Paradigmanın İflası başlığını taşıyan kitabımdan dolayı hapis ve para cezasına çarptırılıp, üniversite’den atıldığım günlerde, bir öğretim üyesinin söyledikleri hiç aklımdan çıkmadı. Öğretim üyesinin ‘ bu konuda ne düşünüyorsunuz’ sorusuna verdiği cevap: “Devlet ceza verdiğine göre mutlaka bir sebebi vardır. ” şeklindeydi. Aslında söz konusu ‘üye’ Türkiye’de ortalama akademisyenin bakışını yansıtıyordu ve söyledikleri benim için şaşırtıcı […]
Paradigmanın İflası başlığını taşıyan kitabımdan dolayı hapis ve para cezasına çarptırılıp, üniversite’den atıldığım günlerde, bir öğretim üyesinin söyledikleri hiç aklımdan çıkmadı. Öğretim üyesinin ‘ bu konuda ne düşünüyorsunuz’ sorusuna verdiği cevap: “Devlet ceza verdiğine göre mutlaka bir sebebi vardır. ” şeklindeydi. Aslında söz konusu ‘üye’ Türkiye’de ortalama akademisyenin bakışını yansıtıyordu ve söyledikleri benim için şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı değildi ama doğrusu ‘düşündürücüydü’… Aslında ilgili kişi, bilim haysiyetine ve entelllektüel dürüstlüğe sahip, bir akademisyen olsaydı, kendisine yöneltilen soruya: kitap yazdığı için, dahası aslî işini yaptığı için bir meslektaşımızın bu şekilde cezalandırılması asla kabul edilemez… şeklinde olabilirdi. Elbette memur kafası taşıyan, hiçbir bilimsel-entellektüel- etik kaygı taşımayan bir ‘üniversite üyesi’ zaten başka türlü cevap veremezdi. Bana göre bu anektot, yasallıkla meşruluk arasındaki ilişkiye gönderme yaptığı için önemliydi. Aradan onca zaman geçmesine rağmen hafızamdan silinmemesinin nedeni de budur. Devletin beni Terörle Mücadele Yasası’nın [TMY] ünlü 8/1’inci maddesinden cezalandırıp hapse atması yasalara uygundu… En azından yargının ve yüksek yargının üyeleri o kanaatteydiler. Yasa onların beni bu tür bir cezaya çarptırmalarına imkân veriyordu. Verilen ceza yasaya uygundu ama meşru değildi.
Meşruluk bir yana tam bir tutarsızlık örneğiydi. Kitap yazma eylemi ‘terör şuçu’ sayıla bilir miydi? Eğer yasaya koyarsanız neden sayılmasın… Şimdilerde TBMM gündeminde olan ‘yeni TMY tasarısı’ kitap yazmak şurda dursun, öylesine şaşırmış, ölçüyü öylesine kaçırmış ki, nerdeyse ‘terör tanımına’ dahil edilmedik birşey bırakılmamış… O kadar ki, eğer bu kanun tasarısı yasalaşırsa, hiç kuşkunuz olmasın, dünya hukuk literatüründe mümtaz yerini alacaktır…
Söz konusu kanunun ilgili maddesinde iki sefer hapse atıldım ama aynı kanunun çeşitli maddelerinden o kadar çok yargılandım ki, bir rakam vermem imkânsız… Öyleyse sorun nedir? Aslında sorun burjuva yasallığının mahiyetiyle ilgilidir. Egemen sınıflar koalisyonunun istemediği, ‘tehlikeli’ saydığı, sakıncalı bulduğu, velhasıl rejim için zararlı düşünce ve eylemler yasalarla yasaklanıyor ve bu yasaklar bütününe de hukuk devleti deniyor. Demek ki, yasallığın ve hukuk devletinin sınırını belirleyen egemen sınıfın çıkarlarıdır. Dolayısıyla bir ilişki tersliği var: Yasal fakat meşru değil. Biraz daha somuta inersek, ‘gerçek iktidar odağı’ [asıl devlet partisi] Kürt sorununun tartışılmasını istemiyordu, bunun için de, o konuda yazılacak-söylenecek, dahası imâ edilecek herşeyin yasaklanması gerekiyordu. Fakat yasağa uyulması için de bunun yasal olması gerekiyordu. Bir insanın düşündüğünü ifade etmesini engellemek, baskı ve şiddet uygulamak ‘yasaya uygun olunca’ bu, şu ünlü hukuk devleti kategorisine dahil oluyordu… Meşru ve haklı olmayan bir şeyin bir kanun konusu haline getirilip yasaklanması aslında haksızlığın, hukuksuzluğun yasallaştırılmasıdır. Orada yasanın hukuka aykırılığı söz konusu ve bir ilişki tersliği var. Yasa, hakkı -hukuku tesis etmenin değil, hukuksuzluğu kabullendirip dayatmanın bir aracı… Gerçek durum böyle olsa da, hukukla ilgili yaratılan mistifikasyon bu tersliğin anlaşılmasını engelliyor… Velhasıl egemen ideoloji ve egemen söylem gerçeğin üstünü örtmeyi başarıyor. Tam bir maktıksızlık, haksızlık, turarsızlık, hukuksuzluk timsali olan durum, böylece hukukîlik kazanıyor. Devlet kendi şiddetini, kendi terörünü, ‘yasalara uygun’ olarak yapıyor. Bir diktatör ‘ sıkı yönetim ilan ettiğimize göre, artık yasal olarak öldürebiliriz’ demişti. Yasal olunca insanlık suçu olmaktan da çıkıyor… Aslında diktatör yukarda söylediklerimize açıklık getiriyor: sorun, haksızlığı, adaletsizliği, hukuksuzluğu yasalara uydurmak, yasallaştırmakla ilgili… Uzağa gitmeye gerek yok, 24 yıldır yerinde duran cunta anayasasının geçici 15’inci maddesine bakmak yeter…Demek ki, yasal, yasallık ve hukuk devleti ile ilgili fetişizmden yakayı kurtarmamız gerekiyor…
Türkiye’de yürürlükte olan ceza yasaları her türlü suçu birkaç defa cezandıracak kanun maddeleriyle dopdoluyken, bu konuda asla madde sıkıntısı çekilmezken, neden TMY yeniden gündeme geldi? Aslında bu soru Türkiye’deki rejimin niteliğini angaje eden bir soru ve ancak başka bir yazıda doyurucu cevap verilebilir. Şimdilik daha somut olarak şunlar söylene bilir: Esas itibariyle Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet eylemleri bahane edilerek ‘devlet terör rejimi’ tahkim edilmek, kurumsallaştırılmak isteniyor. Başta benim asıl devlet partisi dediğim odak olmak üzere, egemen sınıflar koalisyonu son yıllarda gerçekleşen kısmî demokratik açılımlardan rahatsız. Bu açılımlar ne kadar cılız olursa olsun, bu yolun açılmasını asla istemiyorlar. Bunu sağalamanın yolu da akla hayale gelen ne varsa ‘terör’ ve ‘tetörist eylem’ sayan bir yasal çerçeve oluşturmaktan geçiyor. İleri sürüldüğü gibi amaç terörle, terörü önlemekle bir ilgili değil, asıl amaç demokratik açılımların önünü kesmektir. Bu yasanın arkasında ne hükümet ne de parlamento var. Bu yasayı ‘asıl devlet partisi’ istiyor ve isteğini de askerler ve polisler aracılığıyla dillendiriyor. Aksi halde bu durumu anlamak mümkün olmazdı…Hükümet devlet terörünü kurumsallaştıracak bu yasanın çıkmasında sadece bir ‘aracı’… Parlamento da hükümetten ne gelirse gelsin sorgulamadan, tartışmadan ama tartışıyormuş, sorguluyormuş gibi yaparak onaylamaya endeksli… O zaman Meclis’in bundan önce yaptığından farklı birşey yapmasını sağlamanın bir yolu bulunmalı, bu amaçla da durumun vehâmeti hakkında Meclis üyeleri bilgilendirilip-uyarılmalıdır… Terörle mücadele adı altında böyle bir ayıba ortak olmanın tarihsel sorumluluğundan kaçınlamaları salanmalıdır…. Zaman dar olsa da hızlı bir hareketlilik mümkündür ve bu kanunun bir daha gündeme gelmemek üzere geri çekilmesi sağlana bilir. Bunun için özgürlüklerin ve hakların kıymetini bilenlerin -gerçekten öyle bir kaygı taşıyanların- seferber olmaları gerekiyor. Yapılabilecek çok şey var ve yapıla bilir de… Elimizin armut toplamadığını göstermek için bu bir fırsattır…
Yasayı hazırlatanların ve hazırlayanların yaklaşımı, “haklar ve özgürlükler alanının önemi ve genişliğiyle, şiddet eylemleri arasında doğru yönde bir ilişki olduğu kabulüne dayanıyor… Böyle bir belirleyicilik ilişkisi ve kesinlik söz konusu değildir ama bunun tersinin doğru olduğunu söyleye biliriz… Tam tersine , şiddet eylemleri, haklar ve özgürlükler alanının darlığının, yetersizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Öyleyse, çözüm şiddet eylemlerini bahane ederek sınırlı hakları da budamaktan değil, şikayet edilen şiddetin gerisindeki asıl sorunu, Kürt sorununu ikircikli olmayan bir biçimde, tam bir açıklıkla tartışmanın önündeki egelleri kaldırmaktan geçiyor. Yürürlükteki ‘cunta anayasasının’ 81’inci maddesi milletvekili andıyla ilgili ve orada “herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden …. ayrılmayacağıma namusum ve şerefim üzerine söz veririm” deniyor. Eğer bu yasa çıkarsa, ortada temel hak ve özgürlük diye birşey kalmayacak, ve söz konusu ibare de fiilen: ” Askerlerin ve polislerin istekleri doğrultusunda temel hak ve özg