İçerisinde bulunduğumuz toplumda işçi sınıfının statüsü “ücretli kölelik” konumuna denk düşer. Bunun anlamı, bir bütün olarak işçi sınıfının her zaman kapitalist sınıfın kullanımına hazır olması demektir. “Klasik kölelikte” işverenlerin ‘kölelerin’ durumlarıyla ilgili bir sorumlulukları vardı. Bugün ise kapitalistler işçi sınıfının ‘durumuyla ilgili’ hiçbir sorumluluk almazlar. İşçi üretmek ve tüketmek, başka bir ifade ile yaşamak için […]
İçerisinde bulunduğumuz toplumda işçi sınıfının statüsü “ücretli kölelik” konumuna denk düşer. Bunun anlamı, bir bütün olarak işçi sınıfının her zaman kapitalist sınıfın kullanımına hazır olması demektir. “Klasik kölelikte” işverenlerin ‘kölelerin’ durumlarıyla ilgili bir sorumlulukları vardı. Bugün ise kapitalistler işçi sınıfının ‘durumuyla ilgili’ hiçbir sorumluluk almazlar. İşçi üretmek ve tüketmek, başka bir ifade ile yaşamak için gerekli araçlardan yoksun olduğu için emeğini satmak zorundadır. Çünkü yaşamı için gerekli olan şeyleri kendi başına üretemez. Üretemez, üretim araçlarından yoksun oluşu onu üretim ve yaşam araçlarına sahip olan kapitalist sınıfa bağımlı hale getirir/getirmiştir. Bütün bu nedenlerden dolayı burjuva toplumda işçi sınıfının durumunu tam ifade eden kavram diyebiliriz ki proleter kavramıdır. Proleter hiçbir şeyi olmayan ‘çıplak birey’ anlamına gelir. Tabii ki, proleter emeğini satmadan yaşayamaz. Ama emeğini satması hiçbir zaman güvence altına alınmış değildir. Bu durum, kapitalist üretim tarzının yapısı, işleyişi ve temel eğilimiyle ilgilidir. Kapitalizmin temel eğilimleri kimi zaman emek taleplerini artırıcı, kimi zamanda azaltıcı bir işleyişe sahiptir. Yani kapitalizm üretim için üretimdir.
Kapitalizmde sürekli artan bir işsizler ordusu mevcuttur. Bu kapitalizmin mantığı gereğidir. Zira belirli bir işsizlik oranını muhafaza etmek ücretleri aşağı çekmenin bir aracı olduğu için kapitalist sınıfın yeğlediği bir şeydir. Çünkü, ‘işsizler ordusu’ veya ‘yedek işgücü’ çalışanlar üzerinde baskı yaratır ve ücretlerin bastırılmasını, aşağı çekilmesini sağlar. Böylesi bir ücretli kölelik düzeni olan kapitalizm koşullarında, işçi sınıfının kapitalist sınıf karşısına örgütlü bir güç olarak çıkıp, taleplerini dayatmaktan başka bir seçeneği yoktur. Kuşku götürmez ki, işçi sınıfının kapitalist sınıf ve onun devletinin karşısına örgütlü bir güç olarak çıkması, bugünden yarına gerçekleşmemiştir. Bir bocalama döneminin sonunda işçiler, asıl düşmanın sermaye, onun gerisindeki sınıf ve devlet olduğunun bilincine varmıştır. İşçiler başlarda bütün sorunların kaynağı makineleri, aletleri, fabrika binalarını görüyorlardı. Zamanla asıl sorunun nereden kaynaklandığını anladılar. Bunun sonucunda mücadele sağlıklı bir sürece girdi.
Başlangıçta işçi ‘örgütleri’ savunma ve yardımlaşma grupları olarak ortaya çıktılar.Her kapitalist işletmede kurulan örgütler zamanla o iş kolunun tamamını kapsar hale geldi. Giderek birlikler kuruldu. Profesyonel yöneticiler ortaya çıktı. Büyük işçi konfederasyonları kuruldu. İşçi sınıfı sendika ve toplu sözleşme hakkını elde etti. Tarih sendikaların ortaya çıkma sürecinde büyük sınıf mücadelelerine tanıklık etmiştir. Sendikaların, mücadeleler sonucu ortaya çıkmasıyla işçiler ücretlerin belirlenmesinde etkin duruma gelmişlerdir.
Sendika kavramı, bir toplumsal grubun veya sınıfın çıkarını korumak amacıyla kurulmuş bir örgütlenmeyi ifade eder. Ama işçi sınıfının toplum içerisinde ki stratejik önemi göz önüne getirildiğinde, bir örgütlenmenin gerçekte sendika olabilmesi için dar anlamda bir meslek grubunun çıkarını savunan örgütlerden doğal olarak farklı olması gerekmektedir. Çünkü, bir işçi örgütü olan sendikalar dar bir meslek grubu örgütü biçimiyle hareket edemez. Böyle hareket etmesi demek, onun kendi misyonuna ihanet etmesi anlamına gelir, yada salt ekonomik ve bazı pratik kazanımlarla sınırlı bir oluşum da ciddi anlamda sendika örgütlülüğünü ifade edemez. Bütün bunların yani sıra kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmaları gerekmektedir. Yoksa süreç içerisinde yozlaşıp sistemin birer parçası haline gelirler. Durum böyle de olmuştur. İşin başında kapitalizmi aşma perspektifiyle hareket eden işçi örgütleri, giderek yozlaşmışlar, düzeni değiştirme perspektifinden uzaklaşmışlar ve sömürü düzeninin bir parçası haline gelmişlerdir. Diyebiliriz ki, bu süreç aslında yeni bir süreç değildir. 1945’lerden itibaren böylesi bir sürece girmişlerdir. 1945’te işçi sınıfı ve onun örgütü sendikalar taleplerinden vaaz geçmeye başlamışlardır. Asıl geri çekilme bu dönemde olmuştur. Bu dönem aynı zamanda güçlü sendikaların sistemle bütünleştiği dönemdir. Artık kapitalizmi değiştirmekten vaaz geçilmiştir. Ve sendikalar giderek yozlaşmış ve devletin ideolojik aygıtları işlevi görmeye başlamışlardır. Bütün dünya için geçerli olan bu tespit, Türkiye söz konusu olduğunda geçerli değildir. Çünkü bizde işçi örgütleri, mücadele sürecinde ve kendi iç çelişkilerinden dolayı yozlaşmamışlardır. Daha baştan yoz örgütler olarak kurulmuşlar ve devletin ideolojik aygıtı işlevini görmüşlerdir. Bundan dolayıdır ki, hiçbir kritik ‘dönüşüm’ anında belirleyici olmamışlardır. Tabii ki, bunun böyle olmasının bir dizi nedeni sıralanabilir. Ama sıralamanın fazla bir önemi olmadığı kanısındayız. Sonuçta işçi örgütleri her dönem resmi ideolojinin belirlediği alan içerisinde hapis olmuş, ideolojik anlamda bağımsızlaşamamıştır. Bu nedenle sınıfa özgü yaklaşım ve pratik sergileyememiştir.
Bugün sendikal hareket değerlendirilirken bir kriz vurgusu öne çıkarılıyor. Kuşku götürmez ki bir kriz söz konusu. Ama bunu kapitalizmin krizinden ayrı düşünemeyiz. Bu nedenle kısaca kapitalizmin krizine vurgu yapmakta fayda var.
Fordist üretim sisteminin sağladığı yüksek üretim artışı ile büyük ve istikrarlı pazarlar ve talep artışındaki karşılıklı uyum sayesinde kapitalizm tabir edildiği gibi bir dönem “altın çağ” ını yaşamıştır. Bu “altın çağ” 70’li yılların başında sona ermiş ve kapitalizm yeniden bir krize sürüklenmiştir. Bu gelip geçici bir kriz olarak algılanmamalı. Kimi Marksist iktisatçıların öne sürdüğü gibi “uzun dalga” krizidir. Gerçekte fordist üretim sistemi gelişme olanaklarının sonuna gelmiş ve tıkanmıştır. Bu dönemde uygulanan petrol ambargosu sadece bu krizi derinleştiren ve kitlelerin günlük yaşamını doğrudan etkileyen bir rol oynamaktan öteye gitmemiştir.
Fordist sistemi ayakta tutan geniş ve istikrarlı Pazar ve yüksek talep olgusu çökerken, küçük ve çeşitlilik arz eden bir talep yapısı egemen hale gelmeye başlamıştır. Böylesi bir talebin şekillendiği pazara fordist üretim sistemi ile cevap vermek mümkün değildi. Kuşkusuz fordist üretim sisteminin tıkanmasına ve kapitalizmin krize sürüklenmesine tek neden geniş ve istikrarlı Pazar ve yüksek talebi ortadan kaldıran koşullar değildi. Bunların yanı sıra üretim sisteminin kendi içsel tıkanıklıkları ve bunların kar oranlarının düşme eğilimini hızlandırması üzerinde de durmak gerekir.
Fordist üretim sisteminde işçi ürettiği ürüne yabancılaşmıştır. Üretim üzerinde hiçbir denetime sahip değildir. Makinenin basit bir uzantısı olan işçi tam anlamıyla “ücretli köle”dir. Böyle olunca da sistemin süreç içerisinde verimliliğinin düşmesi kadar doğal bir şey olamaz. Kar oranlarının düşmesi giderek sanayi üretiminin azalmasına yol açmıştır. Bunun sonucunda ise spekülatif yatırımlar üretken yatırımlardan daha karlı duruma gelmiştir.
Bütün bu gelişmeler sendikaları da etkilemiştir. Çünkü fordist sistem, kendi mantığının ürünü olan “sosyal devlet”in yapısı gereği güçlü sendikalar ve sendikacılıkla uyum içerisindeydi. Bu süreçte “ücret sendikacılığı” en iyi dönemini yaşamıştır. Hatta denile bilinir ki sendikalar açısından bu dönem, bir bakıma “altın çağ” dönemidir. Ka
pitalizmin krizi ile birlikte bu dönem değişmiştir. Kendisini sisteme entegre eden sendikalar kapitalizmin krize girmesiyle birlikte karşılaştıkları sorunları aşamayarak kriz içerisine sürüklenmişlerdir. Kendilerini ‘barış’ koşullarına göre şekillendiren sendikalar saldırı karşısında kan kaybına uğramış ve etkisiz hale gelmişlerdir. Kendi ülke kapitalistleriyle uyumlu olma yolları arayan “uzlaşma”nın nimetlerinden ve gerekliliğinden söz eden, sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin değiştiğini savunan “çağdaş sendikacılık” yolunu tutmuşlardır. Bugün ise çok daha geri konumlardadırlar.
YENİ EMEK ÖRGÜTLERİ
Diyebiliriz ki ; ücretli emek başlangıçtaki tarihsel konumuna geri dönmüştür. Çünkü 1870-1914 aralığında; reel ücretlerde artış, çalışma saatlerinin kısalması, çocukların çalıştırılmasının açıkça yasaklanması, 1890-1919’a kadar devam eden sendikalaşmada ki hızlı yükseliş özellikle 1980’lerden sonra üye sayısında gözle görülür bir azalmanın, hatta kimi durumlarda bir çöküşün yaşanması, ya da gelinen noktada reel ücretlerdeki duraklama veya düşük bir artışın söz konusu olması, çalışma saatlerinin her geçen gün artarak devam etmesi. Yine 1980’lerden sonra geçerli hakim politikaların sosyal dayanışma mekanizmalarının tasfiyesi ve kademeli olarak bireysel sorumluluğa dönüşün olması. Bugün dünya da ve ülkemizde çocuk işçi sayısının her geçen gün artarak devam etmesi; (Yaşları 12-14 arasında değişen 80 bin çocuk tarım sektöründe çalışıyor.Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na göre 12-14 yaş arası yaklaşık 90 bin çocuk başta tarım sektörü olmak üzere çeşitli iş kollarında çalışıyor. Bakanlığın istatistiklerine göre “Güneydoğu Anadolu Bölgesi”nde 12-14 yaş arası 49 bin 294 kız çocuğu, 38 bin 626 erkek çocuk çeşitli sektörlerde çalışıyor. Bakanlık kayıtlarına göre 12-14 yaş arası çocukların en çok istihdam edildiği sektör tarım. Bu sektörde çalışan çocukların toplam sayısı 78 bin 748. İstatistiklere göre Tarımda 44 bin 410 kız çocuğu işçi olarak çalışırken, 34 bin 338 erkek çocuk bu sektörde çalışıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının İnternet sitesinde çocuk işçiler bölümünde yer alan istatistiklere göre;
Adıyaman; 5 bin 273 kız, 3 bin 583 erkek,
Batman ; 2 bin 210 kız, bin 885 erkek,
Diyarbakır; 13 bin 411 kız, 7 bin 876 erkek,
Gaziantep; 3 bin 130 kız, 5 bin 900 erkek,
Kilis; 993 kız, 628 erkek,
Mardin; 5 bin 410 kız, 3 bin 808 erkek,
Siirt ; bin 786 kız, bin 337 erkek,
Şırnak ; Bin 875 kız, bin 723 erkek,
Şanlıurfa; 15 bin 206 kız, 11 bin 886 erkek, Uzmanlar Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın resmi sitesindeki kayıtlı rakamlar dışında, buna birde gayri resmi çalıştırılan çocuklar eklendiğinde, çalışan çocuk sayısının hayli fazla olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca uzmanlar çocukların büyük bir bölümünün yaz aylarında Harran, Söke, Çukurova, Ege gibi bölgelerde aileleriyle birlikte çalıştırıldığına dikkat çekiyorlar.)vb. bütün bunların bize gösterdiği, ücretli emeğin başlangıçtaki tarihsel konumuna geri dönüşünün ibareleridir.
Salt bu değil, bugün için kimi verilere göre ülkemiz ve Türkiye cephesinde yaklaşık 16 milyon kişi ücret geliriyle geçinmektedir.(Antep- Adıyaman ve çevresinde yaklaşık 500 bin işçi bulunmaktadır.) Bunların l4 milyonu işçi, 1.5 milyonu kamu emekçisidir. Özel ve kamu sektöründe işçilerden yalnızca 4.8 milyonu sigortalı ve bunların da yalnızca 700.000’i sendikalı ve toplu sözleşmelidir. Yani Türkiye’de ücretle geçinen nüfusun %65’i güvencesiz işçilerden oluşmakta, sanayi ve hizmet sektörü esas olarak güvensiz işçiler tarafından yürütülmektedir. Bir diğer veri, Türkiye ihracatının motor sektörünü oluşturan tekstil sanayiinin %90’ı fason üretim yapan şirketlerden oluşmaktadır.Ve bu şirketlerde çalışan işçilerin %80’i kayıt-dışı çalışmaktadır.
Bugün uygulanan neoliberal politikalarla emeğin kendi içinde parçalanması, sınıfın bölünmesi ve sınıf rekabeti her geçen gün artarak devam etmektedir. Bütün bunlarla birlikte yukarıda bir biçimde izah edildiği gibi sendikal hareket güçsüzleşmiş ve halihazırda işçi sınıfının ancak küçük bir azınlığını kapsamaktadır. Ücretli çalışanların ezici çoğunluğu tamamen korumasız ve örgütsüz konuma itilmiştir. Bu kesimde sömürü yoğunlaşmış, belirttiğimiz gibi emeğin başlangıçtaki tarihsel konumuna geri dönmüştür. Ve vahşi çalışma koşulları hüküm sürmeye başlamıştır. Öyle ki yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı her geçen gün artmaya devam etmektedir. Ücretli çalışanların örgütsüz bir yığına dönüştürülen büyük çoğunluğu, halen hak arama araçlarından ve bilincinden yoksundur. Bugün,sendikal hareket toparlanmaya,sendikalaşma oranı giderek yükselmeye başlasa bile, emek sürecinin yeni örgütlenme tarzı, sendikaların yanı sıra var olacak yeni tipten oluşumları ve işçi örgütlenmelerini görece kalıcı bir ihtiyaç haline getirmiştir. Esnek üretimin bütün iş kollarını ve emek türlerini kapsayacak şekilde genelleşmesi ve yeni istihdam biçimleri bunun başta gelen nedenlerindendir. Oluşan boşlukların sendikalarla eşgüdümlü biçimde çalışacak ve onları tamamlayacak işçi örgütleriyle doldurulması kendisini dayatan bir ihtiyaçtır.
İşçi sınıfının uzun bir mücadele tarihinin ürünü olan kazanımları budanmış ve sürüp giden hak gaspları devam etmektedir. Bu süreçte salt kazanımları koruma refleksiyle hareket edilemez. Çünkü ilgili yasalar ve uluslar arası sözleşmelerde ücretli çalışanların halen sahipmiş gibi gördükleri haklarla fiili durum arasında giderek genişleyen bir gedik oluşmuştur. Yani emekçiler kağıt üzerinde var olan haklarını dahi kullanamamaktadır. Bu nedenle hem yeni hak kayıplarını hem de var olan haklara işlerlik kazandırmayı hedefleyen bir itirazın örgütlenmesi yakıcı bir ihtiyaçtır.
Bugün hayatın her alanında yabancılaşma, sınıf – emek kimliğinden ve aidiyetinden uzaklaşma, bölünme ve sistemle bütünleşmeyle birlikte, yaratılan çok çeşitli türden statü farklılıkları ile işçi sınıfının iç dayanışması baltalanmakta ve tersi yönde bir iç rekabeti kızıştırmaktadır. Sınıfın iç dayanışmasının ve kolektif bilincinin yeniden inşasına katkıda bulunacak şekilde ve bu statü farklılıklarını da kapsayacak, olabildiğince genişletilmiş bir hak mücadelesi kaçınılmazdır. Bütün bunlarla birlikte bugün ihtiyacı duyulan örgütlenme;
*Çalışanlar arasında örgütlü hak arama bilincini ve kararlılığını geliştirecek,
*İşçi haklarını toplumun ve kamuoyunun gündemine taşımak; bu hakların giderek güçlenen bir meşruiyet edinmesini ve yaygın bir onay görmesini sağlamak,
*Pratiği ve eğitim faaliyetleriyle işçiler arasında yeni bir öncü kuşağın,kadronun ve sendikal aktivistlerin yetişmesine katkıda bulunmak,
*İşkolu, statü ve inanç farklılıklarını aşarak, sınıf dayanışmasının bir zemini, hak arayışlarının bir başvuru ve destek alma odağı haline gelmesini sağlamak, işçiler arasında etnik, dini ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele etmek,
*İşçilik ve işsizliğin her an değiştiği koşullarda, salt işçileri değil , işsizlerinde örgütlenebileceği bir statüde olmak,
Kuşkusuz bunlar çoğaltıla bilinir. Ama aslolan bugün için yeni emek örgütlülüklerine ihtiyaç olduğunu bilince çıkarmak ve bunun için adım atmaktır.
Bu yazı Sosyalist Mezopotamya dergisinin 16.sayısında yay