Berlin’de 3 – 4 Mart 2006 tarihleri arasında düzenlenen “Uluslararası Rosa Lüksemburg Konferansı” seviyesi yüksek entelektüel tebliğlerin yanı sıra, ilginç tartışmalara da sahne oldu. Rosa Lüksemburg Vakfı tarafından düzenlenen ve “Rosa Lüksemburg ve Çağımız Solunun Tartışmaları” başlığını taşıyan konferansın en çok ilgi çeken bölümlerinden bir tanesi şüphesiz günümüzün Marksist bilim insanlarından Georg Fülberth ile Michael […]
Berlin’de 3 – 4 Mart 2006 tarihleri arasında düzenlenen “Uluslararası Rosa Lüksemburg Konferansı” seviyesi yüksek entelektüel tebliğlerin yanı sıra, ilginç tartışmalara da sahne oldu. Rosa Lüksemburg Vakfı tarafından düzenlenen ve “Rosa Lüksemburg ve Çağımız Solunun Tartışmaları” başlığını taşıyan konferansın en çok ilgi çeken bölümlerinden bir tanesi şüphesiz günümüzün Marksist bilim insanlarından Georg Fülberth ile Michael R. Krätke’nin katıldığı sohbet oldu. Fülberth ve Krätke sohbetlerinde kapitalizm üzerine dokuz soruya yanıt verdiler. Aşağıda bu yanıtlarla, Rosa Lüksemburg’un konulara yönelik söylediklerinin Türkçe çevirisini yayımlıyoruz.
Düşünmeye teşvik etmesi ve zevkle okunması dileğiyle.
Murat Çakır
Rosa Lüksemburg Vakfı Basın Sözcüsü
SORULAR
1.) Kapitalizm aslında nedir?
2.) Kapitalizm ne zaman ve nerede başlamıştır?
3.) Kâr ve kâr artırımı: nereden ve nereye kadar?
4.) Rosa Lüksemburg: Kapitalizm ile ilgili en büyük düşüncesi neydi? Ve geriye ne kaldı?
5.) “Küresel” kapitalizm ne demektir? Jeopolitika ve jeoekonomi: “Akümülasyon alanı” [Raum] tanımı, yeni kapitalizmin yeni anahtar tanımı mı?
6.) “Yeni” emperyalizm var mı?
7.) Neoliberal kapitalizm nedir?
8.) Kim milyarder olur? Ve kim köstebek?
9.) Ve tarihin sonu: Ne zaman büyük “kargaşa” [Kladderadatsch] meydana gelecek ve kapitalizm sona erecek?
MİCHAEL R. KRÄTKE
Dokuz zor soruya, dokuz geçici yanıt
Kapitalizm aslında nedir?
Kapitalizm, aynı basit bir biçimde para veya kredi iktisadı ile eşleştirilemeyeceği gibi, salt piyasa ekonomisi değildir. Kapitalizm, kâr uğraşı, kâr açlığı için kullanılacak başka bir kelime de değildir doğrusu. Kapitalizm aynı zamanda basitçe “zenginin” veya “büyük paranın” egemenliği de değildir. Tabii ki tüm bunlar kapitalizme aittir, ama kapitalizm tanımı ile bağlantılı olan karmaşık içeriği birazcık da olsa kavrayabilmek için, daha fazlası gereklidir. Örneğin ekonomide egemen
resmî öğretinin duymak istemediği, değerin, değer şekillerinin ve değer ilişkilerinin hayli zor olan tanımı gibi. Bu nedenledir ki, öğreti kitapları
ekonomisinde kapitalizm yoktur, sadece “iktisat” ve “rasyonel” iktisadî eylemin sözüm ona evrensel yasaları vardır. Günümüz ekonomisi kapitalizm tanımını, “tüm evrenin en iyi dünyasını” caiz olmayan bir usulle eleştirmeye yarayan, polemik veya politik anlamlı mücadele tanımı olarak algılayarak, reddeder. Yani bugün
“kapitalizm” kelimesini ağzına alan, var olan koşullara şüpheci veya eleştirisel bir biçimde bakan bir kişi olduğunu göstermektedir. Aslında
bundan çekinmeye de gerek yoktur.
Yeniden üretilemeyen doğal zenginlikler de dahil olmak üzere, toplumsal zenginliğin neredeyse bütün öğelerinin emtia şeklini aldığı ve meta olarak kullanıldığı ilk tarihsel iktisat biçimi kapitalizmdir. Piyasa alışverişleri [Marktverkehr] ilk kez kapitalizmde ekonomik alışverişlerin
her şeyi kapsayan biçimi olmuştur. Kapitalizmde ekonomik münasebetler ilk kez özel mülk sahipleri (meta ve para sahipleri) ile piyasa aktörleri arasındaki değiş-tokuş ilişkisine dönüştürülmüş, ilk
kez bütün ekonomik veya ekonomik değeri olan ilişkiler, para biçimini almıştır. Meta ve para, değiş-tokuş ve özel mülkiyet evrenselleştirilmektedir.
Demek ki kapitalizm, aralarında “Meta Para”, “Meta Sermaye”, unutmadan “Meta İş-Gücü” ve “Meta Toprak” (veya “Meta Doğa”)
olmak üzere “sanki meta” veya hayalî metalar tanır. Bunların ticareti, kendilerine ait “fiyatlarla” (faiz “paranın fiyatı”, ücret “emeğin fiyatı” v.s. olarak geçer), tek tek farklı örgütlenmiş olan ve bir hiyerarşi oluşturan hususî piyasalarda yapılır.
Üstte sunî yapılanma olan sermaye ve para piyasaları yer alır, ortada istihdam piyasası ve doğal kaynaklar / toprak piyasaları bulunur ve
tabanda da basit metalar piyasaları.
Kapitalizm, sermaye hareketleri tarafından hükmedilen tarihsel iktisat biçimidir. Sermaye iştirakçilere -şey [Ding] degil, toplumsal üretim ve
değiş-tokuş ilişkilerinin ansambli-, boyun eğilmesi ve itaat edilmesi gereken bir nesne, kör bir güç olarak görünüyor. Yani kapitalizm, gerek sermaye sahibi kapitalistlerin, gerekse de sermaye sahibi olamayan şanssızların boyun eğmek zorunda oldukları bir “sermaye egemenliği”, “hareket biçimleri egemenliği”, “hareket yasaları”, sermayeye mahsus mantık ve “rasyonellik” sistemidir.
Sermaye hareketi öncelikle: ölçüsüz, hedefsiz, sonsuzdur. Engelsiz büyüme, akümülasyon, özel mülkiyetin birikimi, kârın sermayeye dönüşümü, sermayenin sürekli büyütülmesi, sürekli yeniden dağılım, sermayenin yapılanmasının değiştirilmesi, hiç bitmeyen bir şekilde sermayenin yeniden oluşturulması, sermayenin aralıksız hep daha büyük birimlerde yoğunlaşması – işte, sermaye hareketlerinin takip ettiği mantık budur.
Bu nedenle kapitalizm, var olan bütün ekonomik ilişkilerin sürekli tanzim ve altüst edilebileceği, müthiş dinamik bir iktisat biçimidir – tarihin tanıdığı en devrimci üretim sistemidir. Sermaye akümülasyon süreci bir kez başlatılmaya kalmasın, sanki sınırı yokmuş gibi devam eder. Sermaye ne zaman ve nerede bir sınıra rastlarsa, bütün araçlarla o sınırı aşmaya çalışır. Kapitalizm oyuncularına gerçekten özgürlükler
veren, ama aynı zamanda onları sürekli olarak “ekonomik şartların sessiz zorunun” ve her yerde var olan rekabet mücadelesinin haykıran baskısının boyunduruğu altına sokan bir ekonomik sistemdir. Kapitalizm aynı zamanda, bir çok insanın kişisel özgürlüğünü, büyük bir çoğunluğun kişisel olmayan bağımlılığı ile kombine eden bir egemenlik sistemidir. Ücretli emekçinin kişisel özgürlüğü pek geniş değildir: işi ve ücreti veren efendinin otoritesinin ve işletmenin / şirketin egemenlik düzeninin başladığı yerde ve istihdam piyasasının zorunluluklarının hissedilmeye başladığı anda biter. Tüketim yurttaşının özgürlüğü de öyle pek geniş değildir – ücret alanın kişisel satın alma gücüne kadar ulaşır. Kapitalizm, sosyal ve ekonomik eşitsizliğin var olan yapılanmasının sınırları içerisinde rekabet mücadelesine ve bireysel sosyal yükselişe hareket serbestisi tanıyan -eski moda terminoloji ile söylenirse- bir sınıf egemenliği sistemidir.
Sonuçta -günümüze baktığımızda: kapitalizm gündelik yaşamın dini haline gelmiştir. Kapitalizm aynı zamanda, geçerli düşünce biçimlerinin
sistemi, bir düşünce tarzı -bir ideolojidir. Bir ahlâk [Ethos] (çalışma ahlâkı, değiş-tokuş ahlâkı v.s.) taşıyan veya yönlendiren bir ideoloji. Kapitalizm günümüzde bir çok insan için bir ideal, ulaşılmaya değer bir yaşam biçimi haline gelmiştir -kendi kaderini belirleyeceğini zanneden bir çok insanın rüyasını gördüğü ve yoğun çalışma ve rekabet mücadelesinde gösterilecek beceriyle elde edilecek zenginlik ve başarının “american dream”i.
Kapitalizm ne zaman başlamıştır?
Birbirleri ile rekabet eden deniz güçleri olan İspanya, Portekiz, Hollanda ve İngiltere’nin, Afrika, Asya ve Amerika’da oluşturulan yeni dünya ticaret sisteminin geliştirildiği 16.Yüzyıl’da. Ticaret, deniz korsanlığı, deniz savaşları ve sömürge fetihleri iç içe gelişti. Modern Avrupa kapitalizminin gelişiminin başlangıcında, birbirleri ile rekabet eden Avrupalı teritoryal devletler tarafından taşınan, büyük ve rekabetçi ticaret ve sömürge imparatorlukları durur. Bu ilk ticaret ve sömürge
emperyalizminin, üretim biçimlerine etkisi vardır – mono kültüre, büyük stilde ve sal
t piyasaya, yani ihracata yönelik üretime geçiş bu tarihsel
bağlamda [Kontext] vuku bulur.
Kapitalizmle dünya ekonomisinin ve dünya politikasının yeni bir çağı başlar. Dünyanın büyük ekonomi bölgeleri ve büyük politik güçleri (Avrupa dışındaki Çin, Pers, Osmanlı, İnka v.s. İmparatorlukları gibi) ilk kez dolaysız olarak birbirleri ile bağlantılı hale getirilirler. Kendilerini
yükselen Avrupalı dünya ticaret güçlerinden ve bu gelişmeden çok azı başarılı bir biçimde koruyabilmiştir (bunun en ünlü örneği, 1853/54
yıllarında silah zoruyla ülkeyi dünya piyasalarına egemen olan Amerika ve Avrupalılara açmak zorunda kalan Japonya’dır).
Kapitalizmin yükselişi dolaysız olarak modern devletlerin ortaya çıkışı ve gelişimi ile bağlantılıdır. Territoryal devletler, ordular ve deniz kuvvetleri yaratıp sürekli besleyebilen örgütlü egemenlik mekanizmaları olarak deniz kentlerinin (Venedik veya Cenova veya daha sonra Kuzeybatı Avrupa’nın Hansa kentleri gibi) ticaret imparatorluklarını aşarlar. Avrupalı büyük güçlerin hepsi, Avrupa’da ve deniz aşırı ülkelerde birbirleri ile savaşan ticaret ve sömürge güçleridir. Modern kapitalizm bir “devrimler” dizisi ile ortaya çıkmıştır. Sadece “sanayi”deki devrimler değildir önemli olan; “Agrikol” devrim, nakliyat devrimi, 18.Yüzyıl’ın “finansal” devrimi, aynı şekilde ardından gelen “ticarî” devrim, kapitalizmin gelişmesinde eşdeğer önemde rol oynamışlardır.
Modern kapitalizmin temel kurumlarının gelişmesi baştan itibaren son derece farklı zamanlarda olmuştur. Kapitalizmin ekonomik şartlarının, sanki “doğalmış” ve hep var olmuş gibi olağan bir şekilde kabullenilen duruma gelmeleri yüzyıllar almıştır. Aslında hepsinin kendi tarihi vardır – hem de hayli kanlı ve şiddetli.
Kâr ve artırımı: nereden ve ne kadar?
Kâr çeşitli kaynaklardan gelir -marksistçe söylenirse: Kâr kütlesinin bütünü, artı değerin toplam kütlesinden çok daha büyük olabilir. Kâr
yapmanın metotları farklıdır, ama her defasında söz konusu olan sömürüdür, yani, istenseler de istenmeseler de, bunun bilincinde olunsa da olunmasa da, sömürü şartlarıdır. Kârın, yani sermaye gelirlerinin veya “emeksiz” gelirlerin bütününün kütlesi ve büyümesi üzerine bilgi sahibi olmak isteyen her kişi, sömürü biçimlerinin çeşitliliğine bakmak zorundadır. Birincil sömürünün, ücretli emek ile üretken, yani değer
yaratan ücretli emekçinin artı emeğinin kullanımına dayalı artı değer üretiminin yanı sıra ikincil sömürünün bir çok biçimi vardır. Konutları
kiraya verenlerin, bankaların, sigortaların, tacirlerin mülksüz ve kendilerine bağımlı “müşterilerini”, dolaysız olarak çalıştırmasalar da,
sömürmek için bir çok olanakları vardır. Marksist ortodokslukta “ikincil” sömürü biçimlerinin karmaşası [Komplexität] ve artan önemi genelde
ciddiye alınmamaktadır. (İkincil sömürü biçimlerinin) yanı sıra, bir ülkenin başka bir ülkenin aleyhine kendisini (bu kendisini genelde
her ne kadar kâr eden ülkenin kendi kapitalistlerinin zenginleşmesi olarak gösterse de) “kapitalistçe zenginleştirebildiği” çok çeşitli metotları içeren uluslar arası sömürü de vardır. Kuzey’in zengin ülkelerinde elde edilen kârın önemli bir bölümü Güney’in (veya Doğu’nun) yoksul ülkelerinden gelmektedir. “Dünya piyasası sömürüsünü” görmeden, (kapitalist) ulusların zenginlik ve yoksulluk yapılanmalarını anlayabilmek olanaklı değildir. Son zamanlarda bir çok kapitalist ülkede progresif vergilere karşı “sömürücü” oldukları gerekçesiyle karşı çıkılmaktadır. Gerçekten de “vergi sömürüsü” gibi bir şey vardır, ancak bundan zenginler etkilenmemektedirler. Çünkü bütün
gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kârların bir bölümü, ödenmeyen, sakınılan, kaçırılan vergilerden ve/veya ilgili hükümetin verdiği vergi
hediyelerinden kaynaklanmaktadır.
Ne kadar? Bu ancak tahmin edilebilir. Tek bir şirket seviyesinde dahi kâr hesabı son derece karmaşıktır ve bir çok konvansiyona veya hukuk kuralına bağlıdır. Günümüzde büyük şirketler yıllarca milyarlık kârlar yapmalarına rağmen, yüzlerce ve binlerce işçinin işten çıkartılması
anlamına gelen tadilat programlarını neden açıklamaktadırlar? Çünkü etkinlik kriteri, başarı veya başarısızlığın emaresi olarak kârın mutlak
yüksekliği değil, kâr oranı (temettü) alındığından. Son iki on yıl içerisinde kapitalist uluslar içindeki ve arasındaki gelir ve varlık eşitsizliği her halükârda dünya çapında müthiş artmıştır. Bugün,
şimdiye kadar olmadığı kadar zengin ve süper zengin vardır ve bu zengin ve süper zenginler, ortalama gelir sahiplerine nazaran şimdiye kadar
olmadığı biçimde daha zengindirler. Bu eşitsizlik varlık sahipleri arasında daha keskindir. O nedenle kâr düzeyinin yüksekliği veya azlığı konusunda üzülmemizi gerektiren pek neden yoktur.
Rosa Lüksemburg’un büyük düşüncesi ve ondan arta kalan?
Rosa Lüksemburg’un kapitalizmin ekonomi politiğine yönelik yazılarının tuhaf bir kaderi oldu. Düşünceleri, döneminin Marksist ekonomistlerinin büyük bir çoğunluğu tarafından eleştirildi ve reddedildi. Buna rağmen Rosa Lüksemburg, Marks eleştirisi ile, sermaye birikimi kuramının gözden geçirilmesi ve yeniden formüle edilmesine neden olmuştur. Gerçekten de tartışma sonunda -1935- marksist konomistler kapitalist makroekonomiye yeni bir bakış açısı kazanmışlardı.
Rosa Lüksemburg’un kapitalizm üzerine düşüncesinde üç öge merkezîdir: Birincisi, kapitalizmi başlangıcından itibaren bir dünya sistemi olarak görmektedir ve bu nedenle kapitalizmin tek tek ülkelerdeki, hele Avrupa’daki gelişimini bilinçli ve sistematik bir biçimde dünya piyasası bağlamına koymaktadır. İkincisi, kapitalist gelişmeyi, sermaye birikiminin temel sürecinden başlayarak, hem politik hem de ekonomik bir hadise -yani politik mücadeleyi, ihtilâfları, şiddeti içeren bir süreç olarak görmektedir. Rosa Lüksemburg kapitalizmin ekonomisini, oldugunca politik olarak ele alır (ve burada Marks’ı takip eder). Genel olarak kapitalizmin veya sermaye birikiminin sayısız
“yasası”, örnegin “ücret yasası” sadece politik yol üzerinden, politik müdahale sonucu gerçekleşir.
Üçüncüsü, kapitalist gelişmenin tarihsel sınırlarını vurgular: eğer kapitalizm her yerde hüküm kurar, dünyadaki bütün insanlar için tek üretim biçim haline gelirse, daha fazla yayılamaz ve gelişemez. O zaman olanaksızlığı çok açık bir şekilde görülür. Rosa Lüksemburg’un merkezî düşüncesi: Kapitalizm sadece sürekli hareket, genişleme ve yayılma içerisinde olanaklıdır ve dünya sistemi olmaya uğraşır. Ancak dünya sistemi olarak olanaksızlaşır. [Rosa Lüksemburg] bu noktada,
kendisinin dogru olarak nitelediklerinden farklı nedenlerden dolayı olsa da, hâlen haklıdır. Dördüncü olarak, kapitalist gelişmenin absürdlüğüne, saçmalığına ve irrasyonelliğine saldırmaktan çekinmez. [Kapitalist gelişmenin] çelişkileri, formel mantık anlamındaki çelişkiler değildir, bunlar -diyalektikçi Marks ve Engels görünüyor- gündelik yaşamın sürekli ihtilâflar, krizler, katastroflar çıkaran, haykıran çelişkilerdir.
Küresel kapitalizm ne demektir?
Kapitalizm başlangıcından itibaren bir dünya piyasası ve sonuçta, içinde kapitalistçe üretimde bulunan bütün ulusların/bölgelerin ve kapitalist
olmayan veya kapitalizm öncesi üretimde bulunanların karşılıklı bağımlılık içerisinde olacakları bir kapitalist dünya ekonomisi haline
gelme uğraşısı verir. Bu dünya ekonomisinin gerekli öğesi, önkoşulu ve sonucu, teritoryal devle
te nazaran ulusla pek ilgisi olmayan, “kendi”
iktisadını, gerektiğinde bütün araçlarla kendi kontrolü ve hizmetine sokan ulusal ekonomiydi ve ulusal ekonomidir. Küresel kapitalizmden basitçe dünya piyasaları sistemi, kapitalist dünya ekonomisi anlamı
çıkartılabilir. Günümüzde bütün piyasaların bütünüyle her şeyi kapsayan veya özel bir dünya piyasasına entegre olmadıkları için, bu anlamlıdır.
Bazı hammadde piyasaları, bazı ürün piyasaları, malî piyasaların çoğunluğu [entegre olmuştur], ama bundan fazlası değildir. Küresel kapitalizm kavramından, kapitalist üretim biçiminin dünyanın bütün ülke ve ulusları üzerinde egemenlik kazandığı (düşünülebilir bir) durum
çıkartılabilir. Böylesi bir duruma, bütünüyle ulaşmamış olsak ta, günümüzde hayli yaklaşmış bir vaziyetteyiz. Ne de olsa 1857/58lerden bu yana dünya iktisat krizleri gibi bir şeyimiz var – yani, dünyanın bütün ülkeleri ve bölgeleri, bütünüyle kapitalistçe üretimde bulunmasalar
dahi, kapitalizmin büyük krizlerinden etkilenmektedirler. Dünyanın bir çok ülkesi ve ulusları dünya piyasasının devinimlerinin (aynı uygunsuz bir şekilde “küreselleşme” olarak adlandırılanı gibi), acısını çekmek zorunda kaldıkları pasif devrimler olarak yaşamaktadırlar.
Önceden olduğu gibi, kapitalist üretim biçimi tüm dünyada egemen olmasa da, dünya nüfusunun çoğunluğuna egemendir. Üçüncü olarak küresel kapitalizm, dünya ekonomisinin ulusal ve/veya bölge ekonomileri üzerinde bütünüyle ve her açıdan dominant olduğu anlamına da çekilebilir. Ancak bu böyle değildir. Almanya, Japonya gibi en güçlü ihracat ulusları bile bütünüyle veya ağırlıklı olarak dünya piyasasına ve konjonktürlerine bağımlı değildirler.
Almanya için, AB çekirdek ülkelerinin küçük, ama dünya çapında en güçlü bir şekilde entegre olmuş bölgeleri, Avrupa iç piyasası, ABD veya Asya piyasalarının “dünyasından” çok daha önemlidir. Dördüncü olarak küresel kapitalizmden (veyahut transnasyonal kapitalizmden), sayıları artan multi ve transnasyonal şirketlerin artık kapitalist dünya ekonomisine egemen oldukları anlamı çıkartılabilir. Ne de olsa dünya ticaret hacminin neredeyse üçte biri (Intra-Firm ticareti olarak anılarak) multi ve transnasyonal şirketlere ait. Ancak multi ve transnasyonal şirketler ne kendilerini “yurtsuz” veya “köksüz” hale getirmeyi başarabilmişler, ne de multinasyonal /küresel kapitalizmin kendi oyun kuralı ve değiş-tokuş biçimleri olan apart bir paralel dünyasını etabile edebilmişlerdir.
En nihayet küresel kapitalizm söylemi, çok moda olan yöneşme tezi [Konvergenz-These] anlamında da yorumlanabilir: küresel rekabet mücadelesinde ulusal kapitalizmler birbirine benzeşebilir, kapitalizmin anglosakson tipi her açıdan üstün “model” olduğu ispatlanabilir ve bütün diğer ülkeleri, özellikle Avrupa ülkelerini uzun ya da kısa vadede kendi tuhaf (!) modellerinden vazgeçmeye ve ABD kapitalizminin “iyi pratiğine” [best practies] uyum sağlamaya zorlanabilinirmiş. Tartışmalı, itiraz edilen ve empirik olarak yanlış olduğu ispatlanan bir iddia: Ne ulus devletler kaybolmuştur, ne de çeşitli ulusal ve bölgesel kapitalizmlerin ispat edilebilir yöneşme tandansı mevcuttur. Tam aksine. Bugün farklılıklar şimdiye kadar olduğundan daha güçlü vurgulanmaktadır.
“Yeni” emperyalizm var mı?
Evet ve hayır. Emperyalizmde, emperyalist pratiklerde bulunabilecek “yeni” azdır. Bugün tanıdığımız hemen hemen her şey eskiden de
pratikte uygulanıyordu. Prensip icabıyla metotlar değişmedi. Doğal zenginliklerin mülkiyetinin ele geçirilmesi [Expropriation], kültürlerin ve sosyal biçimlerin yok edilmesi, kaynakların, toprağın v.s. formel açıdan yasal satış sözleşmeleri ile gasp edilmesi -tüm bunlar yeni ve duyulmamış olan şeyler değil. Ancak bugün -modern kapitalizm
tarihinin üçüncü dekolonizasyon dalgası sonrasında (ilki Kuzey ile Güney Amerika sömürgelerindeki kolonistlerin anavatanlarına başkaldırıları ile başlamıştır)- bir kaç önemli istisna dışında, ülke toprakları ilhak edilmemekte, eski sömürgelerin devlet olarak hükümranlıkları tanınmaktadır.
Hâlâ “bayrak, ticareti takip etmekte”, ilgili ulus devletler veya ulusal bölgeler, yayılan, genişleyen multinasyonal şirketlere, askerî şiddet kullanma tehdidi dahil, desteklerini kesmemektedirler. ABD resmî olarak Amerikan vatandaşlarını ve Amerikan mülkiyetini dünyanın her yerinde koruma politikası gütmektedir -gerektiğinde şiddet kullanarak. Şu anda pratikte uygulanan da, yani Yakın Doğu ve Orta Asya’da askerî şiddetle ABD protektoratlarının oluşturulması, bütünüyle yeni bir şey değildir. Yeni olan, emperyalist geçmişi ve emperyalist potansiyeli olan Avrupa ve Kuzey Amerika devletlerinin iştahını kabartan objelerin artık
kendilerini savunabilecek durumda olmalarıdır. Çin ve Hindistan boşuna nükleer güç değillerdir. İşgal sadece ciddî direniş beklenmediği yerlerde
gerçekleştirilmektedir. ABD dahi açık fetihi ve sürekli sömürgeleşmeyi gerçekleştirecek güçte değildir.
Neoliberal kapitalizm nedir?
Talihsiz bir kelime bileşimi. Aslında söylenilmek istenen, artık dünya çapında 80li yılların başından beri kapitalist ülkelerin çoğunda gerçekleştirilen belirli bir ideolojinin ve buna uygun politik pratiğin
hegemonyasıdır. Ekonomi, malî ve sosyal politikaların reçetesi ve resmî retoriği her tarafta aynı olsa da, gerçek politikalarda önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu nedenle neoliberalizmin savunucuları, 19.Yüzyıl
İngiltere’sindeki liberaller gibi benzer bir ikilem içerisindedirler: her yerde zafere ulaştılar, ama her yerde hükümetleri (ikon Margret Thatcher
dışında) saf öğretinin “hainleri” gibi davranıyorlar. Neoliberalizm, bazı hiper ortodoksların belirttiği gibi, kapitalizmdeki yapısal değişimlerin mantıksal bir sonucu veya ideolojik ürünü değildir. Doktrin olarak öteden beri var olup, 1940ların sonundan bu yana politik proje olarak yürütülmekte ve propaganda edilmektedir.
Ama: nasıl hiç “liberal” kapitalizm (19.Yüzyıl’ın sözde “serbest rekabetinin” kapitalizmi) olmadıysa, bir “neoliberal” kapitalizm de yoktur. Gelişmiş kapitalist ülkelerden hiç biri, minimal devleti, tam “özelleştirilmiş” kamusal malları ve hizmetleri, mobil sermaye için açık sınırlarıyla “deregüle edilmiş”, “liberalleştirilmiş” ve “esnekleştirilmiş” ekonominin neoliberal ideal resmine uymamaktadır. 1973’den sonra Şili’
uygulanan kanlı, aşırı şiddet kullanan “deneyin” neoliberal ideal resme yakınlaşan bir örnek olup olmadığı tartışılabilir. ABD’deki kapitalizm dahi tam ve yüzde yüz olarak neoliberal reçetelere uygun işlememektedir. ABD’de büyük bir kamusal sektör (her ne kadar kısmen “görünmez” olsa da), bir (hatta birden fazla, defalarca bölünmüş) sosyal
yardım devleti, düzenlenen ve kontrol edilen piyasalar bulunmaktadır.
Kim milyarder / köstebek olur?
Şanslar bunun için eşit dağılmamıştır. Ne kadar çabuk milyarder olunabileceği veya kesinlikle olunamayacağını tam olarak tanımlamak olanaklı değildir. Mülkü olmayan, kredi alamayan, bütün ömrü boyunca bağımlı olarak ücret karşılığı çalışanların, çalışmadan varlıklarını sürdürebilecek ölçüde zengin olma şansları pek yoktur. Bazı istisnalar -pop starları, aktörler, bestseller yazarları, mankenler, sporcular- yetenekleri ile başkalarını -genelde sermaye sahiplerini- çok daha fazla zengin ederek zengin olabildiklerinden, kuralı bozmazlar. Milyarder olma şansı, branşa ve bölgelere göre eşit dağılmamıştır. Malî piyasa
işleri, gerekli sermaye meblağlarını (milyonları) kullanabilme veya kısa süre için kre
diyle mobilize edebilme durumunda olunması koşuluyla, kısa vadede milyonluk kârları çıkartabilirler. Ama bu da herkesin işi degildir. Sürekli tekrarlanan Insider-Skandallarının gösterdiği gibi, gerçek milyonluk kârlardan faydalanma şansına en fazla piyasaları
maniple edenler, yani gerekli piyasa gücünü veya herkesten üstün piyasa bilgisini elinde tutanlar sahiptir. Milyarderlere veya milyarder olmak isteyenlere – kapitalist dünya iktisadının en fazla “küreselleşen” bölümü olarak- bu uluslar arası kriminel ekonominin yanı sıra, bazı branşlar ve işler tavsiye edilebilir. Örneğin sürekli silahlanmak isteyen devletlerle silah ticareti, gayrimenkul işleri, döviz ve feri işlemleri ve ele geçirme ve
füzyon işleri, yani şirketlerin bütününü satın almak veya satmak. Bu işleri yapabilmek için gerekli olan bozuk parayı yanınızda taşımak lehinize olur.
Ve tarihin sonu: büyük kargaşa ne zaman olacak?
Büyük kargaşa, dünya krizi finali mittir, mit kalacaktır. Aynı kapitalizmin onyıllarca sürecek “genel krizi” tasavvuru gibi. Bu iktisat sistemi için, içinden çıkılamayacak durumlar yoktur. Kapitalizmin mutlak sınırları her zaman yeniden keşfedilir -yakın zamanda doğanın ve kullanılabilecek fosil yakıt maddelerinin sınırı gösterilmektedir. Sadece sürekli artan petrol ve doğalgaz fiyatlarının zorlaması, kapitalist güçleri, daha şimdiden bilinen ve var olan alternatifleri aramaya itmektedir.
Kapitalizm, ki bunu Rosa Lüksemburg çok keskin ve açık olarak görmüştür, ünlü kâr oranının düşmesi gibi uzun vadeli tandansları nedeniyle çökmeyecektir. Sermaye sürekli düşük kârlarla, aynı sürekli düşük enerji kullanımıyla ve sürekli düşük büyüme oranıyla olduğu gibi, yaşamaya devam edebilir. Süreklileşen kitlesel işsizlikle gayet rahat yaşayabilir. Kısacası kapitalizmin “diz çökmesi” için hiç bir ekonomik gerekçe yoktur. Kapitalizmin sonu ancak bu iktisat sisteminin meşruiyeti ve sözüm ona alternatifsizliği geniş cephede kırıldığı zaman gelecektir.
Yani bu iktisat şeklinin “rasyonelliği” ve buradan gelen mutlak emirleri [Imperative] sorgulamasız kabullenilmediği, aksine absürdlüğü, saçmalıgı, hatta utanmazlığı kavranıldığı zaman. Kapitalizmin sonu, bu dünyanın olanaklı olan dünyaların en iyisi olmadığının kavranıldığı “müthiş bilinçle” gelecektir.
Uluslar arası karşılaştırmalı devrim araştırmalarından, devrimlerin gerçekte dönemin çağdaşlarına bir “doğa olayı” gibi göründüğünü
biliyoruz. [Devrimleri] hiç kimse öngörmedi, hiç kimse beklemedi, hiç kimse [devrimlere] hazırlıklı değildi. Bu 18. ve 19.Yüzyıl Fransız devrimleri içinde, 1989/90’nın “büyük tarihsel değişimi” için de
geçerlidir.
GEORG FÜLBERTH
Sadece bir deli, on bilgenin sorabileceğinden fazla yanıt verir
1.) Kapitalizm aslında nedir?
Bu soruyu en kısa Marks yanıtladı: Kapitalizm = GW-W’-G’.
Parayla (=G) bir meta (=W) alın. Aldığınızı sattığınız ve karşılığında öncekinden daha fazla para (=G’) alabildiyseniz, başlangıçta yatırdığınız
paranın sermaye olduğu ortaya çıkar. Ancak burada metanın kendisinin değişimi de söz konusudur: ister başka bir metaya dönüşmesiyle, isterse de bir yerden başka bir yere nakledilmesiyle. Bu değişimin sonucunda aynı şey değildir; W, W’ olmuştur ve formülümüz şimdi (GW-W’-G’)dür.(1) Bu formül kapitalizmi ortaya çıkaran ve ayakta tutan güçler hakkında az şey söyler. Robert L. Heilbronner (1919-2005) bu konuda bir öneride bulunuyor. Ona göre kapitalizm, piyasanın yönlendirdiği hakimiyettir. Kapitalizm öncesi çağlarda “güce”, “prestije” ve “hakimiyete ” ulaşma gayreti ekonomi dışı şiddet aracılığı ile gerçekleşmekteydi, şimdi ise piyasanın yardımıyla.(2) Tarihçi Fernand Braudel’e (1902-1985) göre modern toplumların üç seviyesi vardır.
Birincisini “maddî yaşam” olarak tanımlar. Görünüşte buna metaların üretimi ve reprodüktif faaliyetler dahildir. Ikinci seviyesi piyasa ekonomisi, üçüncüsü ise -piyasa ekonomisinden farklı olarak- kapitalizmdir. Braudel için daha ticaret kapitalizmi (1500-1800)
devresinde tam olgunlaşmış ve esasen bugüne kadar değişmemiş olan [kapitalizm] eşit olmayan değişim ve sömürü sistemidir. Braudel, kapitalist güç ilişkileri sayesinde deforme olduğuna inandığı piyasa ekonomisi taraftarıdır. Marks’tan farklı olarak kapitalizmin ekonomik bağlantısının [ökonomische Kohärenz] olmadığını söyler. Buna karşın kapitalizmsiz bir piyasa ekonomisinin olanaklı ve hedeflenmeye değer olduğunu savunur ve böylelikle, kökeni itibariyle aslen muhafazakâr bir tarihçi olarak, açıkça söylemeden kendi çağında demode bir sol pozisyon alır.
1 Georg Fülberth: Gewinn und Gesellschaft, Junge Welt, Nr. 72, 25/26 Mart
2006, S. 10/11
2 Robert L. Heilbroner: The Nature and the Logic of Capitalism, New
York/London 1986, S. 38-45
2.) Kapitalizm ne zaman ve nerede başlamıştır?
Sorudan, sadece bir ekonomi biçimi mi yoksa toplum sistemi mi anlaşıldığına bağlıdır. Kapitalizm, G-W-W’-G’ hadisesi olarak antik
çağda, feodalizmde ve hatta “Halk Iktisatının Planlanma ve Yönetiminin Yeni Ekonomik Sistemi”nin DAC sosyalizminde dahi -yani kapitalist olmayan sistemlerde de var olmuştur. Orada kâr, bu biçimde çoğalan araçların yardımıyla yapılmıştır. Ortaçağda ve Yeniçağda Japonya’da, Hindistan’da, Çin’de ve İslam Dünyasında iktisat böyle işlemiştir. Ancak bu kapitalizmler, her defasında kapitalist olmayan toplumlardaki alt sistemler olmuşlardır. Marks istisnaen “kapitalizm” kelimesini kullandığında, her zaman sadece bu iktisat
tekniğini (“üretim tarzını”) kast eder, bir toplum sistemini değil. Ancak 1902’de Werner Sombart bütün toplumları “kapitalizm” olarak nitelendirmiştir.
Aradaki fark Marks’ın “Kapital”inin ilk cümlesinde okunabilir. Orada şunlar yazılıdır:
“Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği kendini ‘muazzam bir meta birikimi’, tek bir meta ise bunun birimi olarak gösterir.”(Karl Marx: Das Kapital, Band 1, In: Marx/Engels, Werke (MEW) Band 23, Berlin 1975, S. 49)
Burada ne görüyoruz? Yanıt: İçeriği olan bir toplum. Bu içerik, topluma ait olan, ama zorunlu olarak onunla özdeş olmayan “kapitalist üretim
tarzı”dır. Bu üretim tarzı toplumun saf içeriği olarak sadece bir alt sistem olurdu. Biraz önce anılan alıntıda ise “egemen”dir. Ancak bu durumda toplumsal sistem olarak kapitalizmden bahsedebiliriz. Marks bu alıntıda kelimeyi (kapitalizm) sakınmıştır. Demek ki “kapitalizm” ya kapitalist olmayan bir toplum içerisindeki bir üretim tarzı, yani alt sistem olabilir, ya da toplumsal sisteme dönüşebilir.
Kapitalizm alt sistem olarak çok eskidir; bütün bir toplum olarak ise yaklaşık 1500’den bu yana varlığını tanıyoruz. Tabii ki buradan, [kapitalizmin] yeniden sadece bir alt sistem olacağı, geleceğin kapitalist olmayan toplumunun tasavvur edilebilir ve belki de arzulanabilir olup olmayacağı sorusu çıkar.
3.) Kâr ve artırımı: nereden ve nereye kadar?
Kâr, merkezî bir kapitalist olgudur. Basit bir şekilde tarif edilebilir: gelirin, masraflar çıktıktan sonra arta kalanı. Kârın nereden geldiği sorusunun yanıtlanması daha zordur. Çocukken hepimiz çikolata satın aldığımız bakkalın, çikolatayı satın aldığı fiyatın üstüne zam koyarak, bunu cebine attığını, yani bir nevî dolandırıcı olduğunu düşünürdük.
Marks ne de olsa bu naif yaklaşımı “Kapital”inin ilk cildinde çürütme gereğini duyacak kadar ciddiye almıştır.
Bütünsel bir piyasa ekonomisinde her alıcı aynı zamanda bir satıcıdır. Kendi cebine attığı fa
zlalığı [Aufpreis], önceki müşterilerinden bir şey satın aldığında, mutlaka bir gün kendisi ödeyecektir: müşterilerinin kendi masraflarını. İşte ilk satıcının kârı bu gidere ödenecektir ve fazlalığı cebine atan akıllı, bu şekilde cebine attığını tekrar kaybedecektir.
Marks bu çürütme ile çok daha güçlü bir açıklaması olduğunu göstermek istiyordu: Artıdeğer. [Artıdeger] ücrete bağımlılar tarafından, kendi röprodüksiyonları için gerekli olan ücreti yaratmalarından sonra, ücret ödenmeyen çalışma süresinde yaratılır. Bu, “Kapital”in birinci cildinde
hemahenk bir biçimde açıklanmaktadır. Ancak burada metanın değeri sadece ‘Input’ ile, para olarak ifade edilen çalışma süresi üzerinden
gösterilmektedir. Üçüncü bantta iş zorlaşır: şimdi bu Input (Değer), dışarıda metaların üzerindeki fiyatla nispetlendirilmek zorundadır. Marks, her ikisinin identitesini matematiksel olarak kusursuz
ispatlamayı becerememiştir. Emek-Değeri sallanınca, Art-Değer sallanmaktadır.
Kârın oluşmasına yönelik soruya sınır randıman öğretisi [Grenznutzenlehre] çok daha az yanıt verebilmektedir. Bu öğretiye göre kâr, sadece talebin arzdan fazla olduğu durumlarda ortaya çıkar. Dengede olan bir iktisatta, kâr olamaz. Bu noktada Joseph A. Schumpeter’i (1883-1950) dinleyelim: Eğer bir işveren -yeni bir ürün, yeni bir işlem, farklı pazarlama v.s. gibi- bir innovasyon sonucunda dengeyi bozarsa, işveren kârı olarak adlandırılan kazancı hak eder. Denge durumunda ise sadece faiz vardır. Schumpeter [faizin] nereden geleceğini açıklayamaz. Bazıları tekellere dikkat çekecektir. Ancak tekeller sadece piyasaya giriş kısıtlaması üzerinden bir “Ekstra-Kâr” yapabilmektedirler. Bu da “normal”, yani tekelci olmayan kârın nereden geldiğini açıklayamaz.
Robert L. Heilbroner daha önce yukarıda anılan “The Nature and the Logic of Capitalism” adlı kitabında makul bir eklektizm [Eklektizismus]
tavsiyesinde bulunuyor: yani, bütün anılan kâr kaynakları gerçekten de vardır. Hata, bunlardan sadece birisini yegâne kaynak olduğu açıklandığında yapılıyor. Önce -birincisi- “dolandırıcı” zam (fazlalık)
[Aufpreis] ile başlayalım. Marks onun saydam piyasalardaki evrensel değiş-tokuşta [Tausch] olanaksız olduğuna dikkat çekmiştir. Ama tam
saydam piyasa nerede bulunabilir? Bu arada, bunun kural olduğunu ispatlayan eksik rekabet kuramları geliştirilmiştir. Demek ki egemenlik
yapısı içerisinde olan ve intransparan piyasalarda zam (fazlalık) olanaklıdır.
İkincisi: Eğer Marks’ın artıdeğer kuramına, kârın sadece emeğe dayanmadığını, sermayenin kullanılmasına da dayandığı gerekçesiyle karşı çıkılırsa, emek olmaksızın bu kârdan kazanç [Profit] elde edilemeyeceği ve işgücünün röprodüksiyon masraflarının, ürünün fiyatından daha az olması durumunda gelirin yatırımdan daha yüksek olacağı yanıtı verilmelidir. Üçüncüsü: Sınır randıman öğretisi ne de olsa piyasanın dengede olmaması durumunda kazancın açıklanmasına katkıda bulunuyor. İstatistikî açıdan, bu kural durumdur [Regelfall].
Dördüncüsü: Yeni ürünlerin ve yöntemlerin özel kârlara neden olduğu (Schumpeter) aynı beşincisi: tekel kârları gibi bir deneyim gerçeğidir.
Bu yüzden tek nedensel [monokausal] yerine, multifaktöryel bir kâr açıklaması yapılması doğru olur. Ama her şeye rağmen bütün bu beş kâr biçiminin temellendiği son bir neden vardır: üretim ve sirkülasyon araçları ile meta üzerindeki özel mülkiyet.
Sömürü tanımı bu beş kâr oluşumunun ansambli ile birleştirilebilir: Mülkiyet sahibi olanlar, her zaman mülkiyet sahibi olmayanların üzerinde tasarruf edebilirler.
3.) Rosa Lüksemburg: Kapitalizm ile ilgili en büyük düşüncesi neydi?
Kapitalizm ile ilgilenen her kişi eninde sonunda kârın mı yoksa birikimin mi [kapitalizmin] karakteristiği olduğu sorusunu sormak zorunda kalacaktır. Rosa Lüksemburg bu soruyu çok açık ve isabetli bir biçimde yanıtlamıştır: birikim [Akkumulation].
Kârlar kapitalistler tarafından bütünüyle tüketime ayrılırsa, toplumun dinamiği kalmaz. Kazancın bir kısmı elde tutulur ve yeniden yatırıma
yönlendirilirse, sürekli genişler ve hep daha yeni yaşam alanlarını ele geçirir.
Ve geriye ne kaldı?
Rosa Lüksemburg birikimi vurgulamakla öncelikle Marks tarafından geliştirilmiş pozisyonu sadece hatırlattı ve sivriltti. Birikimin sınırlarına yönelik soruyu güncelleştirmesi, asıl katkısıdır -her ne kadar bu soruyu yanlış yanıtlamış olsa da.
Bilindiği gibi düşüncesine göre kapitalizm en geç tüm dünya kapitalist olduğunda sona erecek. O bunu coğrafî yayılma olarak anlıyordu. Bunun için de iç piyasada şans görmüyor ve kendi sınırını çiziyordu. Bunu yaparken yurtiçindeki satın alma gücü sorusunu ortaya koymuş, ama daha sonra geriye çekmişti.
Rosa Lüksemburg düşünce oyunuyla, reel ücretlerin yükseltilerek (kazanç oranı ve ücret kotası değişmese de) iç piyasanın genişleme
olanağına hayli yaklaşmıştı. “Neoklasik sentez” ile ehlileştirilen bir Keynesçiliği savunan Joan Robinson ile Michael Kalecki’nin neden [Rosa Lüksemburg’un] pozisyonuna ilgi gösterdikleri buradan açıklanabilir.
4.) Jeopolitika ve jeoekonomi: “Akümülasyon alanı” yeni kapitalizmin yeni anahtar tanımı mı?
Maalesef evet, hem de çift anlamda. Birincisi: Marksistler akümülasyon alanına uzun bir süre boyunca salt tarihsel bir bakış biçimi lehine ehemmiyet vermemişlerdir. İnsan ile doğa arasındaki özümlenme her zaman bir alan içerisinde gerçekleşir. Buradan çıkarak -Rolf Czeskleba-Dupont’u takip ederek- Tarihsel Materyalizmi, Coğrafî-Tarihsel Materyalizm’e geliştirmek anlamlı olabilir.
İkincisi, akümülasyon alanı tanımı, günümüzde çok açık bir şekilde dünya çapında etki alanları ve kaynaklar üzerine mücadele yürütüldüğünden, yeni bir anahtar tanımdır. Bu bloke edilmiş bir
gelişmenin: iç piyasaların ve olası bir enerji dönüm noktasının boş verilmesinin bir sonucudur.
5./6.) “Küresel” kapitalizm ne demektir ve “yeni” emperyalizm var mıdır?
İki soruyu birbirinden ayırmak gerekir. “Yeni emperyalizm” tanımını etki alanları üzerine yürütülen mücadele ile bağlantılı olarak kullanıp,
kullanmamak bir tercih (zevk) meselesidir. Tanım, ya emperyalizmin yeni bir biçim aldığını ya da emperyalizmin bir ara kaybolup, yeniden ortaya çıktığını çağrıştırdığından, pek açık değildir. Bana kalırsa “küresel kapitalizm” tanımı altında iki şey anlaşılmalıdır:
İlk olarak, Marks ve Engels’in 1847/48’de “Komünist Partisi Manifestosu”nda tarif ettikleri gibi, kapitalizmin sürekli olarak mekân itibariyle genişlemesi.
İkinci olarak: daimî “yurt içi fethi” [Innere Landnahme]. Burkhart Lutz bu tanımı Rosa Lüksemburg’a dayanarak kullanmıştır. Tanımdan
kast edilen, kapitalist toplumlar içerisinde de giderek daha yeni bölümlerin artıdeğer üretimine sokulması (“degere sokmak” E. Altvater)
gerçeğidir.
Michael Krätke’nin her iki sürecin şimdiye kadar hep sınırlara ulaştığı ve bu nedenle daha henüz sonuçlanmadığına yönelik işareti ilginçtir. Bunun
neden böyle olduğu sorusu araştırılmalıdır. Karl Polanyi, “toplumun” tümden kapitalistleştirilmeye karşı kendisini her zaman yeniden başarı ile savunduğu kanısındadır. Bu savunu gerici bir biçimde, özgürlüğü ve eşitliği menfileştirerek de gerçekleşebilir. Ancak Polanyi soruna optimistce bakıyordu: ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve kapitalizmin yok edici genişlemesinden parayı, işgücünü ve doğayı
çekmeye başlayan “büyük transform
asyon”dan [Great Transformation] bahseder.
7.) Neoliberal kapitalizm nedir?
Herhalde, neoliberal bir kapitalizmin var olduğunu varsaymamızla yanılmaktayız. Neoliberalizm öncelikle bir toplumsal durum değil, otuzlu yılların ortasından bu yana önüne “Great Transformation”u, yani kapitalizmin artan regülizasyonunu tadil etme hedefini koyan bir
politik harekettir. Aynı zamanda, bu hareketin üyelerinin (provokasyon amacıyla “Ben bir neoliberalim” diyen FDPli politikacı Rainer
Brüderle bir istisnadır) kendilerine takılmasını istemedikleri, ama karşıtlarının hareketi tanımlamak için kullandıkları mücadece tabiridir.
Aslına bakılırsa tanım, sadece öyle ya da böyle sola ait olduğuna inananlar tarafından kullanılan bir iç dil olduğundan, çözüme yönelik değildir.
Eğer bir toplumsal durumu tanımlamak için “neoliberalizm” tabiri kullanılacaksa, hemen ardından bu tabirin yerine hadise unsurlarının
somut ifadelerini koymak gerekir. Örneğin:
1. Gelir, şirketler, sermaye kârları ve varlık vergileri ile devlet giderlerinin azaltılması,
2. kamusal mülkiyetin özelleştirilmesi,
3. iş ilişkilerinin düzensizleştirilmesi
(deregülizasyonu),
4. sosyal giderlerin kısıtlanması, en azından sosyal güvenlik işleyişinin devlet tarafından garanti edilen ve örgütlenmesi parite olan taşıyıcılarından kısmen özel finans kurumlarına aktarılması,
5. devletin yatırım ve yönlendirme faaliyetlerinin geriye çekilerek, yerine (uluslar arası malî) piyasaların “bırakınız yapsınlarının” [laisser
faire] konulması,
6. nakdî kıymetin önceligi [Priorität der Geldwertstabilität].
7. 1986’da Londra Borsası’nda meydana gelen “Big Bang”den bu yana borsalarda, sermaye trafiği önünde bulunan sayısız yasal yaptırımların ortadan kaldırılması ve sermaye trafiğinin tekniksel hızlandırılması.
8 Bunlara göz atıldığında, sorunun sadece bir realite değil, aynı zamanda program olduğu görülür.
Kim milyarder olur?
Şakayla karışık: Yatırım danışmanınıza sorunuz.
Ciddî yanıt: Soru tersine döndürülebilir ve birkaç soruya bölünebilir. Şöyle: Milyarderlerin elindeki milyarlar nasıl geriye alınabilir veya milyarderler, bu milyarları olumlu kullanmaya veya en azından zararsız hale getirmeye nasıl zorlanabilirler? Ve: bunu “kim” yapacak?
Ve kim köstebek?
Şakayla karışık: Zoologunuza sorunuz.
Ciddî yanıt: Hegel’in kullandıgı ve Marks ile Rosa Lüksemburg’un alıntı yaptığı köstebek mecazı ondokuzuncu yüzyıl anlayışıdır: toprak altında
ilerleyen bir subje tasavvuru. Bu kavramdan “devrim” anlaşılıyor ise, Hegel’in “ruh”u ile aynı şey ifade edilmektedir. Belirli bir sınıf
anlaşılacaksa, tarih bize şunu öğretir: köleler, aynı köylülerin feodal toplumu alaşağı etmedikleri gibi, köleci toplumu alaşağı etmemişlerdir. İşçi sınıfı – kendisini böyle tanımlamama izin verirse eğer- tarihsel felsefî projeksiyonlar için değil, kendisi için uğraşmalıdır. [Köstebek] illâ olacaksa eğer, o zaman günün birinde kendi kendisinin altını
oyacak ve tanımadığımız bir subjenin gün yüzüne çıkmasına neden olacak köstebek, kapitalizmin kendisi olabilir.
Ve tarihin sonu: Ne zaman büyük “kargaşa” meydana gelecek ve kapitalizm sona erecek?
Büyük kargaşa lafları erkek fantezileri üzerine kuruludur. Rosa Lüksemburg’da bundan kurtulamamıştı. Tam aksine, o bir yıkılış
kuramcısıydı: kapitalizm tüm dünyada gerçekleşince, zorunlu olarak sona erecekti. Ancak bu en geç olanaklı zaman olup, daha önce
başlayacak ve proletaryanın çileli yolunu kısaltacak devrimi meşru kılacaktı. Lüksemburg bu şekilde kapitalizmin sonu üzerine var olan iki
kuramdan birisine karar kıldı. Bu kuramlar şunlardı: Yıkılış kuramı ve transformasyon kuramı.
Birincisi Marks’a dayanmamaktadır. Kapitalist akümülasyonun genel yasası (“Kapital”in birinci cildi) ve kâr oranının tandansiyel düşüşü (üçüncü cilt): her ikisi için olası aksi tesirleri belirtmekte ve güçleri ile ilgili olan soruyu açık bırakmaktadır.
[Marks] buna karşın transformasyon yaklaşımını daha anlaşılır bir biçimde göstermiştir:
“İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddî varlık koşulları, eski toplumun bağrında yeşermeden, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddî koşulların mevcut olduğu veya en azından kendi oluşum süreci içinde bulunduğu yerlerde ortaya çıkar.”
Marks burada zımnen eski bir devrimi, 1688 İngiliz Devrimi’ni hatırlatıyor. O dönemler Büyük Britanya’da tam olarak olgunlaşmış, sadece atılması gereken feodal ve yarı absolütistik örtü altında ziraat, ticaret ve sömürge kapitalizmi mevcuttu. Yeni toplum, eskisinin içinde vardı. Marks kendi çağı olan 19.Yüzyıl’da benzer tandansları gördüğü kanısındaydı: devlet 1847’deki on saatlik çalışma günü yasasıyla,
çalışma süresini düzenlemişti. Avam Kamarası’nda tek bir işçinin dahi bulunmamasına rağmen, Marks burada işçi sınıfının ekonomi politiğinin,
burjuvazinin ekonomi politiği üzerinde zafer kazandığını görmekteydi. Kooperatifleşme hareketini ise daha önemli olarak görüyordu. Ona
göre yeni toplum böylelikle eskinin içinde oluşmaktaydı.
Kırkbeş yıl sonrasında Rudolf Hilferding bu düşünceyi yeniden ele alarak, bankaların ve sanayinin oligopolleşmesinin, karşılıklı içiçe geçme
ile oluşan malî sermayenin, kapitalizm içi sosyalizasyonun bir biçimi ve böylece sosyalizmin önkoşulu olduğunu yazdı. Lenin, emperyalizm
yazısında bu düşüncelere dayanmıştır.
Gene, aynı Marks’ta olduğu gibi, perspektif dardı. Sonradan kapitalizm içi sosyalizasyon süreçlerinin geriye döndürülebilir oldukları ortaya çıktı.
Böylelikle Marks’ın transformasyon yaklaşımı “eğer olursa-o zaman olur-kuralına” dönüşür. Çekirge kapitalizmi üzerine dert yanmak yerine,
yaprak biti sosyalizmi üzerine düşünce geliştirmek daha iyi olur. Bununla anlatılmak istenilen nedir? 1989’da Jan Priewe şu düşünceyi geliştirdi: Feodalizmde toprak sahipleri egemen sınıftı. Bugünde hâlâ toprak mülkiyeti mevcut. Ancak kapitalizmde egemenliğin temelini
oluşturmamakta. Bu işlevi sermaye görüyor: kapitalistler egemen sınıftır.
Belki de, içerisinde kapitalistlerin olduğu, ama egemen sınıfı oluşturmadıkları bir gelecek toplumu düşünülebilir. [Bu yaklaşıma göre
kapitalistler] artıdeğeri elde edebilirler ve etmelidirler de hatta. Ancak bunu nasıl yapacakları ve nerede kullanacakları konusunda son karar hakkına sahip olmayacaklardır.
İşte bu yaklaşım, büyük kargaşa hakkında daha somut olan ve kapitalizmden sonra daha iyi bir sistemin gelip gelmeyeceği belli olmayan bir tasavvurdur.
Zoolojik mecazda: Bilindiği gibi yaprak bitleri yapraklardan, vücutlarında değişime uğrattıktan sonra attıkları maddeleri alırlar. Karıncalar da bu şekerli artıkları beslenmelerinde kullanırlar.
Kapitalistler yaprak bitleridir. Karıncalar da toplum. Ama hâlen iki soru açıktır: Birincisi: Burada (kapitalistlerin yanısıra) bir sınıf
unutulmuştur. Hangisi? İkincisi: Yapraklar kimdir?
Rosa Lüksemburg’dan 9 yanıt
1 Kapitalizm aslında nedir?
“Kapitalist üretimin amacı ve iteleyen sebebi, doğrusu artıdeğeri sadece herhangi bir miktarda, bir defaya mahsus gasp etmek değil, aksine
artıdegerin ölçüsüz, hiç bitmeyen bir artışta, hep daha fazla miktarda gasp edilmesidir.”
Rosa Luxemburg, Akkumulation des Kapitals, GW
Bd. 5, Berlin 1975, S.16
“Kapitalist üretim tarzının, daha önceki iktisat biçimlerinde amaç olan tüketimin sadece asıl amaca: kapitalist kârın birikimine yarayan bir araç
olması vasfı vardır. Sermayenin öz büyümesi, bütün üretimin başlangıcı ve sonu, aslî amacı ve anlamı olarak görülmektedir.
Rosa Luxemburg, Einführung in die
Nationalökonomie, GW Bd. 5, S. 775
2 Kapitalizm ne zaman ve nerede başlamıştır?
“Gûya sermaye başlangıçtan itibaren sadece kendi imal ettiği üretim ve tüketim araçlarına muhtaçmış da, kapitalist gelişme tersine tarihsel
olarak olanaklı olurmuş.”
Rosa Luxemburg, Antikritik [=Die Akkumulation des Kapitals oder was die Epigonen aus der Marxschen Theorie gemacht haben. Eine
Antikritik], GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 476
3 Kâr ve kâr artırımı: nereden ve nereye kadar?
“İş gününün teşekkül edilişine baktığımızda, kapitalistin işçilerden gasp ettiği artıdeğerin büyütülmesine yönelik doğal iç güdüsü, kendiliğinden sunulan iki basit yol bulmaktadır
.
(…): ya bütün iş gününü uzatmak, ya da iş gününün ödenen ilk bölümünü kısaltmak, yani işçinin ücretini azaltmak.”
Rosa Luxemburg, Einführung in die Nationalökonomie, GW Bd. 5, Berlin 1975, S. 742
4 Rosa Lüksemburg: Kapitalizm ile ilgili en büyük düşüncesi neydi? Ve geriye ne kaldı?
“Akümülasyonun gerçekten vuku bulabilmesi için, demek ki yeni sermaye tarafından (imal edilen) fazla meta miktarının realize edilebilmek üzerekendisine piyasada bir yer fethetmesi mutlaka
gereklidir.”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 22
“Şu soruyu sormanın görülebilir bir amacı yoktur: para, artıdeğeri realize etmek için nereden gelir?
Aksine, soru şöyle olmalıdır: Talep nereden gelmektedir, artıdeğer için ödenebilir gereksinim nerededir?”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 132
“Bir tarihsel süreç olarak sermaye birikimi ilk günden son güne kadar kapitalizm öncesi formasyonlar muhitinde, onlar ile sürekli politik
mücadele ve hiç tükenmeyen politik karşı etkileşim içerisinde ileriye dogru ilerler.”
Rosa Luxemburg, Antikritik, GW Bd. 5, S. 432
5 “Küresel” kapitalizm ne demektir?
Jeopolitika ve jeoekonomi: “Akümülasyon alanı” yeni kapitalizmin yeni anahtar tanımı mı?
“Sadece bir an için kapitalizmin gelişiminin, dünya küresi üzerinde insan tarafından üretilen her şeyin kapitalistçe, yani sadece kapitalist özel işverenler tarafından büyük işletmelerde, modern ücretli emekçilerle üretildiği kadar geliştiğini tasavvur edersek, mesele çok berrak olarak ortaya çıkar.
İşte bu durumda kapitalizmin olanaksızlığı açık bir şekilde göz önüne çıkar.”
Rosa Luxemburg, Einführung in die Nationalökonomie, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 778
“Sermaye birikiminin emperyalist safhası ya da sermayenin küresel rekabet safhası, sermayenin, artıdeğerin realize edilmesini vuku buldurduğu eski Hinterland’larının sanayileşmesini ve kapitalist emansipasyonunu içerir. Bu safhanın hususî operasyon metotları şunlardır: haricî borçlar, tren yolu inşaları, devrimler ve savaşlar.”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 365
6 “Yeni” emperyalizm var mı?
“Ekonomik ve politik alanda vuku bulan bütün gelişmenin altında bulunduğu bu işaretin… adı emperyalizmdir. Kapitalist toplumun genel tarihsel çizgisi içerisinde yeni bir öğe, beklenmeyen bir yön değişimi değildir. Silahlanmalar ve savaşlar, uluslar arası çelişkiler ve sömürge politikası, sermaye tarihine beşiğinden bu yana eşlik etmektedirler. Bugünkü toplumun tarihçesine yeni bir çığır açan bu öğelerin en aşırı yoğunlaşması birbirlerine yakınlaşmaları, bu çelişkilerin heyulâ gibi kümelenmesidir. Emperyalizm diyalektik karşılıklı etkileşim içerisinde, müthiş sermaye birikiminin hem sonucu, hem de nedeni olarak ve (sermaye birikimine bağlı olarak) içeride sermaye ile emek, dışarıda ise kapitalist devletler arasında olan çelişkinin şiddetlenmesi ve sivrilmesi
sonucunda, dünyanın saldırgan sermaye arasında şiddetli paylaşımının son safhasını açmıştır.”
Rosa Luxemburg, Der Maigedanke auf dem Vormarsch, GW Bd. 3, S. 193
“Emperyalizm, henüz ele geçirilmemiş kapitalist olmayan dünya muhitlerinden arta kalan üzerine verilen rekabet kavgasında, sermaye birikim sürecinin politik ifadesidir.”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 391
“Burada metod olarak sömürge politikası, uluslar arası borç sistemi, çıkar sahaları politikası, savaşlar egemendir. Burada örtüsüz ve açık
olarak şiddet, dolandırıcılık, baskı, yağmacılık gün yüzüne çıkar ve bu politik şiddet eylemleri ile güç denemelerinin hercümerci arasında, ekonomik sürecin müsamahasız yasalarını bulmak hayli
uğraş ister.”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 397
7 Neoliberal kapitalizm nedir?
“Kapitalizm dünyaya gelir ve tarihsel olarak kapitalist olmayan bir sosyal muhitte gelişir. Batı Avrupa ülkelerindeki [kapitalizmin] etrafını önce, bağrından çıktığı feodal muhit sarmaktadır…
Ayrıca Avrupa kapitalizminin etrafında, göçer avcı ve toplayıcı güruhların ilkel komünizminden, çiftçi ve zanaatkârlara özgü meta üretimine kadar geniş bir yelpazeyi içeren müthiş bir Avrupa dışı
kültürler alanı çevrelemektedir. Bu muhitlerin tam ortasında sermaye birikim süreci ilerlemektedir.”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 316
8 Kim milyarder olur? Ve kim köstebek?
“Evet partili yoldaşlar, bugün: yeniden Marks’tayız, onun bayrağı altındayız diyebileceğimiz bir anı yaşıyoruz. Eğer bugün programımızda, proletaryanın doğrudan doğruya görevinin -kısaca söylersek- sosyalizmi gerçeğe ve eyleme dönüştürmek ve kapitalizmi kökünden kazıyıp atmak olduğunu söylüyorsak, o halde Marks ve Engels’in 1848’de üzerinde durdukları ve ilkesel olarak hiç ayrılmadıkları temel üzerinde duruyoruz demektir. (…) Ebert, David ve suç ortaklarının yandaşları ve muavinleri olarak bu marksizmin temsilcilerinin günümüzde nerelere kaydıklarını görüyorsunuz. İşte orada, bizlere onyıllarca gerçek, sahteleştirilmemiş Marksizm olarak gösterilen öğretinin resmî temsilcilerini görüyoruz. Hayır, marksizm Scheidemann’larla karşı devrimci politikaların yapıldığı yere yönlendirmez. Gerçek marksizm, onu tahrif etmeye çalışanlara karşı da mücadele verir. [Gerçek marksizm] aynı bir köstebek gibi kapitalist toplumun temelinin altını oymuş ve bugün, Alman proletaryasının en iyi kesiminin bayrağımız altında, devrimin hücum bayrağı altında yürümesine ve orada, karşı devrimin
hakim göründüğü yerde de taraftarlarımıza ve gelecekteki mücadele arkadaşlarımıza sahip olmamıza yol açmıştır.”
Rosa Lüksemburg’un 31 Aralık 1918 Salı günü, KPD’nin kuruluş kurultayının, eylem programının görüşüldügü ögleden sonraki oturumunda yaptıgı konuşmadan. Protokoll des Gründungsparteitages
der Kommunistischen Partei Deutschlands 1918, Berlin 1972, S. 202
9 Ve tarihin sonu: Ne zaman büyük “kargaşa” meydana gelecek ve kapitalizm sona erecek?
“Açıktır ki, sermayenin ölçüsüz birikimi varsayıldığı takdirde, sermayenin ölçüsüz yaşama hüneri ispatlanmış olur.”
Rosa Luxemburg, Die
Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1985, S. 276
“Marks’ın genişletilmiş üretim şeması gerçege uydugu anda, çıkışı, birikim hareketinin tarihsel sınırını, yani kapitalist üretimin sonunu gösterir.”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1975, S. 364
“Sermaye gerek dünyada, gerekse de kendi ülkesinde militarizm yardımı ile kapitalist olmayan katmanların yıkımına ve bütün çalışan katmanların yaşam koşullarını aşağıya çekmeye ne denli acımasızca girişirse, dünya sahnesindeki kapitalist birikimin gündelik tarihi, krizler
görünümündeki dönemsel ekonomik felaketlerle birlikte, birikimin sürdürülmesini o denli olanaksızlaştıracak, uluslar arası işçi sınıfının
sermaye hakimiyetine karşı başkaldırmasını o denli zorunluluk haline getirecek politik ve toplumsal felaketler ve darbeler [Konvulsionen]
dizisine dönüşür.”
Rosa Luxemburg, Die Akkumulation des Kapitals, GW Bd. 5, Berlin 1975, S. 410
Çeviri: Murat Çakır