Haneke’nin Kaseti ve Ahmet İnsel “Türkiye’deki sosyalistlerin mücadelesi bütün Türkiyelilerin özgürlük alanlarının genişletilmesi ve pekiştirilmesidir,” diyordu Ahmet İnsel, 9 Nisan 2006 tarihli Radikal İki’deki yazısında. İnsel etrafına bakıp böyle bir genellemede bulunuyor olabilir ama “sosyalist” tanımına dahil edilebilecek pek çok kişinin böyle bir derdi ve sıkıntısı olduğunu sanmıyorum. Örneğin bu satırların yazarı, burjuvaziye üye insanların […]
Haneke’nin Kaseti ve Ahmet İnsel
“Türkiye’deki sosyalistlerin mücadelesi bütün Türkiyelilerin özgürlük alanlarının genişletilmesi ve pekiştirilmesidir,” diyordu Ahmet İnsel, 9 Nisan 2006 tarihli Radikal İki’deki yazısında. İnsel etrafına bakıp böyle bir genellemede bulunuyor olabilir ama “sosyalist” tanımına dahil edilebilecek pek çok kişinin böyle bir derdi ve sıkıntısı olduğunu sanmıyorum. Örneğin bu satırların yazarı, burjuvaziye üye insanların özgürlük alanını genişletmeyi hiç bir zaman aklının bir köşesinden dahi geçirmemiştir. Mevcut devlet aygıtı zaten böyle bir genişletme ihtiyacı ve çabasını temsil etmektedir. Bu konuda benim ya da İnsel’in mütevazı katkılarına ihtiyaç duyulacağı da oldukça şüphelidir. Daha geçenlerde gelir vergisi oranları indirilerek devlet bütçesinin dolaylı vergilerle denkleştirilmesi uygulamasının devamı yönünde sağlam bir adım daha atılmıştır. Mürekkebi kurumamış olan “sosyal güvenlik reformuyla” yapılan da burjuvazinin özgürlük alanını bir hayli genişletmiştir. Cumhurbaşkanı da sadece makamının özgürlük alanı daraltıldığı için bu yasanın ilgili maddesini tekrar meclise göndermiştir.* (*Bu yazının kaleme alınmasından sonra yasanın değerlendirilmesinde değişikliğe gidilmiş, 65 yaş ve 9 bin gün prim ödeme süresi makul ve ölçülü bulunmamış ve yasanın bütünü Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiştir.) Fransa’da burjuva devlet aygıtı yeni “istihdam” yasasıyla benzer bir genişletme çabasına girdiğinde “ütopyası arkada” gençler buna engel olmaya cüret ederek, muhtemelen İnsel gibi düşünen Fransız sosyalistlerini hayal kırıklığına uğratmış olmalıdırlar.
İnsel’in genellemesinin aksine, başta burjuvazi olmak üzere tüm egemenlerin özgürlük alanın toplumun geri kalanı tarafından daraltılması, burjuva sıfatını değiştirmeksizin mevcut devlet aygıtına bir “sosyal” kostüm giydirilmesi değil midir zaten? Doğrusu “sosyal devlet” kılığı da burjuva devlet aygıtına oldukça dar gelir ve ne zaman tekme atma cüreti ve fırsatı bulsa apış arasından rahatlar ve iç çamaşırının rengini belli eder. Fakat devletin “sosyal”liğinin ölçüsü de hiç bir zaman kapitalizm belirleyeni altındaki sınıfların karşılıklı özgürlük alanlarına ait metrekarelerin toplamı olmamıştır. Ayrıca özgürlüğü tanımlamak için, “yurttaşın devleti geriletmesi” değişkeninden çok, devlet aygıtını yıkması ve “devlet olması” edimini kullanmak daha doğru olmaz mı?
Sosyalistlerin en azından bir bölümü -İnsel’i üzmemek için azınlıkta kalanları- için mücadelenin anlamı ve tanımı, burjuva devlet aygıtının kılık ve kıyafeti hakkında olmadığı gibi burjuvazinin özgürlük alanını genişletmesi de değildir. Bazı sosyalistler hâlâ “taş kafalılığa” devam ederek insanlık denilen bütünün sınıflardan oluştuğunu ve buna göre mücadele edilmesi gerektiğini savunabilir. İnsel’in tanımının şüphesiz bir faydası vardır; “taş kafaların” özgürlük alanının genişletilmesi için de mücadeleyi içerir.
Milliyetçiliğin panzehiri: Türkiyelilik?
Ama Ahmet İnsel’in modernizm ve aydınlanmadan ödünç aldığı besbelli olan genelleme ve bir büyük anlatı inşa etme tutkusu sadece sosyalistlerin tamamı adına konuşması ve yazmasıyla sınırlı değildir. Aynı tutkuyu milliyetçilik konusunda da sergilemektedir, hem de hastalık derecesinde.
Öyle ki daha önceki pek çok yazısında belitmiş olmasının dikkate alınmamasına içerlenmiş olacak ki 2 Nisan’da Radikal İki’de yayınlanan “Kürt sorununda çözümsüzlük ittifakı” başlıklı yazısında oldukça öfkeli bir dil kullanıyordu.
Sonuçta, “bütün milliyetçilikler çözümsüzlüktür, canavardır, kötüdür,” önermesiyle özetlenebilecek bir yaklaşıma sahip olan İnsel’in bu görüşünü paylaşacak büyük bir sosyalist yığınının var olduğu şüphe götürmez. Belki de kendisi bu yüzden yukarıda andığımız genellemeye varabilmektedir. Aynı şekilde sınıflar üstü, ezen ezilen ayrımını dışlayan ve sorunun tüm taraflarına eşit mesafede olduğuna inanılan bir mevkiden, bir insanlık, insancılık ülküsüyle donanmış bir söylemle sıraladığı çözüm önerileri konusunda da pek çok sosyalistle hem fikir olacağı çok açıktır. (İşte bu nokta genelleme tutkusunun büyük bir anlatı tutkusuna dönüştüğü yerdir.) Hatta çözümsüzlüğün taraflarından biri olmakla suçladığı “PKK (…) ve gönüllü ya da zorunlu biçimde onun ağzından konuşanların,” “Türkiye Cumhuriyeti devletin(e…) Kürt sorunu konusunda resmi ve asli muhatap olarak” önerdiği Abdullah Öcalan dahi İnsel’in tanımladığı bir Türkiyelilik kimliğine destek verecektir.
Fakat böyle bir çözümün kendisi, o çok eleştirilen ve kötülenen milliyetçilikten azade değildir ve böylelikle milliyetçiliğin dışına çıkıldığı da savunulamaz. Milletin tanımlanmasında ve içeriğinde değişiklik yapmak milli-devlet olgusunu ne değiştirir ne de yok eder. İngiliz, Alman, İtalyan, İspanyol, Rus ve diğerleri bir Amerikalı kimliği altında toplandığında ortaya çıkan, bir milli-devlet ve Amerikan milliyetçiliğinden daha azı olmamıştır. Türk milliyetçiliği yerine önerilen Türkiyelilik kimliği (ya da milliyetçiliği), milliyetçilik yerine ulusalcılık sözcüğünü kullanarak milliyetçiliğin çağrıştırdığı kötülüklerden sakındığını düşünen ulusal sosyalistlerin itirazlarıyla karşılaşmayacak kadar milliyetçidir. Kısacası Türkiyelilik kimliği altında çözüm, Kürt ve Türk olsun her türden milliyetçiliğe karşı ve onlara eşit uzaklıkta olan İnsel’in buram buram milliyetçilik kokan büyük anlatısı olmasının ötesinde, bir başka “milliyetçilik canavarının” inşası ya da restorasyonundan farklı bir sonuç yaratmayacaktır. Tabii eğer milliyetçiliği “politik birim ile milli birimin çakışmasını öngören ilke” olarak ele alıyorsak. Milliyetçiliklerin tamamının kötü ilan edilmesinden kalkılarak varılan sonucun kendisi de milliyetçiliğe varacaksa, o halde milliyetçiliklerin tamamının kötü ilan edilmesinin yararı nedir?
Ancak İnsel’in anlatısının kalkış noktası sadece Türk ve Kürt milliyetçiliklerin çözümsüzlük üretmesi değildir. İnsel her iki milliyetçiliği de askeri boyutlarına ve aygıtlarına göre ele almakta ve kötülükte eşitliği -en azından çözümsüzlükte- burada kurgulamaktadır. Türk milliyetçiliği sadece “milli güvenlik devleti”nin “milli devlet aklına” bağlanmakta ve bu aklın bünyesi olarak da sadece askeri bürokrasiye işaret edilmektedir. Kısacası Türk milliyetçiliği devlet ile sınırlanmaktadır. İnsel’in faşist partileri ve “kızıl elmacı” sosyalistleri görmediği, bilmediği elbette iddia edilemez. Fakat, “özgürlük alanı genişletilecekler” arasına pekala dahil edilebilecek olan burjuvaziye ait Türk milliyetçiliğinin, askeri bürokrasininkinden aşağı kalır bir yanının olmaması bir yana daha ciddi ve önemli olmasının itinayla göz ardı edilmesi ya da bir türlü görülmemesi dikkat çekicidir. Benzer itinaya Avrupa Birliği yetkililerinin demeçlerinde de rastlanmaktadır. Oysa sadece reklâmlara bakmak bile burjuvaziye ait milli hassasiyetlerinin şahidi olmak için yeterlidir.
Türk milliyetçiliğinin erbapları ve “Kuzey Irak”
Burjuvazinin malını satmak için yaptırdığı reklâmlardaki insanlar, tüketici ya da tüketici kitlesi değil doğrudan Türk halkıdır ve çoğu kez, adeta İstiklal Marşı’nı söylemeye hazır bir konumda görünürler. Amerikalıları çıldırtan denim (kot) giysi üreticisi, Amerikalıları Türkleştiren meşrubat markası, Amerikalı b
ir rakibini gıyabında linç etmeye hazır bir kitle eşliğinde Türk tıraş bıçağı teknolojisinin üstülüğünü savunan ama adını Japon silahşorlardan alan bir ürün, Türkiye’nin üzerindeki kara bulutları dağıtan ve şimdilerde “kırmızı beyaz” sloganı altında halka açılan beyaz eşya üreticisi ve daha pek çokları Türk’ün başarısı ve üstünlüğüyle gurur duymamızı sağlamaktadırlar. Üstelik bu reklâmları ırkçı mesajlarla harmanlanmış milliyetçi dizilerin başında, içinde ve sonunda tekrarlayıp dururlar. Bu dizilere reklâm vermek adeta milliyetçiliğin bir göstergesi haline gelmiştir. Daha 5-6 yıl önce burjuvazinin tamamı ortak bir bütçe oluşturarak yaşanan ekonomik kriz karşısında “milletçe fedakârlık” yapmamız için saatlerce reklâm vermemiş miydi?
Kürtlerin Kürdistan, Türklerin ise Kuzey Irak olarak adlandırdığı bir coğrafyada, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve güvenliği için önemli miktarda güç bulunduran Türk Silahlı Kuvvetlerinin burada ihaleler alan ya da ticaret ve üretimde bulunan “Türkiyeli” iş adamlarının çıkarlarını ve güvenliğini ihmal edebileceği ve işadamlarının da bunu talep etmeyecekleri düşünülebilir mi?
Son serhildanların ardından ‘bu tür olayların devamı halinde kimsenin bölgeye yatırım yapmaya kalkmayacağını’ belirtenler herhalde sadece işadamı kimlikleriyle konuşmuyorlardı. Türkiyeli işadamlarının vatanın her yerine yatırım yapacağı kuşku götürmez. Ama nedense “vatan”ın bir bölümünde, mevcut olandan daha düşük olacak bölgesel asgari ücret talep etmektedirler. Bu ücretin uygulanacağı öngörülen yerler arasında İstanbul, İzmir, Ankara’nın değil de “bölgenin” olması manidar değil midir?
Türk milliyetçiliğinin bir kabarış yaşadığı hatta Hitler’in çoksatarından feyz alındığı, 30 Ağustos kutlamalarında olduğu gibi sivilleri giyen askerin de buna katılıp denetim altında tutuğu -bir kısım sosyalist istisna oluşturmakla beraber- kör gözlerin bile görebileceği bir gerçektir. Belki daha az görünür olan eski gazeteci şimdilerdeyse Kuzey Irak’ta iş yapan Türkiyeli iş adamı İlnur Çevik örneğinde olduğu gibi burjuvazinin askeri bürokrasiye Kuzey Irak’taki oluşumun Türkiye açısından bir sorun değil bir fırsat, hatta ulusal savunma için bir güvenlik şeridi olduğunu telkin etmesidir. Üstelik bu telkin, 1991’deki Körfez Savaşı’ndan beridir yapılmaktadır. Irak’ın kuzeyinde “modern Irak devletinin şiddet tekelinden azade” güvenli ve uçuşa yasak bir bölgenin oluşturulması için Birleşmiş Milletlere başvuranın Türkiye olduğu unutulmamalıdır. Kısacası Türk milliyetçiliğinin kabarışı Kuzey Irak’ın kuzeyinden çok Irak’ın kuzeyiyle ve Türkiye devleti ve burjuvazisinin ulusal çıkar ve güvenliğiyle ilgilidir.
Ezen millet sosyalisti ve ezilen millet milliyetçiliği
Kürt milliyetçiliğinin -ki genellikle sanki farklı bir anlam taşıyormuşçasına “ulusal hareket” denilmektedir- yükselişinde de esas neden İnsel’in “Türkiye’de devletin demokratik meşruiyet eksikliği, ona karşı silahlı direnişe girilmesini zorunlu kılan biçim ve içerikte değildir,” önermesini dikkate almayanların silahlarını kuşanıp dağa çıkması değil, Kürtlerin “meşruiyet eksikliği” hissetmeleridir. Öyle ki bu aşamadan itibaren her türlü mağduriyet artık milli bir çarpanla çarpılacaktır. Üstelik bu hissiyat sadece “milletleri yaratan milliyetçilerle” sınırlı değildir.
19. yüzyılın başında Mora Yarımadasında yaşayanlar milli bir baskının sonucu olarak milliyetçiliği keşfetmiş değillerdi. Fakat aynı durum 20. yüzyılın sonunda Kosova’da, Çeçenistan’da ya da “bölge”de yaşayanlar için geçerli değildir. İnsanların artık kendilerinden olan milliyetçilerin kulaklarına “millet” olduklarını fısıldamasına ihtiyacı yoktur. Çünkü başka milliyetçiler kulaklarının dibinde onların “ulus” olduklarını haykırmaktadırlar: Kap-kaççılar, tinerciler ve bilumum kötülüklerin failleri Sırplar için Arnavutlar, Ruslar için Çeçenler, Türkler için eskinin dağ Türkleri, şimdinin Kürtlerdir.
Sosyalist yazında genellikle ezen ulus milliyetçileri olarak anılan zat-ı muhteremlerin, bütün bu insanlara bir “ulus” olduklarını söylemelerinin ve bunu sık sık hatırlatmalarının insanlar üzerinde “eziklik” yaratması ve dolayısıyla onların da “meşruiyet eksikliği” hissetmelerinden doğal bir şey olamaz. Bunun sonucunda da insanların ellerine herhangi bir ateşli silahtan daha tehlikeli olan “milli çarpan” verilmiş olur. “Herhangi bir modern (‘ulus-devlet’ denilse daha doğru ve açık olacaktır) devletin toprakları üzerinde şiddet tekeline meydan okuyan” da işte budur, bir kaç on bin kalaşnikov ya da mayın değil. Devletsiz ulusallık durumu, milliyetçiliğin sınıfsal ayrımları neredeyse tamamen silikleştirdiği yegâne zaman dilimine denk düşer ve bu üstünlüğünü “milli çarpan”ın gücünden alır. Herhangi bir modern (ulus) devletin toprakları üzerindeki şiddet tekeline meydan okuyan milliyetçilikle o devletin milliyetçiliği arasında İnsel’in yaptığı gibi ellerindeki şiddet araçlarına bakılarak bir denklik ya da eşitlik kurulamaz. Çünkü modern devlet milliyetçiliği, kendisinin da gayet iyi bildiği ve sıklıkla beyan ettiği gibi şiddet araçları söz konusu olduğunda miktar, kalibre, çeşitlilik vb. bakımlardan boy ölçüşülemezdir. Biri ezer geçer. Kısacası biri ezen diğeri ezilendir. İnsel’in de onaylayacağı gibi, tabii eğer birileri silmediyse, sosyalist yazında da böyle bir ayrım mevcuttur. Kuşkusuz bu ayrım millet ve milliyetçilik kavramlarının tanımlanmasında hiç bir anlam ifade etmez, sadece sosyalistlerin siyasi programları, görevleri ve hedefleri açısından anlamlıdır.
Bu görevler arasında kitlelerin bilinçli eylemiyle modern zor aygıtının yıkılması ve koşulsuz ve sınırsız özgürlüğün vücuda getirilmesi vardır. Bu aygıtın yıkılmasının da namluların ucuna karanfil konulmasıyla sağlandığı görülmemiştir. Zor aygıtının sahipleri için olduğu gibi sosyalistler için de her türlü şiddetin kategorik olarak reddedilmesi mümkün değildir. Burada genelleme yapılabilir belki; çünkü İnsel de “yasadışı silahlı güçlerin ortadan kaldırılmasını” önermekte ve “Bunun dile getirilmesini de esas olarak Türkiyeli Kürtlerin sorumluluğu” olarak belirtmektedir. “Türkiyeli bir sosyalist” için -ezen ezilen hakkındaki yazın dikkate alındığında- böyle bir dillendirme sorunlu olabilir hatta “haddini aşmak” ya da “ezen ulus sosyalistlerinin şovenliği” olarak değerlendirilebilir. ETA ya da IRA’ya “yasadışı silahlı güçleri ortadan kaldırılmasını” öneren İngiliz ya da İspanyol sosyalistleri acaba nasıl tepki almışlardır? İsrailli bir sosyalistin aynı türden önerisine Filistinlilerin yaklaşımını öğrenmek de ilginç olabilir. Karşılaşacağımız cevaplar ne türden olursa olsun ortadan cevaplanması gereken bir başka soru vardır: Peki Türkiyeli sosyalistlerin sorumluluğu nedir? Yasal şiddet araçları ve şiddet tekelinin sahipleri karşısındaki tutumu ya da bakışı nasıl olmalıdır?
Ezen millet sosyalistinin sorumluluğu
Burada masum bir genelleme yapıp kadına yönelik şiddeti de soruya dahil edebiliriz sanırım: Evlenmiş ya da evlendirilmiş bir kadın; Kocası tarafından aşağılanmakta, dövülmekte ve “kadınlık görevini” yerine getirmeye hiç bir şekilde yanaşmadığında da tecavüze uğramaktadır. Koca kendini her durumda ve her zaman haklı görmekte, karısını bütün ailevi mutsuzluğun, hatta geçim sıkıntısının sorumlusu olarak ilan etmektedir. Kocanın nezdinde kadının istekleri ve görüşlerinin hiç bir değeri yoktur. Kadın boşanmak ister, koca reddeder, a
hali uygun görmez, akrabalar onaylamaz. Dayak tecavüz aile içi sorun olarak değerlendirilir, önemli olan kutsal aile kurumunun parçalanmamasıdır. Bir gün yine dayak esnasında kadın, ağzı burnu kan içindeyken can havliyle tırnak makasını eline alır ve kendini korumaya çalışır. Kocanın elinde küreğin sapı vardır ve genellikle de bu durum meşru kabul edilir. Evet, kadının kafasının o sopa ile paramparça edilmesi an meselesidir, olacağı da budur belki. Fakat kadın kendini savunabileceğini, bir şekilde kurtulabileceğini düşünmektedir, belki bu da olabilir. Kadın kararlıdır, vazgeçmeyecek, direnecektir. Her gün dayak yemektense o an oracıkta ölümü göze alabilmektedir. Biliyorum hiç olmayacak bir kurgu yapmaktayım, ama biraz daha saçmalamama izin verin ve tam bu boğuşma esnasında Ahmet İnsel’i ya da sosyalistleri odaya buyur edeyim: “Kadın, görmüyor musun seni öldürecek, bırak şu tırnak makasını da adamın siniri dinsin, yoksa bizi de paralayacak, bırak onu sakin ol, güzel güzel konuşun, anlaşın, aileyi kurtarın,” diyebilecek midir sosyalistler?
Konumuza dönersek; örneğin, ABD’nin Irak’tan çıkmasını isteyen “Türkiyeli” sosyalistlerin sorumluğu, birilerine silah bırakma çağrısı yapmaktan önce, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de Irak’taki askerlerini çekmesini istemek olamaz mı? Öncelikli sorumluluğu böyle bir talebin dillendirilmesi ve bunun hayata geçirilmesi değil midir? Bunun aksi kendini nasıl tarif ederse etsin her türden sosyalisti yurtsever sosyalistlerle buluşturur ve onlarla eşitlemez mi? Türkiyeli sosyalistler ABD’nin, Amerikalı sosyalistler de Türkiye’nin Irak’tan çekilmesini istediğinde sosyalizmin tarifinin ve cazibesinin bir değeri kalmaz elbet. Sosyalistler de kitleler nezdinde en azından samimiyetsiz olarak görülür. Sosyalistlerin eşitlik talebi ve mücadelesi bile samimiyetsiz olarak görülür. “Eşit olmayanlara eşitmiş gibi davranmak en büyük eşitsizliktir.” Türkiyeli sosyalistlerin mücadelesi, “Türklerle Kürtlerin eşit olması mücadelesi” olamaz tabii ki. Mahallemizi güzelleştirmek, çamurdan kurtarmak için kaldırım yapmakla bütün insanların yararı gözetilmiş insanlara eşitlik ölçüsünde yaklaşılmış olmuyor. Çünkü yürüme engelliler, bebekler, bebek arabalı ebeveynler o kaldırımlara tırmanamaz. Eşitliği sağlamak için kaldırımlara eğimli yollar yapılması gerekir. Olumlu (pozitif) ayrımcılık yapmak gerekiyor. Kürtler söz konusu olduğunda yakılan ormanların, boşaltılan köylerin vb. yeniden imarından fazlasının yapılması zorunludur. Benzer yaklaşımın bütün mağduriyetler için geçerli olması esastır, hatta bu yazının hayali kadını için de. Çünkü onun boşanma hakkı aynı zamanda kendi kaderi üzerinde kendisinin söz söyleme hakkıdır.
Ne yaparsak yapalım eşitliği kurgulayamayız, gerçekleştirmek gerekir ve bunun gerçekleştiğini bize söyleyecek olan kafalarımızdaki tasavvurların sahiciliğine, doğruluğuna ve güzelliğine tutkun kalmış olan şahsımız değil mağdurların kendisidir. Bize bahşedilen demokrasi kırıntılarından olacağız endişeleriyle yüklü büyük anlatılarımız, tam da bu sebepten dolayı, gündelik hayatımızın ayrımcı hatta ırkçı yanlarını görmemizi engellemekte, engellemediğinde de kötünün iyisine razı olmamızı öğütlemektedir. İster modern isterse burjuva sıfatı alsın şiddet tekelini elinde tutan devlet aygıtına ait alanı kendisiyle birlikte yok etmeksizin özgürlük alanını genişletebileceğimize dair öngörü ya da inanç, bu öğüde uyulmasından kaynaklanan akıl tutulmasından başka bir şey değildir.
Revaçta olana uymak pahasına, ben de bu yazımı, yönetmen Michael Haneke’nin “Saklı” (Cache) adlı filmindeki entelektüel Fransızlara ithaf etmek isterim.
Fakat endişem odur ki Haneke, Ahmet İnsel için de bir kaset hazırlamaktadır.
14 Nisan 2006