Sahnenin önünde Cumhurbaşkanlığı yarışı, sahnenin arkasında ise emperyalist çıkarların şiddetli baskısı var. ABD iktidar güçlerini yeniden şekillendiriyor. Dün Danıştay’a yapılan silahlı saldırı ile birlikte bombalar, ekonomik kriz, linç hareketleri ve gizli muhtıralarla derinleşen siyasi gerilim süreci yeni bir boyuta taşındı. Türban kararlarını alan Danıştay dairesini basan faşistin tıpkı Abdi İpekçi cinayetinin faili Mehmet Ali Ağca […]
Sahnenin önünde Cumhurbaşkanlığı yarışı, sahnenin arkasında ise emperyalist çıkarların şiddetli baskısı var. ABD iktidar güçlerini yeniden şekillendiriyor.
Dün Danıştay’a yapılan silahlı saldırı ile birlikte bombalar, ekonomik kriz, linç hareketleri ve gizli muhtıralarla derinleşen siyasi gerilim süreci yeni bir boyuta taşındı. Türban kararlarını alan Danıştay dairesini basan faşistin tıpkı Abdi İpekçi cinayetinin faili Mehmet Ali Ağca gibi “bireysel terörist” rolü oynadığı görülüyor. Açık ki, kritik zamanlarda sahneye çıkan bütün sözde “bireysel terörist”ler gibi Alparslan Aslan da daha büyük bir oyunun parçasıdır. Bu oyun, şimdi laik-şeriatçı saflaşması öne çıkarılarak oynanıyor.
Olayın hemen ardından Ertuğrul Özkök’ün yazısına koyduğu başlık son derece dikkat çekicidir: “Rejimin 11 Eylül’ü”! Oligarşinin bu seçkin sözcüsünün bu ifadesi tesadüfi değildir. Şu anda gerçekleşen bütün provokasyonlar, tehditler, kargaşalar, oligarşinin karar merkezleri tarafından Türkiye’nin iktidar güçlerinin ABD’nin bölge politikalarıyla daha etkin işbirliğine yatkın hale getirilmesini amaçlıyor: Bu kargaşalığın içerisinde ortaya çıkan girişimler; Cumhurbaşkanlığı alternatiflerinin şekillendirilmesi, erken seçim zorlamaları, alternatif koalisyon arayışları ve fiili olağanüstü hal uygulamalarının sonucunda ayakta oligarşinin hangi alternatif kalırsa kalsın ABD’nin sürüklediği zemin üzerinde yürümek zorunda olacaktır.
Mart ayından beri ordunun yeni bir post modern darbe sürecini işlettiği zaten Erdoğan’ın kas spazmı ve Gül’ün kulak çınlamasıyla ortaya çıkmıştı. Ardından Irak sınırı yönünde 250 bin askerin hareketli hale getirildi. Bu hareketliliğin nereye varacağı halen tartışılıyor olsa da bugünkü sonucu açık: Bu hareket, Ankara’daki etkisi açısından Sincan’dan tank geçirmekten daha büyük bir güç gösterisi olarak iç politikadaki yerini aldı.
Ve düzen siyasetinde gelişmeler hızlanıverdi. Doğan Medya, arşivinden AKP hakkındaki yolsuzluk dosyalarını teker teker çıkarmaya başladı; İlhan Selçuk “bütün cumhuriyetçi güçleri” Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığına adaylığı etrafında bir araya gelmeye çağırdı; Deniz Baykal AKP’nin içine kama sokmak için Abdüllatif Şener’in Cumhurbaşkanı adaylığını dile getirdi.
Düzenin siyaset platformundaki bu hareketlenme, bu siyaset platformunun bildik çirkin aksesuarlarının eşliğinde gelişiyor. Faşist ve gerici saldırılar hızlandıkça hızlanıyor. Son bir hafta içinde İTÜ’deki linç görüntüleri, Ordu’daki saldırılar, Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar, Metin Uca’ya saldırı art arda sıralanıverdi.
Yine tam da bu günlerde Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönme hazırlıklarına giriştiği duyuruldu. Gülen’in “hareketenmesi”nin bağlandığı gerekçe daha da dikkat çekiciydi: Irak Kürdistanı’ndaki “eğitim kurumları” ağını genişletmek…
Ve tam bu sırada Cumhurbaşkanı’nın sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesini öngören yasayı “Anayasadaki Sosyal Devlet ilkesine aykırı” bularak veto etmesini fırsat bilen uluslararası mali sermaye Türkiye ekonomisinin emperyalizm karşısında ne denli “kırılgan” olduğunu göstermeye girişti. Birkaç gün içinde kurlar %10 dolayında yükseliverdi, borsa “kara günler” yaşamaya başladı. Papağanlar “dış piyasalar” diye gevelemeye devam etsinler; ama dünyanın hiçbir yerinde bu ölçekte bir “sermaye çıkışı”nın yaşanmadığı biliniyor.
Yani mali piyasalardaki kötüleşme Türkiye’ye özgü, kaynağı da ABD sermayesi ve nerede duracağı belirsiz.
Cumhurbaşkanlığı sorunu etrafında geliştiği belirgin bir biçimde hissedilen bu hareketliliğin; yaşanan gerilim, kargaşa, muhtıra, kriz korkutmalarının devlet iktidarı içerisindeki bir mücadelenin görünümleri olduğu elbette kuşku götürmez. Ama kullanılan aktörler ve faktörlere bakıldığında, bu sürecin, mücadelenin bütün taraflarını ABD’ye daha da bağımlı kılacağını görmek gerekiyor. Ve bütün bu çalkantılar yaşanırken Türkiye’nin büyük sermayesinin hiç sesini çıkarmadan köşesinden gelişmeleri izlediğine de dikkat çekilmeli.
Faşist ve gerici görünümlü şiddetin eş zamanlı tırmanışının arkasında kontr-gerilla ağlarının bulunduğunu tahmin etmek güç değil. Kontr-gerillanın olduğu her yerde ABD parmağının olduğu da biliniyor. Dolayısıyla diyebiliriz ki, devlet iktidarı için yarış, ABD kırbacı altında gelişiyor.
AKP hükümeti, ABD’nin Türkiye’deki siyasi iktidarlardan beklentilerini karşılayabileceğini gösterebilmek için çırpınmaya devam ediyor. Buna karşılık, ABD’nin AKP’ye karşı tercih edebileceği politik alternatifler oluşturmak için CHP ve MHP’yi biraraya getirmeyi hedefleyen girişimler alttan alta sürüyor. ABD yetkilileri ile Baykal ve Bahçeli’nin aynı gün hemen hemen aynı süreyle yaptıkları görüşmede bu konunun da konuşulduğu biliniyor. CHP’nin şoven-militarist ve faşizan bir çizgiye iyiden iyiye yönelmesiyle, Devlet Bahçeli’nin “ülkücüleri sokağa çıkmama” çağrılarına nazire yapar gibi yükselen faşist provokasyon ve linç hareketlerinin aynı döneme denk düşmesi tesadüf değil. Tam bu noktada “solda birlik” önerilerine öteden beri soğuk bakan Bülent Ecevit “Demokratik Sol ile Sosyal Demokratların birliği” formülünü öne sürerek Yılmaz Büyükerşen’in adı etrafında bir seçim ittifakına yeşil ışık yaktı.
Bu gelişmeler, ABD’nin İran’ı hedef haline getiren politikalarının Türkiye’yi yeniden büyük bir siyasi alt-üst oluşa sürüklediğini ve bu alt-üst oluşun güçlü bir siyasi gericilik dalgası üzerinden yaşanacağını gösteriyor.
ABD’nin şekillendirmeye çalıştığı iktidar alternatifleri, siyasal islam, ırkçılık ve militarizmin sınırları içinde oluşuyor. İktidardaki siyasi islamı tam olarak hizaya getirmek ve onun karşısına da işbirlikçiliği aynı ölçüde tartışılmaz olan ırkçı-militarist bir siyaset bloku çıkarmak ABD’nin aynı anda güttüğü iki temel amaç.
Bir yıl önce Avrupa Birliği’ne tam üyelik hayalleriyle oyalanan Türkiye’nin bu süreçten uzaklaştığı ve ABD’nin kucağında Ortadoğu bataklığına çekildiği ortadayken, yaşananların basit taktik manevralardan ibaret olduğu ise sanılmamalı. ABD Türkiye’nin orta yerine şeytan imalathanesini kurdu. Bu imalathanenin hangi iktidar güçleri ve biçimlerini yarattığı Türkiye toplumunun ortak hafızasında gayet canlı bir biçimde duruyor: Faşizmin en aşağılık unsurları…
ABD müdahalesinin eksenleri, ABD’nin hangi güçlerin birbirine karşı harekete geçmesinden çıkar sağlamayı umduğunu gösteriyor. Kontr-gerilla ağları, laik-şeriatçı gerilimini ve Kürt sorunu çerçevesindeki milliyetçi-şoven kamplaşmayı tırmandırıyor. Bu tırmanış, çeşitli yan unsurlarla destekleniyor.
Bu noktada kavramamız gereken en önemli gerçek, ABD ve işbirlikçilerinin Türkiye’deki siyasi süreci yönlendirmek için kullandığı çatışma eksenlerine ilerici-devrimci bir müdahalenin kanallarının oldukça dar olduğudur. Güçlü ve militan bir anti-faşist kitle mücadelesinin 12 Eylül’den günümüze yaratılamamış olmasının; Türkiye’deki ilerici toplumsal hareketlerle Kürt ulusal hareketi arasındaki açının genişlemesinin bu sonuç üzerindeki etkisini herhalde kimse yadsıyamaz. Türkiye devrimci hareketinin bu iki verili durumu bugünden yarına değiştirebilme şansının bulunmadığı da biliniyor. Gericiliğe güç kazandırmasının önüne geçemediğimiz bu politik çatışma eksenlerini “dışardan”, yani toplumsal muhalefet alanından kuşatmaya çalışmak bugünün t
ek geçerli sol politik taktiği olarak gündeme geliyor.