Metin Yeğin’in “Ben de Futbolu Severim” yazısı, sol içinde giderek yaygınlaşan bir eğilimden duyduğu haklılık payı taşıyan bir rahatsızlığı ifade etmekle kalmayıp, adını anmadan özel bir yazıya, Berkay Aydın ile Duygu Hatipoğlu tarafından kaleme alınan ve bir kaç ay önce yine sendika.Org’da yayımlanan “Halkın Takımı Ankaragücü” makalesine doğrudan bir itiraz niteliği taşıyor. Bu tartışmaya dahil […]
Metin Yeğin’in “Ben de Futbolu Severim” yazısı, sol içinde giderek yaygınlaşan bir eğilimden duyduğu haklılık payı taşıyan bir rahatsızlığı ifade etmekle kalmayıp, adını anmadan özel bir yazıya, Berkay Aydın ile Duygu Hatipoğlu tarafından kaleme alınan ve bir kaç ay önce yine sendika.Org’da yayımlanan “Halkın Takımı Ankaragücü” makalesine doğrudan bir itiraz niteliği taşıyor.
Bu tartışmaya dahil olurken, tuttuğum tarafı (yoksa takımı mı diyeyim) baştan ilan edeyim: Metin Yeğin’in tüm temel argümanlarını kabul etmekle birlikte, Aydın-Hatipoğlu’ndan yanayım.
Yeğin’in tüm temel argümanlarını kabul ediyorum, çünkü o, futbol olgusu karşısında “solun” geleneksel ve genel doğrularını tekrarlıyor.
Ama Aydın-Hatipoğlu’dan yanayım, çünkü onların yazısı, alışılmış, tanıdık ve bu yüzden rahatlatıcı geleneksel genel doğrular alanında ikametle yetinmeyen, cesur bir arayış ruhunu temsil ediyor.
Solcular olarak Marx’ın önümüze koyduğu ünlü “dünyayı yorumlamak değil, aslolan değiştirmektir” ödevini yerine getirmekteki “sabıkamız” tartışmaya açık. Ama değiştirmekte değilse de açıklamakta hayli başarılı olduğumuz hasımlarımız tarafından bile teslim edilen bir gerçek. Bu açıdan, Yeğin’in endüstriyel futbol hakkındaki tüm tespitleri genel ve kabul edilmiş doğruları temsil ediyor. Ne var ki, genel ve kabul edilmiş doğruları sahiplenmek ve tekrarlamak dünyayı değiştirmeye yetmiyor.
Sevsek de sevmesek de endüstriyel futbol diye bir olgu var. Tıpkı televizyonun, mafyanın, borsanın, fabrikaların, zehirli atıkların, nükleer bombaların, hapishanelerin, işkencehanelerin olduğu gibi. Bütün bunları görmezlikten gelerek de ortadan kaldıramıyoruz, ne olduklarını, neye hizmet ettiklerini ifşa ve teşhir ederek de…
Kapitalist çalışmanın yabancılaştırıcı, işçiyi insanlıktan çıkarıcı etkilerinin açıklanması ve teşhiri, insanların fabrikaların, atölyelerin, maden ocaklarının, iş hanlarının, devlet dairelerinin önünde kuyruğa girmesinin önüne geçemiyor. Alkolün zararı hakkındaki bilgilendirme kampanyalarının meyhanelerin dolup taşmasına engel olamadığı gibi…
Sevsek de sevmesek de işçiler, işsizler, zanaatkarlar, küçük esnaf, mahalle çocukları, yani halk, yani (eğer bir zamanlar hakikaten sahip ya da ait olmuşsak bile) çoktandır kaybettiğimiz “doğal tabanımız” maçlara gidiyor.
Endüstriyel futbolun siyasi, toplumsal, ideolojik işlevleri hakkındaki bütün o tespitlerimiz ve tahlillerimiz bunun önüne geçemiyor.
Bu açıdan, Aydın ile Hatipoğlu’nun makalesi geleneksel genel doğrularla yetinmeyen bir pratik tavır, bir pratik doğru arayışını ve önerisini temsil ediyor. Bir gerçekliği kabul edip onun içinde yapılabileceklerin/yapılması gerekenlerin izini sürüyor.
Marksizmi ütopyacı sosyalizmlerden, anarşist devrim fetişizminden, romantik “topyekun red” ya da kaçış fantezilerinden ayıran husus da, gerçekliğin önceliğini teslim etmesidir. Marx, Kapital’de kapitalist iş yeri koşullarının ve çalışma ilişkilerinin işçiyi nasıl da insanlıktan çıkardığının, nasıl bir hiçe, bir nesneye, bir paçavraya dönüştürdüğünün ayrıntılı ve hatta umut kırıcı bir tasvirini yapar. Ama bunu yaparken bu koşulların ve ilişkilerin “reddedilmesini” ya da bu gerçekliğe alternatif bir başka gerçekliğin “inşa edilmesini” önermez, kapitalizmin insanlık dışılığına karşı kırsal üretici komünleri, ütopyalar, falanjlar, yabancılaşma deryasının içinde yaratılacak huzur ve barış adaları gibi hayali çözümler getirmeye kalkmaz (bütün bunları son derece renkli ve ayrıntılı biçimde tasarlayan hatta hayata geçirmeye kalkışan anti kapitalist düşünürler olmuştur). Bir kurtuluş umudu varsa ya da olacaksa gerçekliğin içinde aranacaktır. Kapitalist işyeri işçinin içine yakalandığı bir tuzak, bir kapandır, ama kurtuluşun imkanı tam da bu tuzağın içinde aranmak zorundadır.
Aklımda bunlarla okuyunca, Aydın ile Hatipoğlu’nun anlayışını gayet Marksist buluyorum. Madem ki karşımızda bizden bağımsız, nesnel bir olgu var, sırtımızı dönmek yerine karşısında “biz” olarak ya da “biz” kalarak bir tavır, “kendi tavrımızı” alırız.
Makalede önerilen bu tavrın çok yakında pratik bir sağlamasını da gördük. İstanbul’daki 1 Mayıs yürüyüşünde Beşiktaş’ın ünlü “Çarşı” grubu bu kimlikleriyle yer aldı. Yeğin ile bu konuda farklı düşünüyor olabiliriz. O belki, bunu da Türkiye’de 12 Eylül’den bu yana kesintisiz yaşanan genel yozlaşmanın, magazinleşmenin, karnavallaşmanın bir tezahürü olarak olumsuzlayabilir. Bense solun sistemli marjinalleştirilmesinin sürdüğü ve sol içinde henüz hiçbir kesimin buna karşı sonuç alıcı bir direniş ortaya koyamadığı bir dönemde gayet hoş, anlamlı ve yararlı bir hareket olduğunu düşünüyorum. Tüm tribün grupları gibi, hatta tüm kitlesel hareketler gibi, Çarşı grubunun olumlu yönlerinin yanı sıra, her an kontrolden çıkmaya hazır, patlayıcı, anarşik ve lümpen bir özünün olduğunda kuşkum yok. Ama, ben onaylasam da onaylamasam da var olmaya devam edecek toplumsal bir zemin olan stadyum tribünlerinin gündelik faşizmin, resmi ideolojinin sloganlarının tekrarlandığı/yeniden üretildiği kürsüler olmak yerine, lümpen tınılar da taşıyarak olsa, halkçı seslerin haykırıldığı bir alan olmasını tercih ederim. Ha, buradan çıkılarak devrim yapılır mı, orada Yeğin ile hemfikirim ama zaten Aydın ve Hatipoğlu da kesinlikle böyle bir şey iddia ya da ima etmiyorlar.
Son olarak tartışmada “tuttuğum” tarafa karşı yapılmış bir haksızlığı, bir usul hatasını da belirtmeden geçemeyeceğim.
Yeğin, adlarını anmadan yazısının temel polemiğini kurduğu Aydın ve Hatipoğlu ile tartışmasını “Birikim” üzerinden yürütmekle haksızlık yapıyor. Aydın ile Hatipoğlu’nun tezlerinin Birikimcilerle yakınlığı yok hatta tam karşıt yönden kurulmuş. Yeğin, konunun tartışılması bile Birikimcilerin gündemini kabullenmektir diye tavrını savunabilir. Ama Birikim’in Türkiye’nin entelektüel hayatında gündem belirleyiciliği çok eskiden beri süregelen bir olgu, bunda Aydın ile Hatipoğlu’nun bir kabahati yok. Yeğin, muarızlarıyla söylemedikleri değil söyledikleri şeyler üzerinden tartışmayı seçseydi, daha yararlı ve verimli bir konuşma imkanı yaratabilirdi. Çünkü, temel argümanlarda ve futbola bakışımızda Yeğin’e yakın olsam da, Aydın ile Hatipoğlu’nun makalesinin ilerletici fikirler üretmeye açık iddia ve tespitler içeren zengin bir çalışma olduğunu düşünüyorum.