yöneticileri “güvence altına” alındı. Grev çadırları söküldü. Grevler […]
1980 Eylülünde Türkiye’de siyasi iktidarı devirerek “emir ve komuta zinciri” altında ülke yönetimini devralan askeri idarenin ilk icraatı, her türlü siyasi faaliyetin her kademede durdurulması, parlamentonun ve hükümetin feshedilmesi, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmesi oldu. Siyasi partilerin, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve üye sendikaların faaliyetleri durduruldu, yöneticileri “güvence altına” alındı. Grev çadırları söküldü. Grevler yasaklandı. Demokratik kitle örgütleri kapatıldı. Kısa süre sonra tüm işyeri sendika temsilcileri gözaltına alınacak, DİSK’in taşınır ve taşınmaz varlıklarına el konacak, DİSK üyesi sendikaların yönetimine kayyımlar atanacak, DİSK yöneticileri tutuklanacaktı.
12 Eylül rejiminin makro ekonomik sonuçları da çarpıcı oldu. İlk bir yıl içinde emekçi sınıfların Gayri Safi Yurtiçi Hâsıladan (GSYH) aldıkları pay dikkat çekici biçimde düştü, sermaye gelirleri yükseldi, reel ücretler hızla geriledi. Bu eğilim izleyen yıllarda da sürdü, emekçi sınıfların reel gelirleri ve yaratılan toplam zenginlikten aldıkları pay yıldan yıla ve sistemli biçimde geriletildi. 1980 yılı, Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla birlikte, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (WB) denetiminde “yapısal uyum” ve “istikrar arayışı” sloganıyla neo-liberal programın uygulanması ve ekonominin yeniden düzenlenmesi sürecinin başlatıldığı çok köklü bir dönüşüm yılı oldu. Devletin ekonomiye doğrudan katılımına dayalı sermaye birikimi süreci, ithal ikameci sanayileşmeyi sağlayan büyüme dinamikleri terk edildi. 60’lı yıllarda toplu pazarlık ve grev hakkının tanınmasıyla hâkim sınıflarla, emekçi sınıflar arasında kurumuş olan kâğıda dökülmemiş bir çeşit “modus vivendi, bir arada yaşama tablosu” değişti. (1)12 Eylül askeri rejimi hâkim sınıflara, bu dönüşümü gerçekleştirebilmeleri için en elverişli koşulları yarattı. Birkaç yıl içinde sendika hakları ve toplu pazarlığın yasal çerçevesi, hâkim sınıfların talepleriyle uyumlu olarak yeniden oluşturuldu. Sendika hakları 1982 Anayasasının ardından, Danışma Meclisi’nde görüşülmeksizin Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından kabul edilerek yürürlüğe giren “tepkici ve ayrıntıcı bir yaklaşımın ürünü” (2)2821 sayılı Sendikalar Kanunu (SK) ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TSGLK) ile büyük ölçüde kısıtlandı.
Türkiye’de neo-liberal ideolojiyi esas ve dayanak alan ekonomi politikası, 6 Mart 1995 tarihli bir Ortaklık Konseyi Kararıyla 1996 başında yürürlüğe konulan Gümrük Birliği (3)ve 1999 yılı sonunda Helsinki’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Zirve Toplantısında Türkiye’ye “tam üyeliğe aday ülke” statüsünün tanınmasıyla başlayan Avrupa Birliği (AB) uyum süreciyle eklemlenerek günümüze kadar uygulanmış ve uygulanmaktadır. Bu çalışmanın amacı Türkiye’de işçi ücretlerinin seyrini bu süreç içinde; 1980 – 2005 yılları arasındaki uzun zaman aralığı içinde ve elbette çok temel yanlarıyla izlemektir. Bunu yaparken, emek piyasasında sendikalı ve sendikasız işçiler için oluşan ücret düzeyini ve toplu pazarlık sürecinde reel ücretlerin seyrini kamu ve özel sektör ayrımında saptamaya çalışacağız. Ağırlıklı olarak istatistik verilere dayanan bu çalışma esas olarak TÜİK ve kısmen de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine dayanmaktadır. Gelir dağılımının, emek ve sermaye gelirlerinin ve genel olarak toplu pazarlık kapsamındaki işçilerin ücretlerinin araştırılmasında TÜİK verileri başlıca kaynak durumundadır. Bunun yanında özel sektörde işveren sendikaları ile bağıtlanan büyük ölçekli grup pazarlığı sürecinde oluşan ücretlerin seyri, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) verilerinden izlenmiştir. Ayrıca kimi işçi sendikaların TÜİK ve TİSK verilerini esas alarak yaptıkları araştırmalardan da yararlanılmıştır.
1. Gelir Dağılımı
Zengin ve Yoksul
TÜİK 2004 yılı Bütçe Anketi’nden elde edilen gelir dağılımı sonuçlarına göre Türkiye geneli için hanehalkı kullanılabilir gelirlerine göre sıralı yüzde 20’lik hanehalkı dilimlerinden, gelirden en az pay alan birinci dilimdeki hanehalklarının, toplam gelirden aldığı pay % 6, gelirden en fazla pay alan beşinci dilimdeki hanehalklarının aldığı pay ise % 46,2 olarak gerçekleşmiştir. Toplam gelirden en az pay alan ilk yüzde 20’lik dilimdeki hanehalklarının gelirden aldığı pay 2003 yılında da yine % 6 olarak gerçekleşmiştir. Bu bakımdan, en yoksul hanehalklarının durumunda hiçbir iyileşme olmamıştır. Beşinci dilimde bulunan hanehalkları, birinci dilimde bulunan hanehalklarının yaklaşık 7,7 katı gelir elde etmektedir. (4)
Eşitsizliğin ölçülmesinde, sezgisel veya matematiksel yaklaşımların da içerildiği pek çok yöntem bulunmaktadır. TÜİK tarafından bu yöntemler-ölçütler arasından Gini katsayısı (6)kullanılmaktadır. Uzun dönemde gelir gruplarının toplam gelirden aldıkları pay dalgalanmalar göstermekte, 1994 yılından sonra ise alt gelir gruplarına sınırlı bir kaynak aktarımı ve Gini katsayısında düşme gözlenmektedir. Gelir eşitsizliğinin grafik çizim ile gösterilmesini sağlayan Lorenz eğrisi incelendiğinde ise; gelir eşitsizliğinde 1994’den 2002 yılına gelindiğinde bir azalma göze çarpmaktadır. İlgili yıllara ait Lorenz eğrileri kıyaslandığında 2002 yılındaki gelir dağılımının 1994 yılındaki dağılıma baskın olduğu ortaya çıkmaktadır.(7)
Ne var ki biraz daha uzun zaman aralığı içinde izlendiğinde, gelir dağılımında istikrarlı bir düzelme ve Gini katsayısında da süreklilik taşıyan bir düşme eğilimi olmadığı görülmektedir. 1994 yılında Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşamıştır ve 1994 yılını başlangıç kabul eden bir karşılaştırma, gelir eşitsizliğinin yıllar içinde değerlendirilmesi açısından yanıltıcıdır. Nitekim Kurumun 1994 yılına ilişkin verileri, 1987 yılına ilişkin verileriyle(8) karşılaştırıldığında, birinci -en yoksul % 20’lik hanehalkı diliminin toplam kullanılabilir gelirden aldığı pay, 1987 yılında % 5.2 iken 1994 yılında % 4.9’a gerilediği görülmektedir. Benzer biçimde ikinci, üçüncü ve dördüncü hanehalkı dilimlerinin aldıkları pay da gerilemiştir.(9) Buna karşılık beşinci -en zengin % 20’lik hanehalkı diliminin, 1987 yılında aldığı pay % 50.0 iken, 1994 yılında artarak % 54.9’a yükselmiştir. Buna göre; 1987 ve 1994 yılları arasında en zengin ve en yoksul arasındaki gelir farkı hatırı sayılır biçimde artarken, Gini katsayısı da 0,43’den 0,49’a yükselmiştir.
Öte yandan Gini katsayısı ve gelir dilimlerinin toplam gelirden aldıkları pay diğer ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’nin Tanzanya, Tunus, Mozambik, Jamaika, Nepal, Ürdün, Mısır, Endonezya, Yemen, Burundi, Bangladeş gibi ülkeleri de geride bırakarak en adaletsiz ülkeler arasında ön sıralara yerleştiği görülmektedir. AB ile karşılaştırıldığında ise Dünya Bankası verilerine göre, AB25 ülkeleri içinde Gini katsayısı 0.40 ve üzerinde ülke bulunmadığı görülüyor.(10)
Bu noktada çıkarılacak iki temel sonuç, Türkiye’de gelir dağılımında istikrarlı bir iyileşme değil, ama konjonktürel -devresel- dalgalanmalar olduğu ve gelir dağılımında eşitsizliğin en az göründüğü 2004 yılı verileriyle bile Türkiye’de gelir dağılımının hiç de adil olmadığı yönündedir. Kişi başına gelir düzeyinin düşük olduğu bir ekonomide gelir dağılımındaki böylesi bir eşitsizlik yoksull
uğun derinleşmesine, yaygınlaşmasına neden olmaktadır.
Emek ve Sermaye Gelirleri
Sosyal sınıfların Gayri Safi Yurtiçi Hasıladan aldıkları pay TÜİK verilerinden uzun bir zaman dilimi içinde izlendiğinde, emekçi sınıfların gelirlerinin (ücret, maaş, yevmiye) 80’li yıllar boyunca sistemli ve dikkat çekici biçimde gerilediği göze çarpmaktadır. GSYH’dan işgücünün aldığı pay 1980 yılında % 27,1 iken, bir yıl içinde 1981 yılında % 23,8’e 1982 yılında ise % 22,5’e gerilemiştir. Aynı dönemde “kar, kira ve transfer” gelirleri -genel olarak sermaye gelirleri, 1980 yılında % 62,8, 1981 yılında % 65,6 ve 1982 yılında da % 67,1 olarak gerçekleşmiştir. İşgücü ödemelerinin payının en düşük olduğu yıl 1986 yılıdır ve % 19,4 olarak gerçekleşmiştir. Aynı yıl sermaye gelirleri % 66,4 olarak hesaplanmaktadır. 80’li yılların sonunda işgücü gelirlerinin payı % 24, sermaye gelirlerinin payı ise % 61,8 olmuştur.
İşgücü ödemelerinin GSYH’dan aldığı pay 80’li yılların sonunda yükselme eğilimine girmiş, 1990 yılında % 27,7’ye yükselmiştir. İşgücü ödemelerinin GSYH’dan aldığı payın en yüksek olduğu yıl 1991 yılıdır ve bu oran % 31,9’dur. 1994 kriziyle birlikte işgücü ödemelerinde ciddi bir gerileme eğilimi başlamış, 1994 yılında işgücü ödemelerinin payı % 25,5’e, 1995 yılında ise % 22,2’ye gerilemiştir. 90’lı yılların sonlarında dalgalanmalar gösteren bu oran, 2000 yılından başlayarak yeniden düşme eğilimine girmiş ve son birkaç yıl içinde istikrar kazanmıştır. 2004 yılında GSYH’dan emekçi sınıfların aldıkları pay % 26,3, buna karşılık sermayenin aldığı pay % 49,8 olarak gerçekleşmiştir.
İşgücü gelirlerinin GSYH’dan aldığı payda 2000 yılından başlayarak yaşanan gerilenme eğilimi, paralel biçimde toplu pazarlık kapsamındaki reel işçi ücretlerinin seyrinde de gözlenmektedir. Toplu pazarlık kapsamı dışındaki işyerlerinde de aynı eğilim söz konusudur.
2. Toplu Pazarlık Süreci ve Ücretler
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre toplu pazarlık kapsamındaki işçi sayısı 2003-2004 dönemlerinde 954.429’dur. 2005 yılı için Bakanlık henüz bir istatistik yayımlamamış olduğundan resmi verilerle toplu pazarlık sürecinin kapsamı, bir yıldan fazla bir gecikmeyle ancak izlenebilmektedir. (12)
Toplu pazarlık sürecinin büyük bölümünü kamuda yürütülen toplu pazarlık oluşturmaktadır ve bu süreç 513.354 işçiyi kapsamaktadır. Bunun yanında özel sektörde toplu pazarlık sürecinin kapsadığı işçi sayısı 441.075’dir. Bu sürecin bir bölümünde toplu pazarlık bir işveren sendikasına üye olmayan tek, tek işverenlerle ya da işveren sendikalarıyla yürütülmektedir. Bunun yanında işveren sendikalarının taraf olduğu toplu pazarlık özel sektörde yürütülen sürecin bir diğer bölümünü oluşturmaktadır ve çok işverenli (multi employer) grup toplu pazarlığı niteliği taşımaktadır. İşveren sendikalarıyla yürütülen büyük ölçekli grup toplu pazarlığı, özel sektörde yürütülen sürecin kabaca yarısını oluşturmaktadır. TİSK tarafından bu sayı -ilaç ve gıda sektörlerindeki veriler hariç tutulmak suretiyle- 189.699 olarak açıklanmaktadır. (13)
Her iki sektörde de 1980 yılından bu yana iki önemli gerileme yaşanmıştır. Bunlardan ilki toplu pazarlığın kapsamının olağanüstü biçimde daralmasıdır. Diğeri ise reel ücretlerin genel olarak gerilemesidir ki sendika hareketi adına bu gerçek bir yenilgi olmuştur. Özelikle 2001 krizinin ardından reel ücretlerde gerçekleşen ciddi gerileme izleyen yıllarda telafi edilememiştir. Son dönemde sendikaların, AB süreci içinde şekillenen 4857 sayılı yeni İş Kanununun hazırlanması aşamasından başlayarak işveren sendikalarının sürekli gündemde tuttukları “esneklik” talepleri karşısında tutunamamaları, esnek çalışmanın bütün biçimlerinin bir iki istisna dışında büyük ölçekli grup sözleşmelerine girmesiyle sonuçlanmıştır. Bu da göz ardı edilmemesi gereken bir diğer geri adım olmuştur.
Toplu pazarlığın kapsamı daralıyor
1985 yılından bugüne kamuda toplu pazarlık süreci kapsamındaki işçi sayısı gerilemekte, toplu pazarlığın kapsamı daralmaktadır. 1985-86 döneminde 1.627.040 işçi toplu pazarlık sürecinin kapsamındayken 2003-2004 döneminde bu sayı 954.429’dur. Buna göre 20 yıl içinde toplu pazarlığın kapsamındaki işçi sayısında % 41,3 oranında bir daralma gerçekleşmiştir. Bu daralma özellikle kamuda dikkat çekicidir. Aynı karşılaştırma kamu sektörü için yapıldığında, 1985-86 döneminde 996.208 olan kamuda yürütülen toplu pazarlık süreci kapsamındaki işçi sayısının 2003-2004 döneminde bu sayının 513.354’e gerilediği görülmektedir. Bu % 48,5 oranında -aşağı yukarı yarı yarıya- bir gerilemeyi ifade etmektedir. Bir başka açıdan bakacak olursak, kamu sektörü 1985-86 döneminde toplam toplu pazarlık sürecinin % 61,2’sini oluştururken bu oran 2003-2004 döneminde % 53.8’e kadar gerilemiştir. Bunun anlamı, kamu sektöründe, özel sektöre oranla daha büyük bir istihdam daralması yaşanmış olduğudur.
Veriler toplu pazarlık sürecinin kapsadığı işçi sayılarındaki sert düşüşlerin 1994 ve 2001 krizlerinin ardından gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu gerilemede belirleyici etkenin esnek uzmanlık-taşeron, kapsam dışı personel uygulamaları ve 2001 krizinin ardından yoğun olarak yaşanan işçi çıkarmaları ve kayıt dışı istihdamın yaygınlaşması olduğu bilinmektedir.
Özellikle son 10 yıl içinde önemli bir işçi kitlesi bu yolla, “çekirdek firma” dışında oluşturulan sendikasız, zaman zaman sigortasız, son derece düşük ücretlerle ve günde 16 – 18 saat çalıştırılan “çevre işgücüne” katılmıştır. Taşeronlaşma, sendika ve toplu pazarlık hukuku alanında doğrudan işçilerin hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılması amacına yönelmiş, etkili bir sendikasızlaştırma aracı olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır. Taşeron ilişkisinin olağanüstü boyutlarda yaygınlaşması, emek piyasasının parçalanmasına, sendika hakkının, toplu pazarlık hakkının kullanılamaz duruma gelmesine neden olmuştur. Taşeronlaşma yoluyla silahlı külahlı bir alt kültür endüstride giderek yaygınlaşmış ve yaygınlaşmaktadır. (15)Taşeronlaşma işyerlerinde sendikanın gücünü ve etkinliğini kırarak, asıl işverenle yürütülen toplu pazarlık sürecini de doğrudan etkilemektedir.
Toplu pazarlık sürecinin kapsamının daralmasına neden olan bir önemli faktör de artık irili ufaklı hemen bütün işyerlerinde karşımıza çıkan “kapsamdış
ı personel” uygulamaları olmuştur. TİSK verilerine göre, TİSK kapsamında sendikalı olmayan işçilerin – kapsamdışı personel – oranı, 1990 yılında % 22,3 iken 2000 yılında % 33,3’e yükselmiştir. Bu tam olarak % 49,3 oranında bir artışı ifade etmektedir. Toplu pazarlık sürecinin kapsadığı işyerlerinde çalışan her üç işçiden biri toplu iş sözleşmesinin kapsamı dışında ve dolayısıyla sendika hareketinin dışında tutulmaktadır ki bu kabul edilemez bir orandır.
Baskılar…
24 Ocak kararlarının uygulanmasıyla birlikte 1980 yılından başlayarak gerçek ücretlerde çok sert bir gerileme yaşanmıştır. Reel ücretler (1979=100) 1979 yılı 100 kabul edildiğinde 1980 yılında genel olarak 79,89’a gerilemiştir. Bu gerileme özel sektörde çok daha sert olmuş, 1980 yılında gerçek ücretler kamuda 82,95′ e gerilerken özel sektörde 77,52’ye düşmüştür. Bu büyük şok etkisinin ardından 1981 yılında yukarı doğru bir düzelme eğilimi gösteren reel ücretler, izleyen yıllarda düşmeye devam etmiştir. 1982 yılı rakamları 100 kabul edildiğinde reel ücretler, 1985 yılında kamuda 74’e, özel sektörde ise 86,5’e gerilemiştir. 1985 yılında reel ücretler (1982=100) genel olarak ise 79,3 olarak gerçekleşmiştir. Bu % 20’nin üzerinde bir erimeyi ifade etmektedir.
“Ölmeye Geldik!”
24 Ocak kararlarının ve 12 Eylül rejiminin baskıları ve kısa sürede yarattığı sefalet koşulları işçi sınıfı içinde güçlü tepkiler yarattı, sendika hareketi 1989 yılına yaygın ve etkili grevlerle girdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı istatistiklerine göre grevde kaybolan işgünü sayısı 1985 yılında 194.296 iken bu sayı, 1989 yılında 2.911.407’dir. Asıl büyük çıkış ise 1990 ve 1991 yıllarında gerçekleşmiştir. 1990 yılında grevde kaybolan işgücü sayısı 3.466.550, 1991 yılında ise daha da artarak 3.809.354 olarak tespit edilmektedir. (16)
80’li yıllarda toplu pazarlık açısından çok önemli bir faktör, kamuda işveren sendikalarının niteliği ve toplu pazarlığın merkezileşmesi olmuştur. 1984 sonrasında kamuda 2821 sayılı Kanuna göre ve hükümet direktifleriyle örgütlenen, “pek çok işkolunda birden faaliyette bulunan” dört büyük kamu işveren sendikası kanalıyla politik iktidarın sürdürdüğü karışımcı, dayatmacı politikalar kamuda tek, tek işkollarında örgütlü isçileri ve işçi sendikalarını birlikte davranmaya itmiştir. Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Kamu Toplu İş Sözleşmeleri Koordinasyon Kurulu kanalıyla kamuda toplu pazarlık sürecini birleştirmiştir. Kamuda 1989 “ilkbahar eylemleri” özel sektörde büyük ölçekli grup pazarlığı sürecinde yaygınlaşan grevlerle birleşmiştir.
1980 – 1994 döneminde ücretlerin seyri, Türkiye sanayinde yaratılan katma değerin ve sanayi kesimindeki istihdamın önemli bir bölümünü sağlayan Türkiye’deki en büyük 500 sanayi firmasının oluşturduğu katma değerin dağılımındaki değişmeden de izlenebilmektedir. (17)Bu firmalara ait verilere göre, 1982 – 1988 yılları arasında maaş ve ücretlerin sağlanan katma değerdeki payı, büyük bir düşüşle % 52 ‘den % 33,5 ‘e gerilemiştir. Ancak, faktör gelirleri içinde maaş ve ücretler aleyhine gelişen bu durum, 1989 yılından itibaren değişerek, maaş ve ücretlerin faktör geliri içindeki payı hızla artarak 1992 de % 75 ‘e yükselmiştir. 500 büyük firmanın net katma değeri içinde ödenen faizler, faktör geliri payında 1982 ‘de % 27,6 iken 1992 de %39,7 ‘ye yükselmiştir. Faktör geliri içindeki kârın payı, -bazı özel büyük firmalar dışında- özellikle 90’lara doğru bir düşüş eğilimi içine girmiştir. (18)500 büyük sanayi firmasına ilişkin bu veriler, TÜİK ve TİSK verileriyle örtüşmekte, ücretlerin genel seyri; 1980 1989 döneminde sert bir gerilemeyi ve 1989 – 1994 döneminde de güçlü bir çıkışı yansıtmaktadır.
1994 Krizi: Yeniden Yoksullaşma Süreci
Türkiye’yi Gümrük Birliği’ne getiren yeni ekonomik dinamikler, ürün fiyatlarının küresel pazarda belirlenmesi, kar marjlarının gerilemesine ve tartışmaların “ücret” ve “işgücü maliyetleri” üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. 90’lı yıllar boyunca toplu pazarlık ağırlıklı olarak “ücret pazarlığı” çerçevesinde yürütülmüştür. Artık bölüşüm dinamikleri uluslararası sermaye hareketlerine tabi duruma gelmiştir. Sendika hareketi ekonomide uluslararası sermaye hareketlerine bağlı olarak yaşanan canlanma dönemlerinde gerçekleştirebildiği ücret artışlarını, daralma ve kriz dönemlerinde geri vermektedir.
Gerçekten de 1993 yılında 203,5 olan reel giydirilmiş ücret endeksi (1985=100), 1994 krizinin etkisiyle 1994 yılında 162,7’ye, 1995 yılında 139,2’a gerilemiştir. Gerileme reel işgücü maliyeti endeksinde de (1985=100) izlenebilir. 1993 yılında 228,1 olan reel işgücü maliyeti endeksi, 1994 yılında 179,2, 1995 yılında ide 145,2 olarak hesaplanmaktadır. Ücret düzeyi, 1996 ve 1997 yıllarında istikrar kazanmış, 1997 yılıyla birlikte yükselmeye başlamıştır. Reel giydirilmiş ücret endeksi (1985=100) 1998 yılında 152,8, 1999 yılında 162,2 ve 2000 yılında ise 176,3 düzeyindedir.
Kamu kesiminde de reel ücretler 1995 Ocak ayı ile 1999 Ocak ayı arasındaki dönemde dramatik biçimde gerilemiştir. 1999 yılının Temmuzunda ve 2000 yılında toparlanma eğilimi gösterse de, 1995 yılı Ocak ayında 100 olan reel ücret endeksi, 2001 yılı Ocak ayında 92,2’ye, aynı yılın Şubat ayında ise 90,5’e gerilemiştir. (19)
Aynı dönemde grev eğilimi izlendiğinde 1994 yılıyla birlikte grev uygulamalarında çok büyük bir düşüş göze çarpmaktadır. Grevde kaybolan işgünü sayısı 1991 yılında 3.809.354 iken, bu sayı 1994 yılında 242.589’a gerilemiştir. 1995 yılında yaşanan çıkış süreklilik kazanmamış, 1996 yılında 274.322’a düşmüş ve bu seviyelerde kalmıştır. Grev eğilimindeki düşüş reel ücretlere de gözlenmiş, 1994 yılıyla birlikte reel ücretlerde de grev eğilimine paralel olarak çok keskin bir düşüş yaşanmıştır. 1993 yılında 203,5 olan reel giydirilmiş ücret seviyesi 1994 yılında 162,7 seviyesine gerilemiştir ki bu bir yıl içinde gerçekleşen % 20’nin üzerinde bir ücret kaybını -yoksullaşmayı- ifade etmektedir. Kayıp 90’lı yıllar boyunca sürmüştür.
Grup Pazarlığı Süreci ve Ücretler (1980 – 2000)
Özel sektörde yürütülen toplu pazarlığın en önemli parçasını, TİSK kapsamında işveren sendikalarıyla yürütülen toplu pazarlık süreci oluşturmaktadır. Özel sektörde kimi stratejik sektörleri de içeren grup pazarlığı süreci, 1982 Anayasasının ve 1983 tarihli 2821 ve 2822 sayılı Kanunların yürürlüğe girmesinin ardından sert müzakerelere sahne olmuştur. Özellikle 1989 yılından başlayarak grev eğilimi dikkat çekici biçimde yükselmiştir.
Gerçekten de 1987 yılına kadar kamuda hemen hiç grev uygulamamasına, özel sektörde ise grev uygulamalarının oldukça sınırlı kalmasına karşılık 1987, 1988 yıllarında ama özellikle de 1989 yılında grevde kaybolan işgünü sayısında çok ciddi bir sıçrama gözlenmektedir. 1986 yılında 234.940 olan bu sayı izleyen yıllarda sırasıyla 1.961.940, 1.892.655 ve 2.911.407 olarak gerçekleşmiştir. Asıl büyük çıkış ise 1990 ve 1991 yıllarında gerçekleşmiştir. 1990 yılında grevde kaybolan
işgücü sayısı 3.466.550, 1991 yılında ise daha da artarak 3.809.354 olarak tespit edilmektedir.
Grev eğilimindeki ve grevde kaybolan işgücü sayısındaki bu çıkışın en önemli etkisi, reel ücretlerin seyrinde gözlenmiştir. 1989 yılında bağıtlanan toplu iş sözleşmeleriyle büyük ücret artışları gerçekleştirilmiştir. Bu olağanüstü çıkış izleyen birkaç yıl boyunca da sürmüştür. Reel giydirilmiş ücretler (1985=100) 1988 yılında 89,4’e kadar gerilemişken, 1989 yılında çok büyük bir sıçrama ile 113,5’e tırmanmış, izleyen birkaç yıl içinde de düzenli biçimde artarak 1990 yılında 136’ya, 1991 yılında 193,9’a, 1992 yılında 199,8’e ve 1993 yılında ise 203,5’e yükselmiştir.
Ne var ki 1989 – 1994 döneminde yaşanan bu güçlü karşı çıkış kalıcı olmadı. Türkiye 1994, 1999 ve 2001 yıllarında Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik krizlerini yaşadı. Yoğun işçi çıkarmalarla, işsizliğin artmasıyla ve reel ücretlerin gerilemesiyle sonuçlanan bu krizlerin gerisinde sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve Türkiye ekonomisinin uluslararası sermayenin -finans kapital- giriş çıkışlarına karşı alabildiğince duyarlı duruma gelmesi vardı. Artık siyasi iktidarın ekonomi üzerindeki hâkimiyeti zayıflamıştı ve ekonomide sermaye girişleriyle yaşanan canlanma, güçlü sermaye çıkışlarıyla bir anda daralmaya ve krize dönüşmekteydi. Küreselleşme, sermaye birikiminin dinamiğini köklü bir biçimde ve yeniden düzenlemeye başlamıştı.
20. yüzyıl sona ererken, artık sermaye birikiminin yeni efendileri, piyasalardı. Dev kurumsal yatırım şirketleri, fonları ve sigorta şirketleri; uluslararası finans kapital, Dünya para piyasalarının çok büyük bölümünü denetimi altına aldı. Sermaye, Dünya finans piyasaları -borsalar- arasında hızla ve sınır tanımaksızın hareket edebilme yeteneğini kazandı. Artık endüstri şirketleri için yeni bir dönem başlıyordu. Şirketlerin ufku değişti. Şirketin uzun vadeli “sanayi gücünü” dikkate alarak, hem yatırıma hem de istihdam politikasına yön veren 20. yüzyıl sanayi kapitalizmi anlayışı yerini, şirketin karlılık oranının kısa vadede azamileştirilmesini birinci plana çıkaran borsa mantığına bıraktı.” (22) Katma değer içinde ücretlerin payının sistemli biçimde düşürülmesiyle, şirket evlilikleri ve işçilerin kitleler halinde işten çıkartılmalarıyla “kâğıt üzerinde” yaratılan yapay kaynaklar, yeni yatırımlara değil, Dünya borsalarına akıtıldı. Şirketlerin gerçek ekonomik güçlerini yansıtmayan, ama borsada işlem gören hisse senetlerinin maniple edilmesiyle oluşturulan spekülatif borsa değerleri, “sanal değerler” yaratıldı.
Dünya pazarlarında rekabet koşulları olağanüstü ölçüde ağırlaştı. Bir yandan küresel pazarda rekabet şansı yaratabilmek bir yandan da kısa vadede yüksek kar oranları elde edebilmek için şirketler, ücretleri ve istihdamı kısmaya yöneldiler.
AB Sürecinde Toplu Pazarlık ve Ücretler (2000 – 2005)
20. yüzyılın sonlarında Türkiye’de sendikaların pazarlık gücünü etkileyen önemli bir faktör de AB süreci oldu. 11-12 Aralık1999 günlerinde Helsinki’de gerçekleştirilen Avrupa Konseyi Zirve Toplantısında Türkiye’ye “tam üyeliğe aday ülke” statüsünün tanınması Türkiye’de çok güçlü ve uzun soluklu bir uyum süreci başlattı.(23)
Bu dönemde toplu pazarlık sürecini doğrudan etkileyen en esaslı faktörlerden biri de, 2003 yılı Haziran ayında yürürlüğe giren 4857 sayılı yeni İş Kanununun yürürlüğe konulmasıydı. 4857 sayılı İş Kanunu esas olarak bireysel iş hukuku alanında bir düzenleme olmasına rağmen, toplu pazarlık sürecinin konularını düzenlediğinden bu süreci de doğrudan etkiledi. AB ülkelerinde -özellikle de Birliğe 2004 yılında üye olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde- sosyal politika alanında yaşanan liberalleşme sürecini bütünüyle yansıtan, getirdiği kurallarla tipik bir AB dokumanı niteliğinde olan 4857 sayılı İş Kanununun temel tercihi, 1475 sayılı eski İş Kanununun “katı düzenlemelerine” karşı esas olarak “esnek istihdam” oldu. Daha 4757 sayılı Kanunun hazırlık aşamasından başlayarak işveren sendikaları toplu pazarlık masalarında, fazla çalışma ücretlerini fiilen kaldırabilecek “yoğunlaştırılmış iş haftası”, “telafi çalışması” taleplerini etkili biçimde savundular. Kimi stratejik sektörlerde daha 4857 sayılı Kanun yayınlanmadan, toplu iş sözleşmelerinin bu Kanunun esnek istihdama yönelik olarak getireceği değişikliklere uyarlanması geçici maddelerle garanti edildi.
Öte yandan doğrudan ücretlere yönelik sonuçları izlendiğinde, 2000 yılının başlarından bu yana toplu pazarlık kapsamında işçi ücretleri gerek kamuda ve gerekse özel sektörde gerilediği görülmektedir.
Aslında 1994 kriziyle birlikte başlayan reel ücretlerdeki gerileme süreci kamuda, 90’lı yılların sonunda kısa süren bir yükselişle kesilmiş, reel saat ücretleri endeksi (1998 Haziran=100) 1999 yılının ilk yarısında 118,85’e yükselmiş, yükselme eğilimi güçlenerek reel saat ücreti endeksini 2000 yılının ikinci yarısında 151,48’e taşımıştır. Ancak bu seviyede kalıcı olamayan reel saat ücretleri endeksi yeniden gerileme sürecine girmiş ve 2005 yılının sonunda yeniden 1998 yılındaki seviyesine kadar düşmüştür. Kamuda toplu pazarlık kapsamında reel giydirilmiş ücretler de paralel bir seyir izlemiştir. Kamuda reel ücretlerin son iki toplu pazarlık dönemi içinde 90’lı yıllar içinde gerilediği seviyelerde istikrar kazandığı söylenebilir.
Özel sektörde toplu pazarlık kapsamındaki reel işçi ücretlerinin seyri, kamu kesimiyle karşılaştırıldığında çok farklı tablo ortaya çıkmaktadır. Kamuda 2000 yılında -özellikle 2000 yılının ikinci yarısında- yaşanan sert yükseliş özel sektörde sınırlı kalmış, 2001 krizinin ardından yaşanan düşüş ise çok daha dramatik olmuştur. Reel saat ücretleri endeksi (1998 Haziran=100) 1999 yılının ilk yarısında 114,19’a yükselmiş, kamuda olduğu gibi güçlenen yükselme eğilimi endeksi 2000 yılının ikinci yarısında 129,54’e taşımıştır. Ancak bu seviyede başlayan gerileme süreci sert düşüşlere neden olmuştur. 2005 yılının sonunda reel saat ücretleri endeksi 84,95 seviyesine kadar düşmüştür. Reel giydirilmiş ücretlerin seyri de paralellik göstermektedir.
Genel Görünüm (2000 – 2005)
2000 – 2005 dönemi toplu pazarlık alanında genel olarak bir gerileme dönemi oldu. Sendika hareketi genel olarak “savunma stratejisi” izledi, mevcut haklarını koruma çabası içine girdi. Ne var ki bunda da başarılı olamadı. 2001 kriziyle bi
rlikte ciddi biçimde gerileyen ücretler, bir daha kriz öncesindeki düzeyine ulaşamadı. (25) 2000 yılının ilk döneminde (1998 Haziran=100) 118,66 olan reel saat ücreti endeksi, aynı yılın ikinci yarısında kayda değer bir artış göstermekle birlikte izleyen dönemde süreklilik taşıyan bir gerileme yaşamıştır. 2003 yılının ikinci döneminde 80,24 olarak en düşük seviyesine gerileyen reel saat ücreti endeksi, 2005 yılının ikinci döneminde 86,15 olarak gerçekleşmiştir. Paralel gerileme eğilimi aynı dönemde reel giydirilmiş ücret endeksinde de izlenebilir.
Ücret Gelirleri ve Sendika Farkı
İşçilere fiili çalışma karşılığı ödenen saatlik ücretler karşılaştırıldığında, 2004 yılının ilk döneminde fiili çalışma karşılığı sendika üyelerine ödenen ücret 5.70 YTL iken, sendikasız işçilere ödenen ücret 3.50 YTL olarak saptanmaktadır. Bu rakamlar 2005 yılının dördüncü döneminde sırasıyla 7,00 YTL ve 4,20 YTL’ dır. TÜİK verilerinden aktarılan bu nominal rakamlar, çalışılmayan süreler için yapılan ödemelerle fazla mesai ödemelerini de kapsadıklarından işgücü piyasasında oluşan alışılmış biçimde zamlı fazla mesai ödemelerini içermeyen “çıplak brüt ücret” düzeyinin tereddüt yaratacak kadar üzerindedir. Sendikalı ve sendikasız işçilerin kazançlarının belirlenmesinde ve karşılaştırılmasında bu durumun gözden uzak tutulmaması gerekir. Bu çerçevede, Kurum verileri, toplu iş sözleşmesi kapsamında olmayan sendikasız işçilere ödenen ücretlerin, toplu iş sözleşmesi kapsamındaki sendika üyelerine ödenen ücretlerin neredeyse ancak yarısı kadar olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında, 2004 yılının başından 2005 yılı sonuna kadar olan dönemde sağlanan artışlar da gerek nominal olarak ve gerekse oran olarak toplu sözleşme kapsamındaki sendikalı işyerlerinde daha yüksektir. (27)
Sendikalı ve sendikasız işçiler arasındaki ücret farkı, brüt kazançlar (giydirilmiş ücretler) karşılaştırıldığında daha da çarpıcıdır. 2005 yılının dördüncü döneminde sendikalı ve sendikasız işçilerin giydirilmiş ücretleri arasındaki fark % 46’nın üzerindedir. Söz konusu dönemde giydirilmiş ücretlerde gerçekleşen artış karşılaştırıldığında, toplu sözleşme kapsamındaki sendikalı işçilerin giydirilmiş ücretlerinde % 24’ün üzerinde bir artış gerçekleştirilmiş olmasına karşın bu oran, toplu sözleşme kapsamı dışındaki sendikasız işçiler için % 15’in altındadır. (28)
Öte yandan daha geniş bir çerçevede ve daha uzun bir zaman dilimi içerisinde ele alındığında ücretlerin seyri, son derece çarpıcı özellikler göstermektedir. 1998 yılından bu yana toplu sözleşme kapsamında olup olmama durumuna göre reel ücretler karşılaştırıldığında reel kayıpların toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işyerlerinde gerçekleştiği, buna karşılık toplu sözleşme kapsamında olmayan işyerlerinde işçilere ödenen reel ücretlerin korunduğu, dahası az da olsa yükseldiği görülmektedir. 1998 rakamları 100 kabul edildiğinde, 2005 yılı sonunda fiilen çalışılan saat başına ödenen reel ücretlerin toplu sözleşme kapsamındaki sendikalı işyerleri için 86,23′ e gerilediği, buna karşılık toplu sözleşme kapsamı dışındaki sendikasız işyerlerinde çalışan işçiler için 104,00 olarak gerçekleştiği görülmektedir. Giydirilmiş ücretler açısından bakıldığında ise reel ücret endeksleri, toplu sözleşme kapsamındaki sendikalı işyerleri için 99,80, toplu sözleşme kapsamı dışındaki sendikasız işyerlerinde çalışan işçiler için 116,00 olarak hesaplanmaktadır.
Bu sonuçlar ilk bakışta tereddüt yaratmaktadır. Reel ücretler sendikalı işyerlerinde düşmekte, buna karşılık sendikasız işyerlerinde uzun dönemde küçük dalgalanmalarla korunmaktadır. Ancak nominal rakamlar izlendiğinde, bu durumun aslında sendikasız işyerlerinde emek piyasası koşullarına bağlı olarak işçi ücretlerinin -ücretler düzeyinin- işçinin ancak kendini yeniden üretebileceği düzeyde oluşacağı kuralının doğrulanmasından ibaret olduğu görülmektedir. Gerçekten de, 2005 yılı Aralık ayı için, Türk-İş tarafından açlık sınırı 543 YTL, yoksulluk sınırı ise 1.650 YTL olarak açıklanmaktadır. (30) Aynı dönemde işçilere ödenen ve her türlü ödemeyi içeren giydirilmiş ücretlerin aylık brüt tutarı toplu sözleşme kapsamındaki sendikalı işçiler için 1,887 YTL, toplu sözleşme kapsamı dışındaki işyerlerinde 1002 YTL’ dır. Bu ödemelerin net tutarları ise sırasıyla sendika üyeleri için 1.352 YTL ve sendikasız işçiler için 717 YTL civarındadır. Bu miktarlara fazla mesai ödemelerinin de dâhil olduğu düşünülürse gerçek şu ki sendikasız işçiler açlık sınırında, sendikalı işçiler ise yoksulluk sınırının oldukça altında yaşıyorlar.
Elbette sendikasız işyerlerinde genel olarak çalışma koşulları, sendikalı işyerleriyle karşılaştırılamayacak kadar kötü. Sendikaların işyerlerinde işgücünün kayıt altına alınabilmesi, çalışma sürelerinin ve kısmen de iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin kontrolü bakımından üstlendikleri düzenleyici fonksiyonlar yadsınamaz. Ne var ki Türkiye’de sendika hareketinin birinci derecede önem verdiği alan, her zaman toplu pazarlık ve ücretler olmuştur. Veriler gösteriyor ki “ücret sendikacılığı” en iddialı olduğu alanda başarısızdır. Türkiye’de sendika farkı işçiyi açlıktan yoksulluğa taşımaya yetmemiştir.
3. Sonuç
Son beş yılın verileri izlendiğinde, üretimde % 25’in üzerinde bir artış, verimlilikte % 26’yı aşan oranda yükselme buna karşılık istihdamda durgunluk ve zaman, zaman gerileme, reel ücretlerde ise bir düşüş eğilimi ortaya çıkmaktadır. DİE verilerine göre 1999 – 2005 yılları arasında, (1997=100) üretim 95,9’dan 128’e, işgücü verimliliği 104,6’dan 141,4’de yükselmiş, reel ücretler ise 107,2’den 92,3’e gerilemiştir. Bu çerçevede işveren sendikalarının, ücret artışlarının verimlilik artışlarının gerisinde gerçekleştirilmesi yönündeki klasik ücret stratejileri açısından gerçek bir başarı elde ettikleri kolaylıkla söylenebilir. Öte yandan sendika hareketi son iki toplu pazarlık döneminde, işveren sendikalarının esnek istihdam önerilerine direnememiş, çalışma sürelerinde esneklik getiren “denkleştirme çalışmaları”, “telafi çalışmaları” bir iki istisna dışında büyük ölçekli grup sözleşmelerinin tümünde düzenlenmiştir.
Bu dönem içinde grev eğiliminde de benzeri görülmemiş bir gerileme yaşanmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre 2000 yılında greve katılan işçi sayısı 18,705 iken bu sayı 2001 yıl