İnsanın yeryüzünde görünmeye başladığında başlayan yaşam mücadelesi zamanla sınıf mücadelesine dönüşmüştür. Tarım devriminden bu yana süren emek sömürüsüne karşı isyanlar, başkaldırılar her dönem sürmüştür. Köleci toplumlarda egemenlere bayrak açan Spartaküs isyan ateşinin kıvılcımını çakarak hep bir çözümün varolabileceğini öğretmiştir bizlere. Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, endüstrileşmeyle birlikte artan yoğun emek sömürüsüne karşı, örgütlenmeye […]
İnsanın yeryüzünde görünmeye başladığında başlayan yaşam mücadelesi zamanla sınıf mücadelesine dönüşmüştür. Tarım devriminden bu yana süren emek sömürüsüne karşı isyanlar, başkaldırılar her dönem sürmüştür. Köleci toplumlarda egemenlere bayrak açan Spartaküs isyan ateşinin kıvılcımını çakarak hep bir çözümün varolabileceğini öğretmiştir bizlere.
Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, endüstrileşmeyle birlikte artan yoğun emek sömürüsüne karşı, örgütlenmeye 1792’de LCS (London Corresponding Society) ile başlamıştır.[ii] O dönemde yaşanan uzun ve yoğun çalışma saatleri, kadın ve çocukların dahil olmak üzere boğaz tokluğuna çalıştırılmaları, örgütlenme gerekliliğini zorunlu kılmıştır. Bu tarihte görülen ilk bağımsız işçi sınıfı hareketidir. LCS’lerin kapatılmasına karşın mücadeleye devam eden işçiler 1824 yılında İngiltere’de sendika hakkını ve 1870 yılında Toplu Sözleşme[iii] yapma hakkını elde etmişlerdir.
Özellikle kitlesel üretimin yoğunlaştığı II.Paylaşım Savaşı’ndan sonra
sendikalar da kitleselleşmiş ve toplumda etkinliklerini artırmışlardır. Bunda Alman Faşizmine karşı Avrupa’da verilen mücadelenin bileşenlerinden birinin işçi sınıfının olmasının da payı vardır. Bu koşullarda uygulanan Keynesyen politikalar hem sendikaların güçlenmesini hem de işçi sınıfının sistemden nemalanmasını kolaylaştırmıştır. Ancak bu durum aynı zamanda işçi sınıfının kontrol altına alınmasının kolaylaştırılmasına da neden olmuştur.
Sınıf mücadelesi her dönem birileri tarafından kesintiye uğratılmak istenmiştir. Burjuvazi adına sınıf hareketini bölmeye çalışan ve teslimiyete zorlayan yapılar her dönem varolmuştur. Özellikle ülkemizde devlet eliyle oluşturulan burjuvazi yanında devlet güdümünde sendikal faaliyetlere izin verilmesi (1952) “partiler üstü sendikal anlayış” diye bir durum ortaya çıkarmıştır. Ülkemizde işçi sınıfının politikleşmesinin önünde set oluşturan ve aslında siyasal iktidarlar ile devlete bağımlı bir kadro yaratan bu anlayış 15-16 Haziran Direnişi ile parçalanmış; bağımsız bir sınıf politikası izlemek isteyen kadroların önünü açmıştır.
“Toplumsal uyanışın ekonomik gelişmeyi aştığı” tespitinde bulunan
egemenlerin müdahaleleri (12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat) sonucu apolitik bir gençlik, edilgen bir toplum ve örgütsüzlük yaşam biçimi halini almıştır. Örgütsüzlük örgütsel kimliklerin olmaması ya da nicelik olarak ele alınmamalı; nitelik olarak irdelenmelidir. Öyle ki kamu kuruluşlarında iş yasasına bağlı olarak çalışan işçiler, neredeyse otomatik olarak, sendikalara üye olabilmektedir. Ama neden üye olmaları gerektiğinin farkında olmadan üye olmaktadırlar. Çünkü onlar için üye olmak demek sadece toplu sözleşme zamlarından faydalanmak anlamına gelmektedir.
Oysa sendikalar bundan daha farklı yapılar olmak ve işlevlerini gözden geçirmek zorundadırlar. Sadece üyelerinin sorunlarına eğilen (ki bunu bile yapamıyorlar artık) bürokratik kurumlar olmaktan çıkıp; örgütsüzlerin sesi, kulağı, gözü ve vicdanı olmayı görev edinen; ekmeğin fiyatından komşu ülkenin işgaline karşı her konuda kafa yoran; süren savaşa karşı çıkarak her koşulda barışı savunan; her türlü ayrımcılığa karşı sesini yükselten; eğitimden sağlığa, yaşam hakkından barınma hakkına kadar insan olmaktan kaynaklanan haklar için mücadele eden; yurttaşların eşit, özgür ve bir arada yaşamasını savunan ve tüm bunları dünya emekçilerinin hepsini kapsayacak biçimde küresel anlamda etkinleştiren; Güney Afrika Emekçilerinin sloganı ile “Dünyanın neresinde bir emekçinin burnu kanasa bizim yüreğimiz sızlar” anlayışını kendine ilke edinen bir tarz ile yapmalıdır.
1989 Bahar Eylemleri ülkemiz için bir dönüm noktası olabilirdi. O dönemde yaşanan hareketlilik kendiliğinden sınıf olanların kendisi için sınıf olmasını sağlayacak dönüşümlere gebeydi. Nitekim bazı işkollarında bunların yansıması da yaşandı. Ancak uzun soluklu olamadı. Bugün birçok sendika genel merkezi siyasal iktidarlar ile kol kola girerek gelecekteki kişisel yatırımlarının hesabını yapıyor. Özellikle ülkemiz emekçilerinin geleceğinin karartılması konusunda bir milat olacak Sosyal Güvenlik ve Sağlık politikalarına ilişkin başlatılan dönüşüm tam bir saldırı niteliğinde iken; sendikaların politikasızlığı ve teslimiyetçiliğinin mutlaka irdelenmesi gerekiyor:
• sendika yönetimlerinin varolan hakların korunması çizgisindeki konumu, tasarıları sadece emeklilik açısından değerlendirmelerine, temsil ettiklerini düşündükleri görece yaşlı ve emekliliği hak etmiş işçilerin (çünkü kendileri de o konumda) kayıplarının olmayacağı üzerinden düşünmelerine, üyelerini de bu şekilde yönlendirmelerine neden olmuştur.
• Bu yasa tasarısı nedeniyle paniğe kapılarak emekli olacak işçilerin çoğunlukta olması olasılığı ciddi aidat kayıplarına yol açacağından, tasarı yok sayılarak, işçilerin emekli olmaları önlenmek istenmiştir
• Tasarının arkasındaki ideolojik gerçek yadsınarak sosyal güvenlik sisteminin ve sağlığın piyasalaştırılmak istenmesinin üstü örtülmüştür. Özellikle sağlık sisteminde yapılmak istenen ve parası olmayanın hastanelerin kapısının önünden bile geçemeyeceği günlerin hazırlıklarının yapıldığı değişiklikler tartışılmamış, hatta üyelerinden gizlenmiştir.
• Fakat tasarıya karşı çıkanlar ideolojik davranmakla suçlanarak (tasarıya karşı çıkmayı AKP iktidarına karşı olmakla sınırlayarak) siyasal iktidara yaranmaya çalışmışlardır. Sağlık sisteminde yapılacağı söylenen reformlar (!), SSK hastanelerinin devredilmesi, aile hekimliğinin pilot bölgelerde uygulanmaya başlaması gibi somut adımlarla yürürlüğe girdiğinde bile, sorunun büyüklüğünün farkında olamayıp, hastanelerde çekilen sıkıntıların bundan böyle yaşanmayacağını söyleyerek siyasal iktidara destek veren sendika yöneticileri bulunmaktaydı.
Oysa bu yasa tasarısı “15 günde 15 yasa” politikasının devamı niteliğinde olup; IMF ve DB politikalarının bir yansımasıdır. Yasa koyucu emekliliği hak edişte yaşanacak geçiş sürecini uzatmakla kuşaklar arası dayanışmayı ortadan kaldırmaya çalışmakta ve toplumu teslim olmaya zorlamaktadır. Sosyal güvenlik toplumda kuşaklar arası dayanışmanın somut bir dışa vurumudur; ekonominin yeniden dağıtımı ile sosyal devletin sorumluluklarının yerine getirilmesinde net bir adımdır. 12 Eylül ile birlikte başlatılan belleksizlik ve kendini kurtarma politikası bu yasa karşısında ortaya çıkan tepkisizlik ile taçlandırılmıştır; yani 12 Eylül hedeflerinden birini daha gerçekleştirmiştir. Gelecekte 65 yaşında emekli olacaklar bizim çocuklarımızdır. Yakın gelecekte ise parası olmadığı için tedavisini yaptıramayan ve hastane kapılarında ölen ya da sağlık ocakları kapatıldığı için koruyucu sağlık olanaklarından yararlanamayacak olan bugünkü yaşayan nüfustur.
TTB’nin bütün çırpınışlarına karşın yeterince destek vermeyen ve hatta DİSK, KESK ve TTB’yi ideolojik davranmakla suçlayan sendika yöneticileri, elbette, tarih önünde yargılanacaklardır. Ancak bedelini bütün bir halkın ödediği fatura çok yüksek olacaktır. Daha önce 4857 sayılı İş Kanunu çıkarken sesini çıkarmayan sendika yöneticileri, bugün de, susarak siyasal iktidara destek veriyorlar.
Elbette, ülkemizde yaşanan sorunların çözüm merkezi, tek başına, sendikalar değildir. İşçi sınıfının politik mücadelesinin cılızlığın
ın, çaresizliğinin, çırpınışlarının da sorumlusu değildir. Ancak bir sınıf örgütü olması gereken sendikanın yöneticilerinin sınıf sözcüğünü ağzına almaktan korkarak yaşaması, birikimsizlik, güç odaklarıyla girdikleri çıkar ilişkileri, bireysel beklentilerinin büyüklüğü, toplum zararına oluşturulan politikalara verilen sessiz onay bütün bir toplumu yalnızlığa, çaresizliğe sürüklemektedir. Özellikle 12 Eylül’den sonra yaşatılan travma kitleleri politikadan ve siyasal örgütlenmelerden uzaklaştırmışken, sendikaların kendi meşru güçlerini kullanmaması ayrı bir soru olarak ortada durmaktadır. Yaşanan bu durum bireyleri sistem karşısında yalnızlığa itmiş ve bir şeyleri değiştirme umutlarının tükenmesine yol açmıştır. Sistem karşısında yalnızlaşan birey, çözümü, içine kapanma, hiçbir şeye karışmama olarak bulmuş ya da kendi çözümünü üretmeye yönelerek hırsızlık, mafya ve fuhuş ilişkilerini kurtuluş yöntemi olarak benimsemiştir; yani toplumun ödediği fatura oldukça yüklüdür ve bunda en büyük pay, maalesef, sendikalarımızdadır.
Bitirirken en son söyleyeceklerimiz
Sendikaların iş yasası hazırlık sürecindeki gibi bir sessizliğe bürünmesi, emeğiyle geçinen milyonların teslim alınmasını kolaylaştıracaktır. Sendikaların içinde bulunduğu teslimiyet sonucu ortaya çıkan durum kitlelerin örgütlerine olan, zaten zayıflamış olan bağlarını, kopma noktasına getirecektir. Bugün sessizlikle boyun eğiş, kitlelerin yönlendirilmesinde sermaye lehine tavır alış, yarın sendikaların varlığının sorgulanması için araç olarak kullanılacaktır. Bu kendiliğinden olmasa bile sermayenin ideologları bunu tartıştırmak için zemin hazırlayacaktır. Sendikalar celladına aşık olan idam mahkumu tavrından bir an önce vazgeçmelidir.
[i] AYDIN,Zafer Emek Hareketinde Muhalefetsizlik, Birgün Gazetesi,14.06.2006
[ii] IŞIKLI,Alpaslan Sendikacılık ve Siyasat, Ankara, İmge Kitabevi,1990
[iii] KORAY,Meryem Endüstri İlişkileri,İzmiriDoğruluk Matbaacılık,1996