Son günlerde ulusal ve uluslararası kaynaklı yeni bir saldırının zemin hazırlama bombardımanı başladı. İlk atış Uluslararası Para Fonu (IMF)’ndan geldi; asgari ücret çok yüksek! IMF yükselen alkışlardan cesaret alarak yeni bir bomba patlattı; işten çıkarmaya kolaylık getirilsin, kıdem tazminatı kaldırılsın! Derken medya tekelleri, saldırıyı yoğunlaştırmak için yeni bir cephane buldu; AB istatistik kurumu. Ne diyormuş […]
Son günlerde ulusal ve uluslararası kaynaklı yeni bir saldırının zemin hazırlama bombardımanı başladı.
İlk atış Uluslararası Para Fonu (IMF)’ndan geldi; asgari ücret çok yüksek!
IMF yükselen alkışlardan cesaret alarak yeni bir bomba patlattı; işten çıkarmaya kolaylık getirilsin, kıdem tazminatı kaldırılsın!
Derken medya tekelleri, saldırıyı yoğunlaştırmak için yeni bir cephane buldu; AB istatistik kurumu. Ne diyormuş Eurostatt; Türkiye’deki asgari ücret 6 AB üyesinden yüksek!
Ardından sermayenin kalemşörleri, sözcüleri ve bizatihi kendileri hedef gözetmeksizin salvolarını yoğunlaştırdı.
Aslında bunları yapabilmek için, eskiden sık kullandığımız bir deyimle nesnel ve öznel koşullar da pek bir münasip.
Nesnel koşullarımız dediğimiz, büyüme oluyormuş da istihdam olmuyormuş ya, işte istihdamın artırılması için sermayemizin teşviki gerekiyormuş.
İyi de bu işten çıkarmanın kolaylaştırılması ne oluyor, istihdamı artıracak mıyız, azaltacak mıyız, diye sorulabilir. Siz buna kafanızı yormayın, onun da “makul!” bir açıklaması var diyeceklerdir.
“Eski işçiyi çıkarmamız kolaylaşır ve üstelik tazminat ödemezsek indirilmiş asgari ücretle üç kişi alırız. Hatta ayıp olmasın diye, yeni koşulları kabul ederse çıkardığımızı da alırız!..”
Hani böyle açıklamaya kalkarlarsa hiç şaşmayın!
Hazır ortam son derece milli duyarlılığa açık vaziyetteyken, “arkadaş, vatan böyle kurtulacaksa, aha beni çıkarın” diye işverenlerinin kapısına sıra olanlarımız da çıkabilir.
Ne de olsa, hop kardeşim, ne oluyor! diyen de pek çıkmadığına göre, söylenenleri demek ki yüce sermaye sınıfımız milli bir dava için yola çıkmış biçiminde yorumlayanlar da olabilir.
Buradan kalkıp, nerede bu sendikalar, konfederasyonlar diye sormayacağım. Onu üyeleri sorsun! Zaten sorulsa ne olacak, o da ayrı bir dert. İşte bu da işin öznel koşulu; sermaye saldırıya son derece hazırlıklı ve karşısına çıkacak güçlü bir muhalefet yok.
İşçi sendikaları, memur sendikalarının durumları netleşmiş gibi: Biri iktidarı tutacak veya en azından saldırıyı gevşetmenin koşullarını zorlayacak, bir başkası olmaz böyle falan diye söylenip, bir açıklama ile vicdanını rahatlacak, öbürü durun bakalım hele bir anlayalım, başkanlarımızı toplayalım, gidelim sayın büyüklerimizle konuşalım diyecek.
Ardından hadi birlikte “bir şey” yapalım muhabbeti başlayacak. Bir süre şunu yapalım, yok bu daha iyi görüşmeleri sürecek ve en sonunda gaipten bir akil ses “arkadaşlar yaz mevsimine girdik, bu zamanda sendika başkanlarını, geçtik şube başkanlarını yazlıklarından alıp gelemeyiz, dolayısıyla işçiyi eyleme getiremeyiz!” uyarısıyla sendikal hareketin ahvalini hatırlatacak ve planlanan eylemler sonbahara ertelenecek.
Umarım beni ve benim gibi düşünenleri utandıracak bir iş yaparlar, bundan dolayı yüzümün kızaracağını pek sanmıyorum, olsa olsa birlikte bir iş yapılmasının sevincini duyarım.
Nesneli ve de özneli derken, ortaya çıkan koşullarda kafamızı sokacak bir kum kümesi bile kalmadı. Tümüyle açıktayız!
Sermaye tüm hatlarıyla ve ittifaklarıyla cepheye yükleniyor, komuta kadememiz tatilde olduğu için ön safları oluşturan yüz binlerce asgari ücret alan, sigortalı olduğu için kendini şanslı sayan, sendikalı olduğu için korunduğunu düşünen emekçi için tehlike çanları çalıyor.
Kayıtlı olan kesimi daha düşük maliyetli, mümkünse kayıt dışındakiler düzeyine getirebilmek istiyorlar.
Merak etmeyin, şimdilik hiç para vermeden çalıştırabilir miyiz sorusu kafalarında yok.
Kurulan tuzağın saldırı cephelerini ve kurbanın kendini atması için belirlenen sözde kaçış yolunu da tayin etmişlerdir.
Ya asgari ücret üzerinden ve işten çıkarma üzerinden yüklenecekler veya yine asgari ücret ve kıdem tazminatı üzerinden yüklenecekler. Yani iki cepheden saldıracaklar, uğradığımız saldırı nedeniyle bir yerlere saklanmak isteyeceğiz ve bu da tuzak kuranların amaçlarına hizmet edecek. Biz kurtulduk derken bir bakacağız ki saklandığımızı sandığımız yer bizim sonumuz olmuş.
Bu karmaşık gibi görünen, hatta biraz da militarist dilin halk diline tercümesi şu: “bize ölümü gösterecekler ve sıtmaya razı olmaya ikna edecekler.”
Bu sonuç, işgüvencesi yasasının uygulanma sınırının yükseltilmesi, örneğin 100 ve üzeri işçi çalıştıran yerler için uygulanması, kıdem tazminatının kaldırılması olacak. Asgari ücret artışını dondurup, üzerindeki vergi yükünü de azaltırlarsa üç yönden de istediklerini almış olacaklar.
Emekçiler, sermaye gözünü kesin olarak cebimize, haklarımıza dikmiş vaziyette. Biz yaz rehavetine kapılmış giderken, onlar var güçleriyle uygun koşulları hazırlıyorlar.
İleri sürdükleri öneriler ve gerekçelerinin hatalarını defalarca yazdık, yine de özetleyelim.
Birincisi bölgesel asgari ücret talebi, ki buna TİSK bile karşı çıktı, bir eşitlik ilkesine aykırı, iki bölgeler arasında dengesizlik ve göç nedeni, üç zaten vergi kolaylıkları nedeniyle bir anlamda uygulanmakta ve bir yararı görenin olduğunu söyleyen de yok.
Verdikleri AB örneği ise tam bir ağlatacak kadar güldürecek cinsten. Bu Türkiye’nin gitmesi gereken düzey değil ki, yani örnek alınacak ve düzeyi oraya getirmemiz gerecek bir örnek değil. 6 ülkenin asgari ücreti bizden düşük ise üzülürüz ve onların da en azından bizim düzeyimize gelmesi için işçi sınıfının mücadelesine yardımcı oluruz.
İkincisi iş güvencesinin sermaye üzerinde bir baskı unsuru olduğu iddiası ise tümüyle aldatmaya dayalı ve keyfiliğin yeniden uygulamaya konulması için uydurulmuş bir gerekçe. Yasa işten çıkarmaya engel değil, keyfiliğe engel.
Üçüncüsü kıdem tazminatı, bu işçi sınıfı için geriye adımı olmayan, olmaması gereken bir hak. Yük olduğu da hikaye, sadece işten çıkarma için kolaylaştırıcı rolü olsun diye düşünülüyor.
İyi de ne yapacağız sorusu ise hepimiz için artık bıktırıcı ve bir o kadar da usandırıcı oldu.
Ne derler “demokrasilerde çareler tükenmez”, çözüm için ne peygamber, ne de yukarıdan reçete beklemeyelim yeter.
Haberleri duyduğumuzda savurduğumuz küfürler belki o an için sinirlerimize iyi gelebilir, ama ne cebimize, ne hakkımıza, ne de geleceğimize yarar sağlamayacaktır. O an sıktığımız yumruklar gibi binlercesinin olduğunu, olması gerektiğini bilerek hareket etmeliyiz.
“Yollar yürümekle aşınmaz” diyenlere boş verin. Biz yol aşındırmak için yürümedik, yürümeyiz! Yattığı yerden ahkam kesenlere meydanın boş olmadığını göstermek zorundayız.
Kolayca alabileceklerini sandıklarını, vermeye niyetimizin olmadığını; çok istiyorlarsa yanmayı göze almaları gerektiğini bilmelerini sağlamak zorundayız.
Sesimizi yükseltmenin zamanıdır, durum sallasan düşecekler demek için erken, ama harekete geçmenin zamanıdır.
İktidarın ve arkasındaki gücün uyarılması, durdurulması için herkesten önce bizim ayağa kalkmamız gerekmektedir.
Kiminle yapacağız diye çok düşünmene gerek yok, etrafında senin gibi mırıldanıp duran binlerce insan var.
Havada asılı su damlası gibi kalacağını düşünürsen, buharlaşıp gideceğin korkusuna kapılırsın. Senin gibi milyonlarla birleşip, sel olup akacağını; göllere, denizlere, okyanuslara dönüşebileceğini bil.
Bir damlanın yalnızlığından sıyrıl, önüne çıkanı yıkıp geçebilecek bir sel olabilirsin. Dün oldun, bugün dünün dersleri
ve deneyimleriyle daha güçlüsünü yaratabilirsin. Sen bu güce içinde bulunduğun sınıfın bir üyesi olarak doğal biçimde sahipsin.
Tek yapman, damla olmaktan çıkmak ve damlalarla giderek artan hızla bütünleşmektir.