Yazar Perihan Mağden “Vicdani retçiler” olarak bilinen dört yurttaşa uygulanan eziyeti, eşcinsellik muayenesi yoluyla askerlikten muaf tutma girişimlerini eleştirdiği, üzüntüsünü, desteğini belirttiği, “Her Türk asker doğmaz” diyerek vicdani ret hakkının tanınmasını istediği yazısından dolayı yargılanıyor. Mağden, halkı askerlikten soğutmakla suçlanıyor, 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması isteniyor. ‘Yargılanıyor’, sözün gelişi. Elbette savcı Mağden’in ifadesini alıp iddianame […]
Yazar Perihan Mağden “Vicdani retçiler” olarak bilinen dört yurttaşa uygulanan eziyeti, eşcinsellik muayenesi yoluyla askerlikten muaf tutma girişimlerini eleştirdiği, üzüntüsünü, desteğini belirttiği, “Her Türk asker doğmaz” diyerek vicdani ret hakkının tanınmasını istediği yazısından dolayı yargılanıyor. Mağden, halkı askerlikten soğutmakla suçlanıyor, 3 yıla kadar hapisle cezalandırılması isteniyor.
‘Yargılanıyor’, sözün gelişi. Elbette savcı Mağden’in ifadesini alıp iddianame düzenledi, günü geldiğinde Mağden mahkeme salonunda yargıç karşısına çıktı, daha doğrusu çıkabildi. Ama “Perihan Mağden yargılanıyor” ifadesi, adliyedeki tablonun tam karşılığı değil. Çünkü, tabloda daha fazlası var, Perihan Mağden linç edilmek istendi.
Bir insanın düşüncelerinden dolayı ceza tehdidi altında tutulması yeterince derin bir yara. Mağden’in yargılandığı ‘vicdani ret davası’nda beterin beteri var. Yargılanan yazıyı okudukları kuşkulu, sözümona “şehit yakını, kuvvacı, gazi, hukukçu, araştırmacı yazar” geçinenlerin oluşturduğu “embedded” bir güruh, mahkemenin yapması gereken yargılamayı gereksiz görüp yargısız infaz provası yaptı. Şimdilik küfür ve tehditle yetindi, punduna getirdiğinde Mağden’in vücuduna akbabalar gibi üşüşeceğini gizlemedi. Adliyede güvenlik içinde yargıla(n)mayı sağlamakla yükümlü olanlar ise linç provasını sadece izlediler. Perihan Mağden, kendisini “ışığa tutulmuş tavşan gibi” hissetti. (Milliyet, 12 Haziran 2006)
Hukuk düzleminde mahkemenin sonuçlandıracağı vicdani ret davası sosyo-kültürel düzlemde Türkiye için militarist geçmişle yüzleşme, militarizmle hesaplaşma fırsatı ve vicdan sınavı özelliğini kazandı; yanı sıra hukuk devleti mi çete düzeni mi tercihini de dayattı.
Militarizm
Militarizm, ordu merkezli siyaset olarak tanımlansa da daha geniş anlamda, aslında alt kültür olması gereken askerî değerlerin toplumun egemen üst kültürü olmasıdır. “Militarizm, bir toplumun, bir bireyin veya ordu dışındaki bir kurumun kendisini sivil değerlerle değil askerî değerlerle tanımlaması, sosyal, kültürel, siyasî ve ekonomik pratiklerini bu değerler etrafında örmesi; militarizasyon ise militarist bakış açısının hayata geçme ve yaygınlaşma sürecidir.” (Ayşe Gül Altınay, “Eğitimin Militarizasyonu: Zorunlu Milli Güvenlik Dersi”, Türkiye’de Ordu, Ahmet İnsel – Ali Bayramoğlu (der) içinde, Birikim Yayınları, İstanbul 2004, s: 180)
Militarizm, batı ülkelerinde kapitalizmin gelişmesi ve ulus devletlerin kurulması süreçlerinde ortaya çıktı; feodal toplumun serfleri kapitalist toplumda hem “vatandaş” hem de “ordu-millet”in askerleri oldular. Tarihte “ordu-millet” tanımı ilk, 1789 burjuva devriminden sonra askerliği milletin tüm erkekleri için zorunlu hale getiren Napolyon Fransa’sı için yapıldı.
Türk militarizmi
“Ordu-millet” tanımı ilk Fransız ulusu için yapılmış olsa da, Türkler de en az Fransızlar kadar “ordu-millet”tir. Galya’yı fetheden Franklar gibi Türkler de tarih sahnesine Orta Asya’da “ordu-aşiret” olarak ayak bastı. Frankların fethettikleri toprağa yerleşip “ordu-aşiret” hayatını unutmalarına ve ancak burjuva devrimini öteki ülkelere ihraç ederken anımsayabilmelerine karşılık Türkler fetihlere devam edip “ordu-aşiret” olarak yaşadılar. O yüzdendir ki, bugün Türklerin sadece Avrupa’da değil, Dünya’daki en militarize ulus olduğu söylenebilir.
Gerçekten de Türkiye’de militarizmin kökü çok derindedir. Türk halkı, barbarlıktan uygarlığa geçiş evresinde Orta Asya’da iken, coğrafî koşulların zorlamasıyla fetih ve yağma savaşlarının, göçün ve sürek avlarının organizasyonu için Morgan’ın “askerî demokrasi” dediği toplum tarzında yapılanmıştı. Budun aristokrasisi (akbudun) içinde “eşitler arasında birinci” konumundaki kağan ya da yabgu, savaşı, göçü, sürek avlarını yönetebilmek için olağanüstü ama geçici yetkilere sahipti.
Askerî demokrasi, sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçiş evresinin toplum düzeniydi. Sınıflaşma süreci tamamlanmadığından eşitlikçi bir yanı da vardı.
Bir toplum düzeni ortadan kalksa bile kimi gelenekleri sosyal hayatta başka biçimler altında sürer gider. Askerî demokratik toplumun gelenekleri de Orta Asya’da göçebe feodalitesinde hüküm sürdükten sonra İslamiyet’in cihat ve gazasıyla harmanlanarak Anadolu’ya taşındı ve Osmanlı feodalitesinin “evladı fatihan” ideolojisine kaynaklık etti.
İlk ulusal Türk devleti Osmanlı’nın yerine kuruldu. Ulusal devletin kuruluşuna öncülük edecek burjuva sınıfı henüz bebeklik çağında olduğu için ulusal devleti kurma misyonu, burjuvaziye vekâleten, ‘evladı fatihan’ın mirasçısı asker-sivil aydın zümrenin omuzlarına yüklendi. Ulusal devleti kuran askeri elit, sonradan OYAK’ı da kurarak, bebekken beşiğini salladığı sermaye sınıfına katıldı. “Askeri demokrasi” tarihsel bellekte kalmış olsa da, “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış kitle” söylemine kaynaklık etti. Her Türk’ün at sırtında doğduğu “askeri demokrasi”den mülhem bu söylem, cumhuriyetçi sermaye sınıfının ideolojik kalkanı oldu. Emekçi sınıfların payına ise “Her Türk asker doğar” sloganı ve “vatan uğruna şehitlik” imtiyazı düştü.
Her Türk’ün asker doğmaya zorlandığı, demokratik olup olmadığı tartışmalı ama askerî devlet olduğu tartışmasız Türkiye’de askerlik salt vatan görevi, ordu sadece askerî güç değildir. Ordu aynı zamanda toplumun militarize ve disipline edilmesinde öteki kontrol aygıtlarından daha etkili bir ideolojik odaktır. Askerî değerler ise kültürel yapı taşıdır, benzetmek gerekirse ‘ordu-millet’in DNA’sıdır.
Türkiye’de bireyin kendisini ve toplumla ilişkilerini sivil değerlerle değil askerî değerlerle tanımlama süreci ailede başlar, okulda sürer, kitle iletişim araçlarının mesaj bombardımanıyla beslenip güçlenir. Sonrasında anneler babalar, bin yılların kazandırdığı tevekkül duygusuyla, nerede, neden, kim için şehit olacaksa olsun, evlatlarını düğün dernek havasında davul zurnayla, ellerine kına yakarak askere gönderirler. Doğaldır ki, kışlada daha yoğun bir militarizasyon yaşanır. Türkiye’de adaletsiz düzene karşı kitle tepkilerinin az olmasında, 18 yaşında askere gidenlerin yaşadıkları militarizasyon ve disiplin de hayli pay sahibidir. Gençlik döneminde kışlada maruz kalınan, itaatkâr ve sorgulamayan birey tipinin kurgulandığı militarizasyonun tortusu, terhisten sonra bitmeyen askerlik anılarıyla sürer gider. Hâlen okullarda okutulan Milli Güvenlik Bilgisi ders kitabındaki ifadesiyle “Askerlik yapmayan kişi kendisine, ailesine ve yurduna faydalı olamaz.” (Aktaran Altınay, age, s: 187) (Yani, askerlik yapmadıklarına göre, kadınların ne kendilerine, ne ailelerine ne de ülkelerine faydaları vardır (!))
“Ordu-millet”, bir çocukluk hastalığı
“Ordu millet” böbürlenmesi milliyetçiliğin çocukluk hastalığıdır. Her çocuk bu hastalıkları geçirir, bağışıklık kazanır, büyür hayata atılır.
İlk “ordu-millet” Fransızlar, onlardan etkilenen Almanlar ve öteki uluslar “ordu-millet” olmaktan çoktan vazgeçtiler, militarizmi vicdanen reddettiler. Türkler ise hâlâ “ordu millet”!
“Her Türk asker doğuyor”, asker doğduğu için her şeye asker gözüyle bakıyor, karşılaştığı her soruna askerî çözüm arıyor, kendisi çözüm bulamadığında çözümü askerden bekliyor; asker doğmaya itiraz eden biri çıkıp yargılandığında, adliye kapısında linç etmeye yelteniyor.
Kışladaki asker, elbette asker doğduğunu dü