Almanya Federal Cumhuriyeti (AFC)’ne işçi göçü konusunda bugüne kadar çok şey yazıldı, çok söz söylendi. Ancak bir çok “yeni” söylem, eskinin tekrarı olmaktan, var olanı çeşitli renklerde tanımlamaktan ileriye gidemedi. İleriye gitmeyi bir yana bırakalım, piyasaların küreselleşmesi ile dolaysız bağlantılı olarak geliştirilen politikalar karşısında radikalleşmek yerine “ılımlılaşıp”, konformizm temelinde gerileşildi. Seksenli yılların başında ifade edilen […]
Almanya Federal Cumhuriyeti (AFC)’ne işçi göçü konusunda bugüne kadar çok şey yazıldı, çok söz söylendi. Ancak bir çok “yeni” söylem, eskinin tekrarı olmaktan, var olanı çeşitli renklerde tanımlamaktan ileriye gidemedi. İleriye gitmeyi bir yana bırakalım, piyasaların küreselleşmesi ile dolaysız bağlantılı olarak geliştirilen politikalar karşısında radikalleşmek yerine “ılımlılaşıp”, konformizm temelinde gerileşildi. Seksenli yılların başında ifade edilen “Herkese seçme-seçilme hakkı” talebinin, ikibinli yıllarda “AB üyesi olmayan ülkelerin vatandaşlarına da yerel seçim hakkı”na indirgenmesi başka türlü açıklanamaz zaten.
Hep çoğunluk toplumunu temsil edenlerden çözüm beklenildiği için, işçi göçünün yol açtığı sorunlar ve oluşan yeni toplumsal durum karşısında göç edenlerin örgütlerinin vermesi gereken yanıtlar geliştirilemedi, yüzeysel kalındı. Aksi, ne çoğunluk toplumundan, ne de göç edenlerin ve sonraki kuşaklarının temsilciliğine soyunmuş “öz örgütlerden” beklenemezdi de. Çünkü gelişip-zenginleştikçe gericileşen çoğunluk toplumu ve temsilcileri işçi göçünün yol açtığı sorunları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta, en ilericileri bile paternalist yöntemlerle çözüm (!) aramakta iken, göç edenlerin öz örgütleri bedenleri AFC’nde, kafaları ve yürekleri “yurtlarında” politik çalışma yürütüyorlardı.
İşgücü kompanzasyonundan göçmenliğe (1950-1974)
Aslına bakılırsa göç edenlerin günümüzde de var olan öz örgütlerinin başka şansları da yoktu. Alman “İktisat Mucizesi”nin 1950lerde Doğu’dan gelen akının (Doğu Avrupa’dan gelen ve “Aussiedler” veya “Spätaussiedler” olarak adlandırılan Almanlar) tıkanması sonrasında ortaya çıkan işgücü açığını “İşçi Mübadele Antlaşmaları” ile ülkeye getirilecek olan “misafir işçiler”le kompanse etme planı, göç edenlerin kalıcılığını öngörmediğinden, sosyal sorunları çözmek başlı başına göç edenlerin kendilerine kalmıştı.
Alman sermayesi dışarıdan işçi getirilmesini bir yandan işgücü açığını kapatmak, ama diğer yandan da yeniden güç kazanan sendikalara karşı kullanmak için favorize ediyordu. Misafir işçiler, savaş sonrası ekonomik büyümeden ve refahtan pay alma mücadelesi veren sendikal ve toplumsal harekete karşı ve işçi ücretleri üzerindeki baskıyı artırmak için istenildiği gibi kullanılabilecek bir kitleyi oluşturuyorlardı. Bu nedenle başlangıçta Alman sendikalarının, sayıları daha ilk mübadele antlaşması yapılmadan 80 bine ulaşan (1955) misafir işçi çalıştırılmasına ilkesel olarak karşı çıkmaları, anlaşılır bir tavırdı.
20 Aralık 1955’de İtalya ile imzalanan ve ardından Yunanistan ve İspanya (1960), Türkiye (1961), Fas (1963), Portekiz (1964), Tunus (1965) ve Yugoslavya (1968) ile yapılan mübadele antlaşmaları sonucunda misafir işçi göçü yoğunlaştı. Alman devlet geleneğinde “içtimaî muavenet” (sosyal yardım) faaliyetlerini kilise kuruluşlarına devretme yaklaşımı 19.Yüzyıl’dan beri varolduğundan , “Heim”lara tıkılan misafir işçilerin sosyal sorunlarıyla ilgilenme görevi sosyal yardım kuruluşlarına bırakılmıştı. İçtimaî muavenet faaliyetleri, sadece danışmanlık ve yardımdan öteye gitmedikleri için, misafir işçilerin çalışmalarını engelleyecek sorunların çözülmesi ile sınırlı kaldı, ki bu zaten amaçtı da.
Alıcı ülkenin bu tavrı ve göç edenlerin “yerli halktan” farklı olan sosyal ve kültürel alışkanlıklarını devam ettirme kararlılığı, ilk “Türk İşçi Cemiyetlerinin” ortaya çıkmasına neden oldu. Bu gelişme sadece Türkiye’den göç edenler arasında değil, diğer ülkelerden gelenler arasında da söz konusuydu. İlk dönemlerde çoğunluğunu yalnız yaşayan erkeklerin oluşturduğu göç edenler toplumu, kurulan bu cemiyetlerde dinsel ve etnik köken farkını ve politik farklılıkları öne çıkarmadan bir araya geliyor, çevirmen ve diğer sosyal danışmanlık gereksinimlerini büyük ölçüde buralarda karşılıyorlardı. Sosyal yardım kuruluşlarının -daha sonra sendikaların da- sunduğu anadilde danışmanlık hizmetlerini sağlayan ilk kadrolar genellikle bu cemiyetlerden çıkanlardır.
Cemiyetler göç edenlerin Türkiye’den kaynaklı sosyal ve hukuksal sorunlarına da değinmek zorundaydılar. Çünkü Türkiye hükümetleri işçi göçü sayesinde kendi sorumluluk alanlarındaki sosyal sorunları azaltabileceklerini, ülke içi istihdam üzerindeki baskıyı hafifletebileceklerini ve işçi maaşlarının Türkiye’ye gönderilmesiyle döviz ihtiyacının bir kısmını karşılayabileceklerini ummaktaydılar. Türkiye hükümetleri de işçilerin “misafir” oldukları yaklaşımından hareketle, göçten kaynaklanan sorunların çözümüyle ilgili hiç bir adımı atmayı düşünmediler. Döviz gönderme dahil, Türkiye ile ilgili bir çok sorunun çözülmesi gene “işçi cemiyetlerine” kalmıştı. Bu açıdan bakıldığında bu “cemiyetler” kendi kendine örgütlenmenin ve sosyal dayanışmanın önemli birer örnekleridirler aynı zamanda ve sonraki örgütlenmelerin temelini oluşturmaktadırlar. Günümüzde de faaliyet gösteren örgütlenmelerin danışmanlık ve sosyal yardım gelenekleri, bu “cemiyetlerden” gelmektedir.
1966/67’de başlayan ve 1973 ağır ekonomik ve enerji krizi ile zirveye ulaşan savaş sonrası ekonomik buhran, AFC karar vericisinin ve dolayısıyle partilerin işçi göçü politikalarında değişim yapmalarına neden olan bir dönüm noktasıdır. Federal Hükümetin 23 Kasım 1973 tarihli “İşçi Mübadelesini Durdurma” [Anwerbestopp] kararı, misafir olarak görülen işçilerin kalıcılık tandansını güçlendirerek, aile birleşimiyle işçi göçünde nitel bir değişime neden olmuştur.
“Cemiyetlerden” dernek ve federasyonlaşmaya (1973-1990)
Bu nitel değişimin sonucunda “cemiyetlerin” bitişi ve politik, dinsel ve daha sonraları etnik temelde oluşturulan yeni (!) “öz örgütlerin” kurulması başlamıştır. 1973’den itibaren hızlanan bu süreç içerisinde, özellikle göç edenlerin yoğun olarak yaşadıkları metropollerde kurulan dernekler, zamanla federasyonlaşmaya geçmiş ve Türkiye’deki politik oluşumların gelişmesine paralel bir biçimde örgütlenmişlerdir.
Türkiye’de faal olan bir partiye bağlı olarak oluşan ilk federatif örgütlenme neofaşist MHP’nin 1969’da Kempten kentinde “Yurtdışı Temsilciliğini” kurmasıyla başlamıştır. 9 Nisan 1973’de resmî başvurusunu yapan “temsilcilik” 17-18 Haziran 1978’de Schwarzenborn’da oluşturulan “Türk Federasyon”a dönüşmüştür. Türkiye kökenli devrimci ve sosyalist örgütlenmelerin ortaya çıkışı, neofaşist örgütlenme ile eş zamanlı olmuştur (Daha önceleri Berlin ve Köln gibi kentlerde kurulan sosyalist oluşumlar bu dönemlerde federasyonlaşmadıkları için zaman tespitinde dikkate alınmamıştır). Bu gelişme Türkiye kökenli örgütlenmelerin dolaysız olarak Türkiye’deki gelişmelerden etkilendiklerini ve AFC’ndeki “asıl ihtiyaçtan” hareketle kurulmadıklarını göstermektedir.
1976 – 1978 yılları “sol” derneklerin ve federatif örgütlenmelerin en yoğun olarak kuruldukları dönemlerdir. Cemiyetlerin çekiciliğini yitirmesi, kültürel, sosyal ve dinsel geleneklerin zorlaması sonucunda ayrışmaların yaşanması ve politikleşen Türkiyelilerin örgütlenme gereksinimi önce “Almanya Türk Toplumcular Federasyonu”, daha sonra “Federal Almanya İşçi Dernekleri Federasyonu (FİDEF)” (1977), adını sonraları “Sosyaldemokrat Halk Dernekleri Federasyonu”na değiştiren HDF (1977) ve “Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF)” (1980) başta olmak üzere sayısız örgütler kurulmuştur. Bu dernek ve federasyonlar
, farklı parti (TKP, TDKP v.b.) ve hareket (Devrimci Yol v.b.) taraftarlığına rağmen, örgütlenme ve faaliyet alanları anlayışları açısından çok büyük benzerlikler gösteriyorlardı. Bu nedenle aşağıda yapılan tespit ve eleştiriler hepsi için aynı ölçüde geçerlidir.
Örgütlenme
Federasyonlar genellikle büyük kentlerde kurulu dernekler ve Türkiye kökenlilerin yoğun olarak yaşamadıkları yerlerdeki çalışma gruplarından oluşmaktaydı. Başlangıçta “solun” çeşitli renklerini içeren örgütler zaman içerisinde tek bir parti veya hareketin taraftarlığına dönüştüklerinden, bir çok yerde ayrışmalar ve yeni dernekleşmeler oluştu. Merkeziyetçi bir örgütlenme anlayışının hakim olduğu örgütlerdeki çalışmalar, federasyon merkezinin (daha doğrusu sorumlu parti veya hareket biriminin) belirlediği çizgide ve genel olarak Türkiye endeksli bir biçimde yürütülmekteydi. Günün birinde “zaten geriye dönülecek” anlayışı hakim olduğundan, her ne kadar sosyal ve politik gelişmelerle (grevler, barış ve Paskalya yürüyüşleri, 1 Mayıs mitingleri v.s.) ilgileniliyor gibi görünülse de, yaşanılan ülkeye yönelik politik istemler ancak marjinal denecek ölçüde üretilmekteydi. Taraftarı olunan parti veya harekete eş Alman parti ve hareketleri ile olan ilişkiler “enternasyonalist dayanışma” çerçevesinde ve “misafiriz” anlayışı temelinde sürdürülmekteydi.
Faaliyet alanları
Federasyonlara bağlı derneklerin faaliyet alanlarına bakıldığında ise, örgütlenme anlayışı ile çelişkili olan bir durum ortaya çıkmaktadır. Dernekler danışmanlık ve sosyal yardım hizmetleri vermekte, çevirmenlik yapmakta, kiracıların sorunlarıyla ilgilenmekte ve yaşanılan kentlerdeki sendikalar, partiler, girişimler ve belediyelerle ortak çalışmalara girmekteydiler. Gerçi bu “ortak” çalışmaların hedefi ve amacı “Türkiye’dekiler ile dayanışma”nın geliştirilmesiydi, ama maddî yaşam kendi gereklilikleri dayatıyordu. Artık işçiler ailelerini yanlarına almış, işçi yurtlarını terk ederek kiralık evlere taşınmış ve çocuklarını okullara yazdırmışlardı. Bu gelişme, politik çalışma amacıyla kurulan örgütlenmelerin artık üyelerinin güncel yaşamdaki sorunlarına eğilen ve bir nevî sosyal yardım kuruluşu gibi çalışmalar yapmalarını dayattı.
Kalıcılık tandansının güçlenmesi, AFC karar vericisinin de işçi göçü konusundaki politikalarında değişim yapmasına neden oldu. AFC’nin ilk “Yabancılar Sorumlusu” Heinz Kühn 1979’da yayınladığı “Memorandum”unda, ilk kez resmî ağızdan AFC’nin bir “göç ülkesi” olduğunu kabul ediyor, yasal düzenlemelerin yapılarak, göç edenlerin çoğunluk toplumu ile bütünleşmesi için gerekli adımların atılmasını talep ediyordu. İlginçtir, Kühn’ün o günlerde yaptığı tespitler genel anlamda hâlen geçerli olup, talepleri bugünkü koşullarda dahi ilericidir.
Kühn Memorandum’u, göçten kaynaklanan sorunların asıl yükünü çeken yerel yönetimlerde bir paradigma değişimine yol açtı. Son derece pragmatik bir yaklaşımla -ve tabii ki öne sürülen politik hak taleplerinin sivriliğini almak için de- göç edenlerin temsilcilerinin sorunların çözümüne katılma olanakları sunuldu. Belediyelerde önceleri atanan “Yabancılar Komisyonları”, daha sonra da seçilmiş “Yabancılar Meclisleri” mantar gibi bitmeye başladı.
Bu gelişme, sol göçmen örgütlenmelerin daha yoğun bir biçimde yaşanılan ülke sorunlarıyla ilgilenmelerine yol açtı. Ancak 12 Eylül 1980 askerî darbesi ve ardından hızlanan politik mülteci akımı, örgütlenmelerin doğal olarak eskisinden çok daha yoğun bir biçimde Türkiye’yi çalışmalarının merkezine koymalarına neden oldu. İstisnasız bütün sol örgütlenmeler bu dönemde büyük bir dayanışma örneği gösterdiler. Türkiye’den çıkmak zorunda bırakılan politik mültecilerle olan bu dayanışma, şüphesiz bir çok kişisel trajedinin verdiği acının hafifletilmesine sebep olmuştur. Kaldı ki yürütülen kamuoyu çalışmaları, Türkiye’deki cuntacıların dünya kamuoyu nezdinde suçlu görülmelerine ve Türkiye’deki demokrasi mücadelesine önemli katkıları olmuştur (Bu dönem çok spesifik olması nedeniyle ayrı bir araştırma konusudur ve yazının kapsamını aşacağından, daha geniş ele almadığımı belirtmeliyim).
Seksenli yıllar -artık göçmen olduklarını söyleyen- örgütlenmelerin faaliyetlerinde önemli değişimlere neden oldu. Politik taleplerde, yaşanılan ülkeye yönelik istemler daha fazla yer tutmaya başlamıştı. 1988’de TKP-TİP birleşmesini takip ederek “DİBAF” ile birleşerek “Federal Almanya Göçmen Dernekleri Federasyonu” (GDF) adını alan FİDEF, politik arenada “Federal Almanya’da eşit haklar, Türkiye’de demokrasi, Dünyada barış” sloganıyla etki alanını genişletiyor, DİDF yabancı düşmanlığına karşı hazırladığı sembolü ile tüm Almanya’da tanınıyordu. Türkiye kökenli sol örgütlenmeler barış ve 1 Mayıs yürüyüşlerinin, grevlerin ve protesto eylemlerinin vazgeçilmez bir parçası olmuşlardı artık.
Ancak bu gerçek ve sol göçmen örgütü üyelerinden bazılarının sendikalarda, işyeri işçi temsilciliklerinde, sosyal yardım kuruluşlarında ve yerel yabancılar meclisleri gibi “danışma kurullarında” sorumlu görevlere getirilmiş olmaları diğer bir gerçeği, hâlâ bedeniyle AFC’nde olup, kafası ve yüreğiyle Türkiye’de olma gerçeğini değiştirmedi. Ama buna rağmen sol örgütlenmelerin sosyal ve kültürel faaliyetleriyle AFC’nde yaşayan Türkiye kökenli toplumun güncel yaşamda karşılaşılan zorluklarını giderme, var olan yığınla sorunun bir kısmını çözme yönünde hiç te küçümsenemeyecek bir katkıda bulunmuş olmalarının altını kalın çizgilerle çizmemek, büyük bir haksızlık olur. Türkiye kökenli insanların sosyal, kültürel ve politik ihtiyaçlarına, göç alıcı devletin herhangi bir maddî desteği olmadan verilen gönüllü hizmetler maddî anlamda ifade edilerek alt alta toplanırlarsa, ortaya çıkacak meblağın, AFC’nde sözde “entegrasyon” için harcanan paralardan hiç te az olmadığı rahatça tespit edilebilir.
Telegraf stilinde değerlendirmemize devam edersek, seksenli yılların ortasından 1990’a kadar geçen dönemin sol göçmen örgütlerinde yeni bir değişime daha yol açtığını görebiliriz. Türkiye’deki gelişmeler, sol partilerin ve hareketlerin uğradığı değişim ve Türkiye karar vericilerinin 1980’den itibaren “Huzur Operasyonu” adı altında yürüttüğü “lobicilik” ve “kitleye egemen” olma çalışması ve bunlara paralel olarak, Türkçe iletişim araçlarının gelişmesi, çanak antenlerin yaygınlaşması çok açık bir biçimde Türkiye kökenli göç edenleri ve doğal olarak sol göçmen örgütü üyelerini etkiler, yaşamlarını belirler olmuştur.
Tüm bu faktörlerin yanısıra 1982 yılında Helmut Kohl yönetiminde CDU/CSU ve FDP’den oluşan ve neoliberal uygulamaların keskin savunucusu bir hükümetin iktidara gelerek, “Ren Kapitalizmi”nin alışılagelmiş “sosyal devlet mutabakatını” ortadan kaldıran ekonomi, sosyal ve malî politikaları geliştirmesi, göç edenlerin ve sonraki kuşaklarının kendi kendilerini izole etme tandansı için katalizatör rolü oynadı. Kohl hükümetinin 16 yıl süren iktidarı, sadece sosyal ve demokratik hakların olağanüstü bir biçimde budanmasıyla kalmadı. Aynı zamanda tüm Batı Avrupa toplumlarında olduğu gibi, çoğunluk Alman toplumunun ta merkezinde hep var olmuş olan ksenofobinin “köktenırkçılığa” dönüşmesini körükleyecek derecede göç edenleri enstrümentalize eden bir politika uyguladı.
Göç eden ve göç ettiği yerde ayırımcılığa uğrayan her göç toplumunda olduğu gibi, Türkiye kökenli insanla
r arasında da dinsel ve etnik motifli politik faaliyetler tam bu dönemde çekicilik kazanmaya başladı (Burada Kürt örgütlenmesini özel bir başlık altında değerlendirmenin gerekli olduğuna inandığım için, parantez içerisine alıyorum). Özellikle 1984’den sonra güçlenen Ankara kontrollü lobicilik faaliyetleri ve dinsel ya da etnik-bölgesel temelde örgütlü oluşumların çekicilik kazanmasına paralel olarak, etkin sol göçmen örgütleri seksenli yılların sonuna doğru “parti veya hareket” bağlantılarını kaybederek, çözülmeye başladılar. Kendimi de içine alarak söylüyorum: sol göçmen örgütlerinin yöneticileri ve üyeleri bu gelişmeyi öngörememiş ve gerekli olan yanıtları ya verememiş ya da vermekte çok geç kalmışlardır.
Bir dönem yönetiminde bulunduğum GDF’yi örnek verecek olursam: özünde doğru olan, ama sosyal sorunla tam bağlantılı hale getirilmeyen ve salt “göç ve göçmenlik politikası” temelli talepler, kendini bilinçli bir biçimde izolasyona almış, ırkçılığa karşı dine veya milliyetçiliğe sarılmış, göçmen kimliğini kabul etmeyen ve AFC’nde kendi karşıt dünyasını yaratmış olan Türkiye kökenli toplumu kucaklayamamış, entellektüel tartışmanın ötesine gidememiştir.
En uzun on yıl ve günümüz
GDF örneği, sosyolojik açıdan son derece doğru ve politik açıdan sonuna kadar haklı olan taleplerin, hakları savunulduğu iddia edilen kesimin gerçekliğine uyarlanmadığı, yaşanılan ülkedeki sosyal sorun ile dolaysız bağlantılı hale getirilmediği ve ekonomik, sosyal ve politik tüm sorunların gerçek nedeninin sorgulanması üzerine oturtulmadığı sürece yetersiz kalacağını çok iyi göstermektedir.
Aslına bakılırsa GDF, zamanının ilerisinde ve zamanına uymayan bir örgütlenmeydi. GDF’nin sol kamuoyunda hayli ilgi uyandıran ve Anayasa değişikliği dahil çeşitli yasal değişiklikler talep eden “Alternatif İstemler Kataloğu” istenilenler temelinde hâlâ geçerliliğini yitirmemiştir. Daha sonraları 1999-2000 yıllarında başlatılan “Nasıl bir Almanya istiyoruz?” tartışmasının gene güncelliğini yitirmemiş olması gibi. Ancak işin püf noktası, aslen -ister Avrupalı, ister Avrupa dışından olsun- bütün göç eden grupların solcu kesimlerini içermesi gereken bir örgütsel yapının, salt Türkiye kökenlilerle sınırlı kalmasında yatmaktadır.
Taraftarı (veya üyesi) olunan TBKP’nin fesh edilmesinden sonra, dünya görüşü temelinde çalışmaya devam etmek isteyen GDF üyelerinin çoğunluğu, ne bu gerçeği görebilmiş, ne de soyut bir “göçmen” kimliği ile politik faaliyete ısınabilmiştir. Aktivistlerinin bir kesiminin de “öz örgütü” [Selbstorganisaton], “sosyal yardım örgütü” [Selbsthilfeorganisation] ile karıştırarak, sosyal projeler kapsamında bir çalışmaya yönelmesi, ikibinli yılların başında sol göçmen örgütleri tarihinin en köklü örgütlerinden birisi olan GDF’nin fiilen “tarih” olmasına neden olmuştur. Son kurultaylardan birisinin doğru bir tespitle “Adalet, Demokrasi, Barış” şiarı altında yapılması, içinin politik olarak doldurulmasında geç kalındığından, bunu engelleyememiştir.
Doksanlı yılların başına dönerek değerlendirmeye devam edersek, 1989/90 devinimini ve bunun sol hareketler üzerindeki olumsuz etkisini dikkate almamız gerekir. AFC özelinde bakıldığında, gerek “reel sosyalizmin” yıkılması, gerekse de Birleşme sonrasında ortaya çıkan toplumsal dinamikler, sadece sol göçmen örgütlerini değil, bütünüyle solu ve sendikalar dahil tüm toplumsal hareketleri son derece olumsuz etkilemiş, gerileştirmiştir. Küreselleşen malî piyasalar kapitalizminin ve 1940lardan bu yana mütemadiyen yürütülen bir politik program olarak neoliberalizmin, dünyanın büyük bir kesiminde ve toplumsal yaşamın her alanında hegemonya kurmayı başarması nedeniyle, 1990-2000 dönemi haklı olarak “en uzun on yıl” olarak nitelendirilmektedir.
Bu en uzun on yıl sol göçmen örgütleri açısından etki kaybedilen bir dönem oldu. Etkinin kaybolmasında sol göçmen örgütlerinin çok büyük bir kabahati yoktu, çünkü onlar neoliberalizmin etkisi altında kalan doğal müttefiklerini kaybederek, toplumsal ve ekonomik sorunlar karşısında tümden köktenırkçılaşan çoğunluk toplumu ile yalnız bırakıldılar. Böylesi bir dönemde politik mücadeleyi radikalleştirerek, sol göçmen örgütlerinin etki alanını en azından savunmaya katkıda bulunma yetisine sahip aktivistlerin büyük bir bölümü neoliberal hegemonyanın etkisi altında kalarak, radikal mücadele yerine “projeciliği” seçmiş ve konformist bir tutum içerisine girmişlerdir.
Zaten bu nedenle 1992-1993 yıllarının neofaşist-ırkçı saldırıları esnasında AFC’nin ilerici kesimlerinin “moralist antiırkçılığını” çok az solcu göçmen sorgulamıştır. Tam aksine, solda olduğunu iddia eden bir çok göçmen aktivisti köktenırkçılığın bariz bir göstergesi olan ve neofaşist-ırkçı saldırıları bireyselleştirerek apolitikleştiren “moralist ırkçılığı” eleştirerek deşifre etmek yerine, proje paralarının kesilmesi bedelini ödememek veya “aşırı sağa karşı mücadele” adı altında hazırlanan sosyopedagojik projelerden pay alabilmek için, paternalist ve “avukatlık” yaklaşımlarına destek çıkmıştır. Bu nedenle, her ne kadar GDF ve DİDF üyelerinin Solingen ve Mölln gibi olaylarda aldıkları tavırlarla sol göçmen örgütlerinin “namusunu” kurtarmış olsalar da, öyle ya da böyle sol örgütlenmeler içerisinde yer/görev almış olanların bugün geride bırakılan yılların dürüst bir muhasebesini yapmaları gerekmektedir.
1990’dan günümüze kadar geçen dönemi ele aldığımızda, ki bu dönemi çeşitli seviyeler ve kuruluşlarda sorumluluk alan birisi olarak çok yakından tanıdığımı iddia edebilirim, deyim yerindeyse, sol göçmen örgütlerinin bütünüyle marjinalleştiği ve bu marjinalleşme içerisinde gerileştiği bir dönem olarak nitelendirmekteyim. Özellikle doksanlı yılların son çeyreğinden itibaren, elde edilmiş mevzileri dahi koruyamadığımızı tespit etmek durumundayız. Şu andaki toplumsal durumumuza baktığımızda, ne seçme-seçilme hakkı, ne çifte vatandaşlık talebi, ne göçmen kotası, ne de sığınma hakkının geriye verilmesi gibi konularda hiç bir ileri adım atılmadığı görülebilir.
Bırakalım ileri adım atılmasını, yasal düzeyde ve toplumsal konum açısından 1990 öncesinin gerisine düşülmüştür. Sol göçmen örgütleri kendi kendilerini değerlendirirken beş-on bin kişinin katıldığı etkinliklere bakarak, güçlü ve etkin oldukları kanısına varabilirler. Hatta DİDF örneğinde olduğunu gibi, Federal Parlamento’ya milletvekili sokabilmiş olmayı önemseyebilirler. Ama etkin olunduğunun asıl kriteri, toplumsal ilerlemeye ve politika değişikliğine neden olunup olunmadığıdır. Salt eşit haklar ve ırkçılıkla mücadele konusudan bakarak, AFC’ndeki çoğunluk toplumun ilerlemediğini, aksine gericileşip – şövenleştiğini görmekteyiz. Sonuç itibariyle, eğer kendimizi aldatmak istemiyorsak, Türkiye kökenli sol göçmen örgütlerinin değil çoğunluk toplumunu, Türkiye kökenli göçmenlerin çoğunluğunu dahi etkileyemediklerini tespit etmek zorundayız.
Sonuç yerine
Değerlendirmelerimin fatalistce bir yaklaşım olarak algılanmasını istemem doğrusu. Kaldı ki kitaplara konu olması gereken ve bilimsel-politik bir araştırmaya ihtiyaç duyan tarihsel bir dönemi böylesi bir yazı çerçevesinde ancak yüzeysel düzeyde değerlendirmek olanaklıdır.Söylenmesi gerekenin bütününü söyleyememiş olsam da, biraz düşünmeye sevk edebilirse, o zaman bu yazı amacına ulaşmış olacaktır.
Türkiye kökenli sol göçmen örgütlerinin tarihi, nasıl her çıkmaz kendi içer
isinde çözümünü taşırsa, geleceğe ışık tutmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, iki seçenekle karşı karşı olunduğu kanısındayım: Ya şimdiye kadar olduğu gibi devam edilip, kısmen politik tacirlik, kısmen “projecilikle” akıntıyla birlikte yüzülecek, ya da toplumsal koşulların değişmez olmadığı bilinci ile “insanın aşağılanan, ezilen, sömürülen bir varlık olmasına neden olan bütün koşulları alaşağı etmek” için kararlılık gösterilecek.
Onca yıl “göçmen” örgütü çalışmasından gelen bir kişi olarak, ikinci şıkkın tercih edilmesi taraftarıyım. Ve bana kalırsa, bunu yapabilmenin tek bir önkoşulu vardır: Solu sol yapan değerleri yeniden bilince çıkarmak ve gereğini yerine getirmeye uğraşmak – alışılagelen tüm rahat gelenekleri terk etme pahasına!
Ardından yapılması gerekenin de, toplumsal durumun soldan bakışla analizi olduğu inancındayım. Bu analizden çıkartılacak sonuç, antineoliberal ve antikapitalist bir taraf tutma olmalıdır. Bu taraf tutmanın temelini, “beyaz olmayanların”, “beyaz” çoğunluğa karşı politik başkaldırısı oluşturmalıdır. Bunu yapabilmek için de, önce bedenimiz, kafamız ve yüreğimiz ile buralı olmaya nihayet karar vererek, biz “beyaz olmayanların” arasındaki en zayıf olanların haklarını savunmakla işe başlamalıyız. “Beyaz olmayanların” solcu örgütlenmesi olmadığı, radikal hak mücadelesi verilmediği müddetce, neoliberal hegemonya altında ve köktenırkçı çoğunluk toplumunun belirlediği sınırlar içerisinde hareket etmelerine izin verilen ve ezilen, sömürülen, aşağılanan varlıklar olarak yaşamımızı devam ettireceğimizi bilmeliyiz. Sol göçmen örgütleri böylesi bir yaşamı tercih etmiyor, kendileriyle birlikte içinde yaşadıkları toplumun geleceğini değiştirmek istiyorlarsa, önce kendi durumlarını sorgulamak zorundadırlar. Ferdinand Lassalle’in dediği gibi: “En devrimci eylem, neyin ne olduğunu söylemektir”. Beyaz olmayanlar neyin ne olduğunu söyleyerek örgütlenebilirlerse, Batı Avrupa toplumlarının değişiminin motoru olabilirler. Modern dünyada tekrarlanan, uzun hikâyenin (I. Wallerstein) sadece ufak bir kesiti olan Türkiye kökenli sol göçmen örgütlerinin tarihinden çıkartılacak en önemli sonuç bence budur.
(1) 19.Yüzyıl’da Ruhr havzasına göç eden Polonyalı ve İtalyan işçilerin danışmanlık ve sosyal yardım hizmetlerini devlet Katolik Kilisesine devretmişti.
(2) Almanca »Integration« kelimesinin Türkçe’deki anlamı »bütünleşme«dir, genellikle kullanılan »uyum« değil.
(3) Örneğin Kassel’de onca derneğin yanısıra »Yozgatlılar Derneği«nin de kurulmuş olması bu bağlamda çok iyi bir örnektir.